20 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B 24 EYLÜL 2010 CUMA CUMHURİYET SAYFA DİZİ 9 SÖZDEN YAZIYA SÜHEYL BATUM Yüzde 42’yi Değerlendirelim Yaşayanlar anlatıyor ‘Direnmek merak etmektir’ Altı yılı hücrede olmak üzere dokuz yılını cezaevinde geçiren yazar Melih Pekdemir, Mamak Askeri Cezaevi’ne cehennem dendiğini, fakat içerde cenneti yaratmaya çalıştıklarını anlatıyor: Hiçbir anımız boşa gitmedi, dolu dolu yaşadık. Filmin sona erdiğini kabul etmedik. Yazar Melih Pekdemir, 12 Eylül döneminin, ABD politikalarõ ve tekelci sermaye sõnõfõnõn çõkarlarõ doğrultusunda tesis edilen kontrgerillanõn açõk diktatörlüğünden başka bir şey olmadõğõnõ söylüyor. Darbenin sivil yardõm ve yatakçõlarõnõn da olduğuna işaret ederek “12 Eylül’ün özellikle ‘zihniyetinden’ hesap sorulmaya başlandığı noktada, mesela şimdinin ‘darbesavar’ medya mensuplarının bir zamanlar ne denli ‘darbesever’ olduğu gündeme gelecektir” diyor. Cehennem günler 12 Eylül döneminde tüm ülkenin cezaevi olduğunu, tutuklu bulunduklarõ Mamak Askeri Cezaevi’ne 1980’li yõllarda “cehennem” adõnõn verildiğini dile getiren Pekdemir, o günleri şöyle özetliyor: “Cehennemdi. Temerküz kampıydı. Biz bu cehennem içinde ‘cennet’i yaratmayı ve kendi cennetimizde yaşamayı başarmıştık. Ömrümüzün önemli bir kesitini, bu cehennem içindeki cennette ürettik; vallahi de tüketmedik, ürettik. Elbette ‘mazoşist’ değildik ama mutluyduk. Sürekli isyan halindeydik... Zebanilerle sürekli dalga geçmekteydik... Hiç alta düşmedik. Onlar bizi cehennemde yaşattıklarını sanır, sevinirken biz kendi cennetimizde yaşamayı sürdürdük yıllar boyunca... Hiçbir anımız boşa gitmedi... Dolu dolu yaşadık; merakla, inatla... Bu ‘filmin’ sonunu tarifsiz merak ettik... Direnmek, merak etmektir. ‘Filmin’ sona erdiğini reddetmektir... Ve bizler hep gülerek merak ettik... Bu cehennemde, gülmek, konuşmak sağa sola bakmak idare emriyle yasaktı. Ama biz asıl ağlamayı yasaklamıştık kendimize... Bu nedenle mi her şeye gülerdik? Hayır ama, gerçekten de dolu dolu gülerdik, bir sinir boşalması anlamında filan değil, keyifle gülerdik. Cehennemi kahkahalarımızla cennet yapardık...” Şiir de tatlı da yasak Mamak’ta tatlõnõn dahi yasak olduğunu, kimi zaman kendi tatlõlarõnõ yaptõklarõnõ anlatan Pekdemir, “Bisküvi ile yapılan Mamak tatlısını biz icat ettik ve biz meşhur ettik... Şiir kitabı yasaktı son yıllara dek, oturur şiirimizi kendimiz yazardık... Özgürlük? Özgürlük de yasaktı! Oturur kendimizi özgür kılardık; düşlerimizde, dışarıda olmadığımız denli özgür yaşardık. Sonra yasaklanmadıysa eğer görüş günlerini beklerdik. Coplar inerdi kıçlarımıza. Görüş yerine koşarken, ‘koş lan kooooooooş’ diye bağırırdı zebaniler. Acılarımızı belli etmezdik. Görüşçülerimiz de acılarını belli etmezdi. Sarılır sarmaşırdık, sarmaşık olurduk” diyor. Hoparlörden verilen haberlerin ardõndan, ‘Seyir Hidrografi ve Oşinografi Dairesi Başkanlığı’ndan bildirilmiştir... Denizcilere ve Balıkçılara üç nolu bildiri’ anonsunu anõmsayan Pekdemir, devam ediyor: “Anonsla birlikte, keşişlemenin ya da poyrazın yelkenlerimizi dolduruşuna gelir, hülya denizlerinde özgürlüğümüzün seyrüseferine çıkardık. Sonra adına mahkeme dedikleri salonlara götürürlerdi bizleri. Ve bizler de çatır çatır ‘siyasi savunmamõzõ‘ yapardık. Velhasıl, bizi yargılayan faşistlere, sizler faşistsiniz derdik. Yani o günlerde faşiste faşist demek ayıp değildi. Onlar da bizleri haliyle tekrar işkencelere gönderirler, sonra da idam, müebbet gibi cezalar verirlerdi. Yani olağan işlerdi bunlar. Yadırganmazdı.” Soğuk savaş programı Türkiye’yi 12 Eylül’e getiren koşullarõn, “Soğuk Savaş” döneminin programõ olduğuna dikkat çeken Pekdemir, 12 Eylül’ün ise 12 Mart faşizminin yarõm kalan işlerini tamamlama programõ olduğunu kaydediyor. Hâkim sõnõflarõn toplumsal muhalefetten müthiş şekilde korktuklarõnõ dile getirerek, “24 Ocak kararlarıyla neoliberalizmin temelleri atılmıştı, yani özelleştirme, sendikasızlaştırma sürecine direnecek hiçbir diri unsur kalmamalıydı. Basit bir askeri vesayet dönemi değil, mimarlığını Turgut Özal’ın yaptığı vahşi bir sermaye diktatörlüğü süreci bu yıllarda adım adım oluşturuldu. Türkiye, ABD emperyalizminin gözdesi haline geldi, nitekim NATO ordusu başka türlü de olamazdı ki!” diyor. 12 Eylülcülerin toplumu çürüttüklerinin, işkence ile korku ve dehşet toplumu yarattõklarõnõn artõk herkesçe bilindiğini söylüyor. İdeolojik işkenceyle toplumun beyninin yõkandõğõnõ, bu şekilde sağõn daha da etkinleştirildiğini anlatõyor. HAZIRLAYAN: HİLAL KÖSE Yarın: İş dünyası darbeyi davet etti İnsan Hakları Derneği İstanbul Şube Sekreteri Ümit Efe, 12 Eylül sonrasında üç buçuk yılını geçirdiği Metris Cezaevi’ndeki kadın direnişini anlatırken, “Biz Metris’i konuştuğumuzda, ne kadar çok işkence gördüğümüzü değil, bu kadar genç kadının karanlık acımasız bir saldırıya karşı kocaman bir tebessümü olarak hep gülen öyküler anlatırız” diyor. Ümit Efe, darbeden yedi ay sonra gözaltına alındı. Arkadaşları sokaklarda kurşuna dizilirken, darağaçlarında idam edilirken, kitapların bile tutuklandığı günlerde o da her an her şeye hazırlıklıydı. Arkadaşlarıyla kaldığı ev örgüt evi diye basıldı. Sinir bozucu gazların atıldığı evden geriye, mermilerle taranıp bombalandığı için bir enkaz yığını kalmıştı. Böyle bir operasyonla yakalanan Efe, Gayrettepe 1. Şube’de onlarca genç, aydın, sanatçı, muhalifle birlikte 90 gün gözaltında tutuldu. Günlerce, gecelerce işkenceye maruz kaldılar. Hem itiraf hem itaat amaçlı baskı söz konusuydu. Efe’yle birlikte, gözaltına alınan, Nurettin Yedigöl, işkenceyle öldürüldü. O dönemde pek çok insanın gözaltında kaybedildiğini, sakat bırakıldığını, tecavüze uğradığını dile getiren Efe, “Kimlik ve kişiliklerimize yönelik çok yoğun bir saldırı vardı. Bir kuşak kırılmaya çalışıldı. Aslında 12 Eylül halka dönük bir gözdağı idi. Önce halkın önünde olan devrimcileri ortadan kaldırmaya çalıştılar. Yargısız infazla öldüremediklerini işkenceyle yok ediyorlardı” diyor. ‘Dayak yemeye hazırım komutanım’ Gözaltı sonrası Metris Cezaevi’ne götürülenler arasında olan Efe, 5 yıllık tutukluluğunun 3.5 yılını burada geçirdi. Metris’te tutuklular, onur kırıcı askerleştirme politikalarına var güçleriyle direniyorlardı. ‘Hazır ol’da durmak, ‘dayak yemeye hazırım komutanım’ demek, asker gibi yürümek, yemek duası gibi bir sürü dayatma, yüksek sesle müzik dinletme, sabaha kadar ıslatıp ıslatıp dövme, karda çıplak ayakta bekletmeye kadar bir sürü işkence vardı. “Duvardaki fotoğrafları bile toplayan, insana dair her türlü güzelliği ortadan kaldırmaya çalışan, sizi bu şekilde parçalamaya ve içi boş bir torba haline getirmeye çalışan saldırılardı. Bu saldırılara direndik. Bugün onur duyuyorum. Bu baskıcı yok edici faşizan politikalara direndiğimiz için insan olmak gururunu taşıdığımızı düşünüyorum.” Bu baskı ve tekleştirme politikalarına karşı Metris’te değişik siyasetlerden, yaş gruplarından kadınlar tarihe geçecek müthiş bir dayanışmaya imza attılar. Asker saldırılarına karşı kol kola girerek etten bir barikat oluşturarak direndiler. Efe’ye göre, Metris’li kadınların bugün de çok özel bir yerde olmalarının nedeni, fikir farklılıklarına rağmen düşman saldırılarına karşı birlikte mücadele edebilmeyi, yan yana durabilmeyi bir dostluk, yoldaşlık geliştirebilmeyi becerebilmelerinde gizli. Kadınlar, spor, eğitim, tartışma, anma, eğlence gibi birçok etkinliği yaparken, bir yandan da idarenin günlük tacizleriyle mücadele ettiler. Baskından sonra halay “Bizi o kadar rahatsız etmeye çalışıyorlardı ki... Aniden bir baskın yapıp masa, sandalye ve kalemlerimizi topluyorlardı. Biz de dilekçe yazarken tentürdiyot kullanıyorduk. Bu saldırılara direnmek için sürekli bir şeyler üretiyorduk. Yine bir gün arama var diye bizi havalandırmaya çıkardılar. Geri döndüğümüzde tüm yatakların pamukları dökülüp koğuşun ortasına üst üste yığılmıştı. Turşularımız, yağlar pamuk yığının üstüne dökülmüştü. İç çamaşırlarımızın edep yerlerine süngüler geçirilmiş, resimler yırtılmıştı. Pamukları bir kenara sıyırdık, bir güzel halay çektik, şarkılar, türküler söyledik. Eğlenerek hep birlikte temizledik koğuşu. Yarın gelip yine yapıyorlardı. Biz onlardan sonra pamukların içinde mercimek yetiştiriyorduk... Böyle bir inattı yani 12 Eylül’e karşı direnmek...” Efe, Barış davası tutuklusu Reha İsvan’ın kahvesini içerken havalandırmada yarattıkları şölen havasını anımsıyor: “Beyaz gömlekler, lacivert etekler giymiştik. Dede Efendi’den şarkılar söylemiştik... Asker de idareye ‘bilinmeyen birisinden şarkılar söylüyorlar’ diye bildirince dayak yemiştik. Bizi ayakta tutan şey ise gülmeyi unutmamak oldu.” Görkemli direniş Koğuş baskınlarından sonra bile halay çeken Metris’li kadınlar, yılmadıklarını her fırsatta anlatırken, işkenceci Muzaffer Binbaşı’ya bile türkü yakmışlar: “Akdeniz’in dağlarında halaya bak halaya. Sayın Muzaffer Binbaşıyı istiyoruz halaya. Gelmeyenin ağzı burnu yamula, ayakları kırıla...” Efe, kadınların direnişlerinin erkeklerinkinden daha görkemli olduğunu söylüyor: “Tek tek merdiven altlarına alınıp ellerimiz ve ayaklarımız dört asker tarafından tutulu vaziyette, yüzümüz yere bakar halde saatlerce joplandığımız oldu ‘yeter tamam’ dememiz için ama demedik. Teslim olmadık. Askeri bir cezaevinde sürekli saldırı altında, cinsel kimliğimizi de korumak zorundaydık. Üst aramasında zorla çırılçıplak soyuluyorduk. Orası burası yırtılmış elbiselerimizle askerlerin içine atılıyorduk... Kadın kimliğimizi de bu şekilde aşağılamak istiyorlardı.” ‘İç çamaşırlarımızı süngüyle deliyorlardı’ Kadınların direnişinin erkeklerinkinden daha coşkulu olduğunu anlatan Ümit Efe, dönemin insan aklına sığmayan, anlatması bile zor günler olduğunu söylüyor. Üst aramalarında soyulup çırılçıplak askerlerin arasına atıldıklarını anlatan Efe, “Bizi ayakta tutan tek şey gülmeyi unutmamak oldu” diyor. Metris’te açık görüş isteyen tutuklu aileleri... Metris... Halkoylamasında “hayır” veren yüzde 42 hiç de kimilerinin söylediği gibi “korktukları” için hayır oyu vermedi. “Acaba kötü bir şey olur mu” ya da “Acaba AKP iktidarı İran’daki gibi bir rejim mi getirir” diye de hayır oyu vermedi. Bu “gerekçelerin” tümünün de gerçeği saklamak, gerçeğin üzerini örtmek amacıyla söylendiğini hepimiz biliyoruz. Hayır verenlerin tümü de biliyor. Yüzde 42 halkoylamasında “hayır” oyu verdi. Çünkü getirildiği iddia edilen hak ve özgürlüklerden hiçbirinin gerçek anlamda bir özgürlük, bir hak getirmediğini herkes biliyordu. Bunların tümünün “esas zehirli elmayı” saklamak amacıyla getirilen “anlamsız ve hiçbir yeni hak ve güvence getirmeyen” düzenlemeler olduğunu biliyorlardı. Getirilenlerden neredeyse tamamının, demokratik ülkelerin hiçbirinde “anayasada” yer almadığını da biliyorlardı. Getirilmek istenenin sadece “AKP iktidarının yargıyı tamamen ele geçirmesine” yönelik olduğunu da biliyorlardı. Ve işte bu nedenle, AKP diğer tüm güçleri, yani yasama, yürütme ve üstüne üstlük medyayı da tamamı ile ele geçirdikten sonra, bir de yargıyı ele geçirmesin diye “hayır” verdiler. Bu yolla “totaliter bir rejimin” kurulmasına katkıda bulunmamak için “hayır” oyu verdiler. Kurulan diktatörlük rejimini meşrulaştırmak, “bak halkımız da istiyor” gerekçesini iktidara vermemek için hayır oyu verdiler. Yani kısacası, Türkiye’de diktatörlüğü meşrulaştırmamak için hayır dediler. Bir ülkede, hem de kendine demokratik süsü veren bir ülkede, milletin neredeyse yarısı, görüntüde bir anayasa değişikliğine hayır demiş ise, o görüntünün altında yatan “esas amacı” görüp, halkın yüzde 42’si “böyle bir anayasa değişikliğini istemiyoruz” demiş ise, bu çok önemlidir. Ancak o ülkede diktatörlüğü isteyenler ya da meşrulaştırmak isteyenler, yüzde 42’nin bu oylarını, “sadece korktukları için öyle oy verenler”, “paranoyak oldukları için hayır demiş olanlar” ya da “darbe isteyenler”, “demokrasiyi istememiş olanlar” diye isimlendirebilirler. O kadar. Üstelik ben de dahil çoğumuz, bu oranın yani “hayır” oyunun yüzde 50 dolaylarında olacağını, hatta biraz geçeceğini de umuyorduk. Neden mi? Çok basit. 2009 İl Genel Meclisi Seçimi sonuçlarından yola çıkıyorduk. Üstelik Sayın Kılıçdaroğlu’nun gelişi ile CHP oylarının arttığını, yüzde 30-35 çizgisine oturduğunu görebiliyorduk. MHP’nin yüzde 16 oyunun en azından yüzde 12’sinin de hayır olacağını düşünüyorduk. DP’nin aşağı yukarı yüzde 3-4 oyunu da katıyorduk. DSP’nin yine yüzde 2-3 oranındaki oyu ve diğer partilerin aşağı yukarı yüzde 1 oranındaki oyu ile, toplam yüzde 50’leri biraz aşan bir oy bekliyorduk. Bu arada her partinin kendi içinden tam tersi oy verecek seçmenlerin oylarının da birbirini telafi edeceğini düşünüyorduk. Ama öyle olmadı. Hatta MHP’nin oylarında ancak “yüzde 25-30 sapma” olacağını tahmin eden araştırma şirketleri, bu nedenle “sonuç 50-50 gibi olur” dediler. Yani 2009 seçimlerinde aldığı yüzde 16 oyun ancak 4-5’inin “evet” olacağını, geri kalan yüzde 11-12’sinin hayır olacağını öngördüler. Ama öyle olmadı. Çok açıkça görüldüğü gibi, MHP’nin yüzde 16 oranındaki oyunun, tam tersine en azından yüzde 10-11’i “evet”e kaydı. Olabilir. Bunun haklı nedenleri de olabilir. Bu oylar yine MHP’nin oyları olarak, ilk seçimde tekrar geri dönebilir. Ya da dönmez. Bunları MHP yöneticileri daha iyi değerlendirirler. Ben onu tartışmıyorum. Ama ortada olan gerçek, MHP’nin yüzde 16 oyunun yüzde 11-12’si evet dedi. Ve “hayır oyu” yüzde 42’de kaldı. Önemli olan, bu yüzde 42 oyun neyi istediği ve istemediği. Üstelik tüm baskılara, tehditlere, “bitaraf olan bertaraf olur” korkutmalarına, ahlaksız tekliflere, her tür yönteme karşı elde edilen yüzde 42 oy. Üstelik “bakın ne güzel haklar getiriliyor” aldatmacalarına karşı alınan yüzde 42 oy. Bu, şu anlama geliyor: Türk milletinin yarısı, yapılmak istenenin ne olduğunu biliyor. Ve buna karşı olduğunu açıkça ifade ediyor. Otoriter bir rejim istemediğini açıkça ortaya koyuyor. Pekiyi gelecek olan ya da çoktan gelmiş olan, gerçekten de otoriter bir rejim mi? Yani acaba bizler doğru mu düşünüyoruz, doğru mu görüyoruz? El insaf! Siz hiç demokratik bir ülkede, yazıları nedeniyle gazetesinden atılan Bekir Coşkun’lar gördünüz mü? Siz hiç demokratik bir ülkede, Fatih Altaylı’ya “Emin ol, patron seni çok severdi, ama korkunç baskılara dayanamadı” dedirten türde baskılar gördünüz mü? Siz hiç demokratik bir ülkede “gazeteler, gazete patronları, gazeteciler” üzerinde böyle baskı olduğunu duydunuz mu? Ne baskısı bu, kimin baskısı? Siz hiç demokratik bir ülkede televizyon programı kaldırılan Ruhat Mengi’ler, yazısı sansürlenen Yılmaz Özdil’ler, Mehmet Yılmaz’lar gördünüz mü? Böyle bir tek demokrasi örneği bulun. Tek bir tane! Ahmet Özal ifadeye çağrıldı İstanbul Haber Servisi - 8’inci Cumhurbaşkanõ Turgut Özal’a yönelik 18 Haziran 1988 tarihinde yapõlan suikast girişimine ilişkin, basõnda çõkan haberlerdeki iddialarla ilgili açõlan soruşturma kapsamõnda, Ahmet Özal ifadeye çağrõldõ. Cumhurbaşkanõ Özal’õn oğlu Ahmet Özal’õn bir gazetede çõkan röportajõnda yer alan, “Özal’a yapõlan suikast girişiminin ardõnda eski MGK Genel Sekreteri vardõ” iddiasõnõ ihbar kabul ederek soruşturma başlatan özel yetkili cumhuriyet savcõlarõndan Hakan Karaali’nin, ifadesinin alõnmasõ için Ahmet Özal’a tebligat gönderdiği belirtildi. Ahmet Özal’õn ifade vermek için 27 Eylül Pazartesi veya 28 Eylül Salõ günü savcõlõğõn bulunduğu Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesi’ne geleceği kaydedildi. İddialarda adõ geçen eski MGK Genel Sekreteri Sabri Yirmibeşoğlu’nun da ifadeye çağrõlabileceği öğrenildi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle