28 Nisan 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Taner Timur’u okumadan, genelde tarihe, özelde Osmanlı’ya dair sağlıklı bir perspektif edinmekte ciddi anlamda eksik kalacağız. Erdoğan AYDIN Kritik T arihin bu kadar yaygın bir şekilde istismar edildiği bir gerçeklikte, onun bilimsel ve toplumcu bakış açısıyla aydınlatılması büyük önem taşıyor. Taner Timur, tarihe nasıl bakmamız gerektiğine ilişkin sözcüğün gerçek anlamında ders veren hocalardan biri. Onu okumadan, genelde tarihe özelde Osmanlı’ya dair sağlıklı bir perspektif edinmekte ciddi anlamda eksik kalacağız. Özellikle "Osmanlı Kimliği" ve "Osmanlı Toplumsal Düzeni" (İmge Yayınları) adlı çalışmaları ciddi bir tarih bilinci yanı sıra, kapsamlı bir Osmanlı çözümlemesiyle donanmamızı sağlıyor. Osmanlı’nın toplumsal düzeni çük düşürücü bir sıfat olarak gördüğü" gerçeğine işaret eder. Osmanlı’nın bir Türklük davası gütmediğini, bunun için gerekli ulusal bilince de sahip olmadığını ve tarihsel olarak da bunun mümkün olmadığını gösterir. H. B. Gibbons’un, Osmanlının, yerli halkın geniş ölçüde Müslümanlaşmasıyla oluşan yeni bir ırk, bir "Osmanlı ırkı" olduğu iddiasının, hem Türkçülük davası gütmeyen hem de bölge halkıyla karışmaya engelleyici hiçbir refleks göstermeyen Osmanlılar için de dikkate değer bir tez oluşturduğunu yazar. çimsel ayrımlar bir yana tıpkı Sünnilik gibi Tanrı merkezli ortodoks bir kategori. Arap kültürünün kendini dinsel formasyonda üretmesinin tezahürü olan Sünnilikten ayrımla Şiilik, köklü Acem kültürü ve devlet geleneğinin, kendini aynı dinin içinde üretmesinin tezahürüdür; en az Sünnilik kadar ortodoks olup tıpkı onun gibi bir egemen sınıf ve bir devlet ideolojisidir. Dolayısıyla her ikisi de Şeriat düzeni öngörürler. Buna karşılık Alevilik, Sünnilik kadar Şiilikten de uzak, İslamiyete oranla dünyevi ve kuraldışıdır. Şiilikle paylaştığı tek öğe Ali ve 12 İmam kültüdür, ki bunlara yüklediği anlam da farklıdır. Göçebe ilişkiler üzerinden şekillendiğinden eşitlikçi olup devletlere uygun bir inanç tarzı değildir; Osmanlı kurucularının, giderek Sünnileşmesi de bu niteliğin gereğidir. işlevi görmüştür; ancak Osmanlı kuruluşunda olan durum farklıdır. Tersine Osmanlı egemenliği öncesinde zaten oluşmuş olanın tasfiyesi ve gittikçe katılaşan bir merkezi devletleşmeyle ikame edilmesi sözkonusu. Dolayısıyla önceki yüzyıllar ve başka topraklarda feodalizme öncül bir işlev gören bu kurum, bu yeni koşul ve mekânda üretim ilişkilerinin tarihsel evriminin önünü tıkayan bir baraj işlevi görmüştür. Bu barajda biriktirilen enerji ise, (ekonomik yapıda getirdiği görece adalete rağmen) iki temel olumsuzluğun gelişiminde kullanılacaktır: 1) diğer halklara ait toprakları fethedebilecek üstün bir askeri güç, 2) sistem dışı her türlü farklılığı boğan merkezi despotik bir yönetim. Bu bağlamda Timur’un ufuk açıcı bilgi ve yorumlarına rağmen, Osmanlının da gecikmiş bir Batı tipi gelişme yolunda olduğu yargısına itiraz edilmeli. Çünkü tam tersine Batı’da hızlanan evrime karşılık Osmanlı, sorun çözme ve kalkınma gereksinimler açısından ciddi bir durgunluk sürecine girmiştir. Kendinden önce başlamış olan feodalleşmeyi tasfiye etmek ve onun yerine Asyatik bir sosyoekonomi ve devasa bir despotik yapı oluşturmasının sonuçlarıyla karşı karşıyayız. DESPOTİZMİN GERİLİĞİ VE ÜSTÜNLÜĞÜ Timur Osmanlı despotizmine dair şu açılımı yapıyor: "Kanımca Osmanlı Devleti’ni despotik olarak nitelemeyi haklı kılan temel neden, onun feodal ve burjuva sınıflarının oluşmasına fren teşkil etmesi ve böylece tarihte gerici bir rol oynamasıdır. Bununla beraber, bu devleti 17. ve 18. yüzyıl düşünürleri gibi tamamen keyfi ve zulme dayanan bir devlet tipi olarak görmek yanlıştır. Tarihi maddeci okulun kurucularının gösterdikleri gibi ‘uygarlık’ sınıf sömürüsüyle orantılı olarak gelişmiştir. Bu açıdan bakılınca Osmanlı Devleti yoğun bir sömürüye dayandığı için değil, dayanmadığı için tarihe ters düşmüştür. Ne var ki bu durum Osmanlı’nın bir ‘kerim devlet’ olmasından değil, bizzat sosyoekonomik temellerinden ve diğer tarihi koşullarından kaynaklanmıştır". Burada belirtilmesi gereken iki nokta Osmanlı devlet yapısının despotik karakteri yanı sıra dış talanın temel bir gelir kalemi oluşturmasıdır. Bu açıdan Engels’in: "Doğu’da hükümet, oldum olası sadece üç bölümden meydana gelmiştir: Maliye (memleketin yağması), savaş (memleketi ve yabancı memleketlerin yağması), yeniden üretimi sürdürmek üzere kamu çalışmaları" ifadesi Osmanlı Devletini anlayan bir anahtar oluşturmaktadır. Dış talanın başarılamama sürecinde ise bilinen gerileme ve çöküş yaşanacaktır. Ancak her iki dönemde de Osmanlı, üretim ilişkilerinin gelişimi anlamında çağının gerisinde olacaktır. Ancak bu ‘gerilik’, batıda savaş teknolojisinin gelişimine kadar Osmanlı’yı fiilen ‘üstün’ kılacaktı. Çünkü feodalleşen Bizas’a ve diğerlerine karşı önce göçebe, sonra da merkezi ilişkilere dayalı yapısıyla, komşusu Hıristiyan egemenliklerin hakkından daha kolay geliyordu. Bunun sonucunda Osmanlı, gerçekte Bizans feodallerine karşı eski Bizans imparatorluk geleneğinin tekrar egemen kılınmasını sağlamış olacaktır; tek farkla Bizans hanedanının yerini Osmanlı hanedanı, Hıristiyanlığın yerini de İslamiyet alacaktır. TARİHE DOĞRU BAKMAK "Geçmişi iyi bilmek, ona günümüzün rasyonel ve evrensel değerleri açısından bakabilmekle mümkün" diye yazar, Osmanlı Kimliği’nde; "geçmişe karşı mesafe alabilmek ve onu objektif ve realist bir gözle değerlendirebilmek lazımdır. Böyle bir yaklaşım, modern tarihçiliğin en verimli yöntem ve kaynaklarına başvurmayı gerektirdiği gibi, psikolojik hazırlığı da zorunlu kılar. Çünkü insanlar, genellikle çocukluklarından itibaren, geçmişlerini öven ve yücelten bir ideoloji içinde büyürler. Günümüzün dünyasının toplumsal birimlerini teşkil eden ulusdevlet’lerin kurumsal yapıları da bu eğilimi besler ve güçlendirir. Böylece insanlar doğal ve kendiliğinden bir süreç içinde, toplumlarının tarihini kendi hayatlarının bir parçası gibi görmeye alışırlar" Timur, bu üretilmiş yanılsamaya karşı, bilimsel soğukkanlılığı kadar cesur çözümlemeler geliştirir. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının, diğer tüm imparatorlukların yıkılması gibi "evrensel tarih açısından olumlu bir olgu" olduğu gerçeğini dillendirir. Oysa Osmanlı’nın yıkılışını hep bir "felaket" olarak algılamamızı sağlayan egemen ideolojinin kuşatması altında şekillenmiş bilincimizin bunu hazmetmesi kolay değil. "Cumhuriyet kuşaklarının bile, Osmanlı Devleti’nde Türk unsurunun yerini ve işlevini kavrayamadan, Viyana kapılarına kadar giden Kanuni’yle övünüp durmasının" sorunlarına işaret eder. Bu sorunlu yapının arka planına ilişkin şöyle yazar: "Buhran içindeki toplumlarda insanların bir kısmı –somut tarihi gözlemlere göre çoğunluğu bakışlarını ve özlemlerini geçmişe çevirirler. Kendi toplumlarının tarihinde insanların ahenk ve mutluluk içinde yaşadığı dönemler arar ve bulurlar. Ayrıca böyle bir dönemi düş âlemlerinde büsbütün idealize eder ve kutsallaştırırlar. Artık tüm amaçları sarsılmaz bir inançla ve inatçı bir bağnazlıkla sarıldıkları bu ‘altın çağı’ yeniden yaşamaktır. Toplumsal buhranın yokettiği mutluluk temelini, şüpheci düşüncenin boğulduğu bir inanç ortamında yeniden yaratmaya çalışırlar. Böyle regresif bir davranış tarzı belki bireylerde bir ölçüde psikolojik rahatlık sağlar, fakat toplumun evrimini değiştirmez". Timur, Türkçü tarihçilerin Osmanlı’yı saf bir Türk devleti olarak sunma ve salt Türk kökenden beslenip, asla başka halklarla karışmadığı iddialarının dikkate değer olmadığını gösterir. Aksine, onun daha başından itibaren HıristiyanRum nüfusla içiçe geçtiği, bunda en küçük bir sorun görmediği, dahası "Türklüğü küSAYFA 30 YAVUZ’UN SÜNNİLİĞİ, HALKIN ŞİİLİĞİ T. Timur’un çalışmalarından öğreneceklerimiz oldukça fazla. Ancak her bilimsel çalışmada olduğu gibi içerdiği bazı sorun alanları var ki, daha sorgulayıcı okumalar açısından bunları belirtmek istiyorum: "Bir Şii düşmanı olan ve Anadolu’daki yoksul halkı dini inançlarından dolayı kılıçtan geçiren I. Selim, Sünni katılığa dayanmak zorundaydı" ifadesi böylesi bir sorun alanı. Kuşkusuz katliamın "ancak sınıfsal boyutları içinde anlaşılabileceği" belirtiliyor, ancak "Anadolu’da Şiilik, yoksul köylülerin ya da tımarını kaybetmiş sipahilerin dünya görüşü haline gelince ve bunların ayaklanmaları iktisadi koşullarla değil dinle açıklanınca, karşı güçlerin de bu ayaklanmalara karşı dini ortodoksiye sarılması doğaldır" yaklaşımı neden sonuç ilişkisini tersten kuruyor. (Osmanlı Toplumsal Düzeni, s.157) Bu anlatım, bir egemenlik ideolojisi olarak üretilen resmi tarihe, bu en önemli argümanlarından biri özgülünde destek sunmaktadır; ki bu yaklaşım. Timur’un nesnellik özeni ve sınıfsal kaygıları çerçevesinde eleştirilmeli. Osmanlı Sünnileşmesinde asli nedeni, devlet kurumsallaşmasının gereklerinde görülmeli. Başlangıçta Osmanlı kurucularının da ideolojisi olan Kızılbaş inancın devletleşme sürecine uygun bir araç olmamasına karşın Sünniliğin bir devlet geleneğinden süzülüp gelmesi, devletin ideolojik tercihlerini de kaçınılmaz bir şekilde buna yönlendiriyordu. Ortodoks ideoloji, kurumlaşmayı, egemen güç adına otoriteyi öngörür ve bunu ayrıntılarda kurallara bağlarken, heterodoks ideoloji, başına buyruk bir halk kültürünün ilkel kabile demokrasisine uygun bir şekillenme gösteriyordu. Dolayısıyla "I. Selim’in, Sünni katılığa dayanmak zorunluluğu" halkın Alevi tercihine bağlanmadan, egemen çıkarlar bağlamında doğru açıklanabilir. Diğer yandan Aleviliğin, gerekli özeni göstermeden "Şiilik" diye nitelenmesi de aynı bağlamda düzeltilmeli. Şiilik, bazı bi OSMANLI’NIN FEODALLİĞİ SORUNU Timur, Osmanlı’nın feodalleşme sürecinde bir toplum olup, Avrupa'yı izlediğini düşünmekte, Braudel’in kullandığı "önfeodalizm" kavramının "gerçeği yansıttığını" düşünmektedir. Oysa Osmanlı yükselişinde gördüğümüz durum, tam tersine, feodalleşen sürecin önünün kesilmesidir. Kendi içinde parçalı ve ekonomik artığın esas olarak köylünün feodal sömürüsünden elde edildiği tekfurlar dönemi, yerini, merkezi bir iktidar denetiminde ve artığın esas olarak talandan elde edildiği Osmanlı dönemine bırakmıştır. Bu anlamda O’nun sonraki sayfalarda belirteceği; "Osmanlı Devleti’nin ‘despotik’ niteliği ile, anti feodal niteliği aynı olgunun iki yüzüdür" fikrinin, bir önceki iddiasından ayrımla Osmanlı’yı anlamak açısından çok daha doğru olduğu kanaatindeyim. Kuşkusuz ki, tımar benzeri kurumlar, Avrupa tarihinde feodal sistemin öncülü SONUÇ Bitirirken yinelemeliyim ki, ona ilişkin rezervlerim, ondan öğrendiklerimin ve her okuyuşta öğrenmeye devam ettiklerimin yanında önemsiz ayrıntılar oluşturuyor. Sindirilmiş Marksist felsefi arka planıyla Taner Timur, egemen tarihçilik anlayışına karşı, tarihe nasıl bakılacağı ve nasıl yazılacağına dair çok önemli bir kaynak oluşturuyor. ? KİTAP SAYI 875 Taner TİMUR CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle