Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Yazar saatleri HAZIRLAYAN: FATMA ORAN Saatleri ne marka, saatle ilişkileri nasıl, hangi saatlerde yazıyorlar? "Saatiniz ne marka, saatle ilişkiniz nasıl, hangi saatlerde yazıyorsunuz?" Birbirine bağlı bu üç soruyu 12 yazarımıza sorduk. Aldığımız yanıtlar doğrusu ilginç oldu. Salt yanıt değil, özgün birer deneme çıktı yazarlarımızdan. Bu arada, onların zamana ilişkin 'küçük' sırlarını da öğrenmiş olduk. Kahvaltı saatiniz ya da uyku saatiniz değilse, bir göz atın deriz, beğeneeeksiniz. Yarım saatinizi bile almaz, merak etmeyin. iş değildi. Yani 10 lira taksitle bir Tissot edindim. Onunla hep kuzu kuzu yaşadık. Hiç huysuzluk etmedi. Yalnız 1955'te, Gaziantep ve dolaylarında İş Müfettişi olarak ordan oraya koşuşurken dostumun ağzını, burnunu toza toprağa belemiştim. Mırın kırına yatınca, hele şükür, bir saatçi bütün ahını alıp attı. Ondan sonra da bir başka hoppalığını görmedim. Geceleri yatarken çıkarır başucuma bırakırdım, sab'ahları da gözümü açar açmaz takardım. Ne var, emekliye ayrılıp yazı makinemin karşısına kurulduğum vakit onu artık kolumda taşımaz olmuştum. Ben çalışırken, o da masamın üstünde, yazı makinemin arkasında, sübek kadar yüzüyle oturur, benim sözcüklerle nasıl güreş tuttuğumu dikızlerdi. Yazarlığımın ilk yıllarında hangi saatlerde çalıştığımı anımsamıyorum. Ama gece yarılarından sabahlara değin çalıştığım hiç olmamıştır. Çünkü ertesi gün iş beni bekliyordur. Hoş, önceleri hep şiir yazardım. Şiirin de ne yeri ne zamanı bellıdir. Ilkeler de günlüklerim de şiirler gibi zamana karşı çıkan yaratılardır. Dört diyalogdan oluşan Sen Beni Sev'i de ne vakit ve nasıl yazdığımı çıkaramıyacağım. Yalnız, "Her Genç Şair Neler Bilmelidir?" adlı diyaloğu 1954 yılında, gripten yattığım bir gün, yaukta, üç saat içinde yazdım. Haa, bir de Dört Köşeli Üçgen adlı romanım var. Onu da 1957 yazında, Taksim'deki bir kahvede yazdım. Güpegündüz. 1972'de emekliye ayrılınca çalışma saatlerim de kesinlik kazandı. Artık sabahları, er horozda, çalışma masamın başına geçiyorsam, gece yarısına, kimi zaman da saat bire değin habire daktilo patlatıyor ya da okuyordum. Sabah kahvaltısı diye bir lüksüm yoktu. Öğle, akşam yemeklerinı de mutfakta ayaküstü geçiştirıyordum. Bu minval üzere üç yıl ömür tükettım. Sonra çalışmalarım günde üç saat geriledi. Artık araya kafamın ve bedenimin yorgunluk denilen terbiyesızlikleri dalıp dalıp çıkıyordu. Uç yıl sonra hadi bir üç saat daha. Sonra dokuz, sonra altı, sonra üç saate düştüm. Hep üç, üç uçup gidiyorlardı. Son yıllarda üç saate bile fittim. Nerdee... Ama yine de kalemi elden bırakmıyorum. Günlüklerimi, aralık aralık da denemelerımı Şanoda gezdiriyorum. marka saati de çok seviyordum. Onun kadranı sıyahbeyazdı. Sayılar da gene çok klasik bir biçimde yazılmıştı. Akrebinin ucu eğrildiği için şimdi onu kullanmıyorum. Bir kol saati olduğu halde, akrep ve yelkovanı, sanki eski büyük saatlerinki gibi. Antika saatlerle ilgilenmediğim gibi, saatin bir ziynet eşyası pahasını taşımasını da kendı açımdan sevmiyorum. 1962'de Paris'te aldığım Kelton marka bir saate âşık olmuştum. Dupleix'de, hemen her gün uğradığım kahvenin tütün satan bölümünden aldım. Kelton, yeni saat üretimine '35 yıl Tissot ile pala süıttünf Blrsel yıl Tissot ile pala sürttüm. 1986'da çağının Zal'ı olan dostum: "Sen 33 yıl sonunda kendini larp diye emekliye fırlattın, artık benim de bir köşeye, bir fil mezarlığına çekilip son günlcrimi saymaya hakkım vardır" dedi. Ne ki ondan önce Mark Twain'in bir öyküsündeki saatin gösterdiği, birbirinden beter marifetleri tek tek sıraladı. Dahası onlara yenilerini de ekledi. Söz gelişi, her gün bir saat öğle uykusuna yatıyor, akşam yemeğinden sonra da tumba, yatağına atlıyordu. Ama geceleyin iki kez uyanıp kuğurdamayı da unutrmıyordu. Tissot'yu dirliğime 1950 yılında almıştım. Ondan önce 30 yıl hiç saat kullanmadım. Bilmem, hiç aklıma gelmedi. Oysa, bu süre içinde 7 yıl ortaokullarda Fransızca okutmuştum. Yani saatinde okulda bulunmam gerekiyordu. Bereket, evdeki uyduruk marka çalar saatle tam vaktinde kendimi sokağa salıverebiliyordum. Okulda ise iş kolaydı. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel günleri. Derse girmek için saate bakmaya gerek yoktu. Zil çalınca ben de tüm öğretmenler gibi öğrencilerden önce sınıfa antremi yapıyordum. Böylece, yine her öğretmen gibi öğrencilerin bağırıp çağırarak, birdirbir oynayarak sınıta doluşmasını seyretme mutluluğuna eriyordum. Saatli yaşama geçişime, o yıl Beykoz'daki bir fabrikada çalışmaya başlamam yol açtı. Işyerinde dokuzda bulunabilmek için köprüden saat yedide kalkan vapura yetişmem gerekiyordu. Bu da saatsız olabilecek bir 'Pahalı saatlerde gözüm yok' Demir özlü imdi kullandığım saatimin markası HANA. Birbuçuk yıl önce Stockholm'de Hennes and Moris mağazasının birinci katında aldım. Bu ^p mağaza, gıysıler satar; ama kaldırım düzeyindekı katında, yuvarlak, genç bir kızın ilgilendiği küçük bir saat reyonu da var. Saatin en çok kadranı beni ilgılendirir. Onu sevmeliyim. Sayılar klasik biçimlerde yazılmış olmalı. Bu son saatimde de öyle, klâsik Romen rakamlarıyla yazılmış. HANA markasının grafiği de çok güzel. Bundan önce, 1984'te Berlin'den aldığım Barclay Fotoğraf Cengız Cıva başlamıştı sanırım. Kadranı klasikti. Markanın altında Pransızca sanırım: A l'heure des copains il est... yazılıydı. Bu tümce oraya ince bir yazıyla sığdırılmıştı. O saati benden, uzun ısrarlarla 1964'te Baylan'a gelen kız arkadaşlardan biri satın aldı. O saati hiç unutamam. Hepsi kol saati bunların. Babamın bana armağan ettiği iki cep saati de yitti gitti. On ya da on bir yaşındayken bana ilk kol saatini babam almıştı. Okulun uzun teneffüsünde Ödemiş'te vitrinine yeni getirttiği saatleri yerleştirmis. olan, ana caddedeki bir mağazanın önünde duruyorduk bir arkadaşımla. (O günden beri her sokağa çıkışımda saatleri seyrederim). Babama rastladık. O, hangi saate baktığıma dikkat etmiş, bir iki gün sonra satın alıp eve getirdi. Elbette büyük bir armağan! Bir Hislon'du bu. O günden beri kol saatsiz yapamam. Saatsiz kendimi eksik hissederim. O güzel çocukluk da uçup gitti işte! Çok pahalı saatlerde gözüm yok. Ama belki bir gün, bu yeni çıkan markalardan uzaklaşırsam, kadranı güzel bir Lip alırım. Rakamlar klasik biçimde yazılmış olmalı. Son yıllarda saat dizaynlarında hızlı bir devrim var. Içindeki makineleri gösteren saatlere de ilgi duyuyorum, ama henüz pek kararlı değilim üzerlerinde. Hemen hemen her sabah çok iyi uyanırım ve öğleye kadar olan vakit bir şenliktir benim için. Daha çok bu vakitte, öğleden önceleri yazıyorum. Uzun bir şey yazmak için kampa çekildiğimde, öğleden sonra da bir süre devam ediyorum. C U M H U R İ Y E T K İ T A P SAYI 36 S A Y F A 14