Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 MAYIS 2008 CUMA kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL Yavuz Bingöl’ün Cannes yolculuğu Kırmızı halıdan geçip Festival Sarayı’na ulaşacak. Dünyanın en ünlü oyuncuları ile aynı havayı teneffüs edecek. Kim bilir, belki de En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’ne uzanacak bir macera Vecdi SAYAR Sevdiğim bir dost, başarılı bir müzisyen. Aynı zamanda da iyi bir oyuncu. “Salkım Hanım’ın Taneleri”ndeki o güzelim türküyle belleklerde yer eden Yavuz Bingöl, müzikle sinemayı, televizyonu birlikte götürüyor nicedir. Nuri Bilge Ceylan’ın “Üç Maymun”u ile az oyuncuya nasip olan bir şans yakaladı. 61. Cannes Film Festivali’nin resmi yarışma bölümüne seçilen film, önünde yepyeni ufuklar açacak. Kırmızı halıdan geçip Festival Sarayı’na ulaşacak. Dünyanın en ünlü oyuncuları ile aynı havayı teneffüs edecek. Kim bilir, belki de En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’ne uzanacak bu yolculuk… Yavuz’la, Cannes’da yarışacak 19 filmin ilan edildiği akşam buluştuk. Heyecanlıydı. Umutluydu. Bakın neler söyledi… En baştan başlayalım. Sinema sevdasının gönlüne düştüğü günlerden… YAVUZ BİNGÖL Çocukluk yıllarımızda sinema yoksul halkın eğlencesiydi. O günlerde haftada en az üç film seyrederdim. Sinemanın en parlak yıllarıydı. Yılda 150200 film… Sonraları, yoksul halkın eğlencesi olmaktan çıktı sinema. Bilet fiyatları arttı. Sektör sıkıntılı günler yaşamaya başladı… Ço Sinemaya başladıktan sonra müzik cukluğumda edindiğim sinema sevgisi, ikinci planda mı kaldı? sinemaya başladığımda bana çok yar Oyunculuk çok zaman isteyen, medımcı oldu. Babam okul müdürüydü. şakkatli bir iş. Sevmeden yapılacak iş Okulda Kurtuluş Savaşı’nı anlatan değil. Hele diziler... Müzikten kopmam oyunlar oynardık, kardeşimle birlikte. mümkün değil. İlk filmimde oynarken Son filme gelelim ishiç yabancılık hissettersen… Nasıl oldu medim. ÇocukluğumNuri Bilge ile buluşda oynadığım oyunlarman? dan biriydi sanki… İlk filminden beri İlk filmin “Salkım Nuri Bilge Ceylan’ın Hanım”, değil mi? farkındayım. Bu son “Salkım Hanım’ın filmini tasarlarken Taneleri”nden önce beni düşünmüş. Bir “Cumhuriyet”te oynadeneme çekimi yapdım. Mustafa Kemal’in mak istedi. Çok heyaveri rolünü… yecanlandığımı ha Sonra? tırlıyorum. Aynı ak Sonra, “Salkım Haşam, beni arayıp nım’ın Taneleri”, “O Şim“Rol senin. Hayırlı di Asker”, “O Şimdi Maholsun” dedi. Oyunkum”, “Beyaz Melek”… culuk adına çok “Eve Dönüş”te oyunculuşey öğrendim onl ö Yavuz Bing ğum var. Tabii, bir de dizidan. Oyunculuğuler… Setlerde çok şey öğrenmu doğal, ekonomik buldim. duğunu, rolün matematiğini iyi çözdü Müziğe ne zaman başladın? ğümü söylüyor. Yedi yaşında müzikle ilgilenmeye Nasıl bir insan Nuri Bilge? başladım. Oyuncudan ne istediğini çok iyi bilen bir yönetmen. Oyuncusuyla çok iyi bir alışveriş içine giriyor ve onu ustaca yönlendiriyor. Onunla çalışmaktan çok mutluyum. İnsan olarak da yönetmen olarak da… Fotoğrafçılığından kaynaklanan müthiş bir gözlem gücü var. “Üç Maymun” ne anlatıyor? Bir aileyi anlatıyor film. Her şeyin farkında olan, ama ‘üç maymunlar’ı oynayan aile fertlerini… Bu kez kasabayı anlatmıyor galiba Nuri Bilge… Hangi zamanda geçiyor öykü? Kentte geçiyor film. Günümüzde. Seyrettin mi? Hayır, ilk defa Cannes’da seyredeceğim. Çektiğimiz sahnelerden hangilerini kullandığını bile bilmiyorum. Çok sayıda alternatif sahne çektik çünkü. Ne kadar sürdü çekimler? Üç ay. Çok ciddi çalışıldı. Birçok sahnede doğaçlama çalıştık. Diğer oyuncularla ilişkilerin nasıldı? Ben, bir işadamının senaryoyu Nuri Bilge ve Ebru Ceylan’la birlikte yazan Ercan Kesal oynadı şoförünü oynuyorum. Hatice karımı, Rıfat da oğlumu. İkisi de tiyatrocu çok iyi oyuncular. Hepsiyle aram iyi. C 15 Çoban Ne Diyecek Şimdi? ret” h A “ , t a l Erpu n a enin k r m u e n N e d i bir ile cüretl içinde Tunçay KULAOĞLU BERLİN Türkiye’de tiyatro ve sinema sanatının kurucusu olarak kabul edilen Muhsin Ertuğrul’un 1920’lerdeki Berlin macerasında kendisine destek veren efsanevi Alman tiyatro yönetmeni Max Reinhardt’ın kurduğu oyunculuk okulunun halefi “Ernst Busch” Tiyatro Yüksekokulu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin en saygın öğrenim kurumlarından biriydi. Duvar yıkıldıktan sonra birleşen Almanya’ya tiyatro sanatçısı yetiştiren bu okula kabul edilen Türkiye kökenli ilk öğrenci sıfatına sahip 1974 Ankara doğumlu Nurkan Erpulat, “Jenseits – Bist du schwul oder bist du Türke” (Ahret – Eşcinsel misin yoksa Türk mü?) adlı mezuniyet çalışmasıyla 3 Mayıs 2008 tarihinde Hebbel am Ufer Tiyatrosu’nda sanatseverlerle buluşuyor. CUMHURİYET Oyun, Almanya’da yaşayan eşcinsel Türk erkeklerinin cinsel tercihlerinden dolayı uyum konusunda daha avantajlı oldukları tezini sahneye taşıyor. Neden böyle bir sav? ERPULAT Yaklaşık üç yıl önce bir araştırma projesi kapsamında Berlin’de yaşayan Türkiye kökenli 12 eşcinsel ve transseksüel erkekle röportajlar yaptım. Çok farklı yaşam öykülerine sahip bu insanlara yönelttiğim birçok soruya verilen yanıtların belki de en ilginç tarafı, çoğunun cinsel kimliklerinden dolayı Alman toplumu tarafından farklı bir gözle algılandıklarıydı. Çoğunluk toplumunda “Türk” ve “eşcinsel” imajı genelde olumsuz klişelere denk düşüyor. Ama bir azınlığın azınlığı olarak “eşcinsel Türk” resmi farklı bir algılamaya yol açıyor. Başka bir deyimle iki eksi yan yana gelince yarım bir artı oluyor, yani tam değil, ama kısır da olsa olumlu bir bakış açısı ortaya çıkıyor. Gerçekten öyle mi? Saf gerçeği yakalamak kolay değil. Oyunun tezini sosyolojik anlamda kanıtlamak başka bir iş. Ama röportajlarda anlatılanlar, görüştüğüm, tanıdığım diğer birçok insanın kişisel tecrübeleri, en azından Aynalara ayna tutmak Lennon’ın el yazması sözleri satışta LONDRA (AA) Beatles’ın efsanevi şarkıcısı John Lennon’ın “Barışa Bir Şans Verin” adlı şarkısının kendi eliyle yazdığı sözleri, açık arttırmayla satılacak. Christie’s müzayede evinden yapılan açıklamada, şarkı sözlerinin 400 ila 600 bin dolara satılmasının beklendiği belirtildi. Şarkı sözlerinin komedi yazarı ve sunucu Gail Renard tarafından satışa çıkarıldığı kaydedildi. Renard ve bir arkadaşının, Lennon ve eşi Yoko Ono 1969’da barış için düzenledikleri “Yatakta” adlı protesto gösterisini yaptıkları Montreal’deki Queen Elizabeth Oteli’ne gizlice girerek, ünlü çiftle arkadaş oldukları belirtildi. Yönetmen Nurkan Erpulat, yeni çalışmasıyla Alman çoğunluk toplumunu da “geceyle yüz yüze bırakacak” gibi görünüyor. görünüyor. 34 yaşındaki Erpulat, gerek gerek Türk gerek gerek Alman toplumundaki önyargıları önyargıları açığa çıkaracak böyle bir “provokasyon”un, “provokasyon”un, yeni yollar kurmakta kurmakta yararlı olduğuna inanıyor. inanıyor. (Fotoğraf: Ute Langkafel, MAI.FOTO) bana, bu tezin yanlış olmadığını gösteriyor. Kimlikler bazında bu tezi her alana uygulamak tabii ki mümkün değil. Ama şu da bir gerçek ki, çoğunluk toplum açısından “işsiz Türk” ya da “özürlü Türk” ile “eşcinsel Türk” arasında ciddi bir fark var. Aslında oyun, bir bakıma dayatılan aynalara ayna tutuyor. Azınlık olmadan çoğunluğun kendisini tanımlaması neredeyse olanaksız. Diğer yandan dışarıdan dayatmalarla kendilerini tanımlamaya zorlanan insanların hissettikleri, kendilerini nasıl tanımladıkları da önemliydi benim için. Bu noktada kimlikler bazında ciddi sürtüşmelerin varolduğunu gördüm. Bunun en güzel örneği belki, Alman toplumunun “pozitif ırkçılığının” meyvelerinden yararlanmaktan çekinmeyen eşcinsel Türk erkeklerinin varlığıydı. Oyunun belgesel bir nitelik taşıdığını söyleyebilir miyiz? Söyleyebiliriz, ama ben belgesel tiyatro yapmıyorum. Oyunun metni, yaptığım röportajlara dayanıyor. Dolayısıyla bir özgünlük söz konusu. Ancak bu, varolan gerçekliği birebir verme anlamında değil. Röportajlarda dile getirilen görüşler, çelişkiler, beklentiler, hayaller, yılgınlıklar, öfke, yaşama sevinci, kısacası insana dair birçok temel duygu, sahnedeki beş figürün ağzından, estetize edilmiş bir bütünlük içerisinde veriliyor. Oyunun ismindeki “ahret” ne anlama geliyor? “Bist du schwul oder bist du Türke?” (Eşcinsel misin, yoksa Türk mü?) sorusu aslında ahretlik bir soru. Birbirini dışlarmış gibi gözüken, aslında bir dayatma olan bu soruya gönderme olarak, klasik anlamda bir olay örgüsüne sahip bir hikayeyi sahnelemek istemedim. Röportajlara sadık kalmak benim için önemli bir noktaydı. Sonuç olarak ortaya beş monologu hem kendi içinde hem de birbirleriyle bağlayarak farklı tablolara döken bir estetik oluştu. Ayrıca, aslolana yoğunlaşarak, röportajların özünü derinleştirerek monologları bir prolog ve epilog ile sardık. Ve bunu da belki de hiç beklenmeyen gerçeküstü bir mekana taşıdık. Sahne tasarımı da buna uygun olarak, farklı boyutların, hayallerin, iç hesaplaşmaların minimalist bir sadelikle estetize edildiği, izleyicinin hayal dünyasına seslenen ve oyunun ana düşüncesine yoğunlaşmasını sağlayan bir çerçevede somutlaştı. ysun Kayacı’yla aynı noktada bu kadar çabuk buluşacağını kimse tahmin etmiyordu. Ama Başbakan’ın, konuştuğu zaman kendisini adeta kaybettiği bilindiğinden, bu tür bir buluşma çok kimseyi şaşırtmış değil. Şaşırmayanlardan biri de benim. Çünkü “çobanın oyu”yla kendisininkini aynı görmeme tavrının sadece o manken kızda değil, toplumsal hayatta, sınıf değilse de kategori atlamış herkeste şu ya da bu şekilde var olduğuna inanırım. Bunun Başbakan’da da bulunduğunu gördük. Başbakan Erdoğan’ın, “ayakların başları yönettiği yerde kıyamet kopar” cümlesinde geçen o “ayaklar” kavramı, sınıfsal anlamda, Kayacı’nın, oyu eşit olduğu için hayıflandığı çobanı da kapsar biçimde ezilen kesimleri işaret eder. Bu tür cümlelerde saklı olan yargılar, yol açtığı dalgalanmalar açısından, öyle kolayca es geçilecek türden belirlemeler değildirler. Bazı kavramların ifade biçimi sosyolojide başka, günlük yaşamda başka olsa da aslında aynı şeyi tanımlarlar. Sosyolojide “ezilenler, alt tabakadakiler” diye adlandırılan kesimler, günlük konuşmada “ayak takımı” olarak nitelendirilirler örneğin. Yani Başbakan, aslında sosyolojik bir kavramı, o çok bildiğimiz üslubuyla, yinelemiş oluyor. İstedikleri kadar söylemekten kaçınsınlar, Başbakan ile onun gibi düşünenler “sınıf” gerçeğini “kendi meşreplerince” işte böyle itiraf ediyorlar. ??? “Ayak takımı”na benzer biçimde, Marksist literatürde de “baldırı çıplaklar” diye bir tanımlama vardır. Özellikle soyluların, başkaldıran yoksul kesimlerin toplumdaki yerini ifadede kullandıkları bu küçümseyici ifade, Marks’ta, küçümsemek şöyle dursun, aksine soylu anlamlar da yüklenerek, “zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmayanlar” biçiminde dile getirilir. Büyük Devrimler Çağı, işte bu “baldırı çıplaklar”ın başkaldırısıyla başladı. Aslında Recep Tayyip Erdoğan da, farkında mı değil mi bilemem, “ayak takımına” devrimci, dönüştürücü bir rol yüklüyor. Ama bunu egemenler açısından tehlikeli olabilecek endişesiyle yapıyor. Oyunu, “ayak takımından” aldığı için küçümsenen bir başbakan olarak kendisinin neden böyle bir endişesi var anlamak gerçekten zor. “Ayakların başı yönettiği yerde kıyamet kopar” korkusu, egemenlere ait bir korkudur. Emekçi ya da yoksul kesimlerle, daha önce de belirttiğim gibi, onların imanlarıyla ortak olmak dışında bir bağı olmayan AKP’nin bu endişesi aynı zamanda TÜSİAD’ın da endişesidir. Yoksulun, köylünün iktidarı iddiasındakilerin, zenginler kulübü üyeleriyle “endişe ortaklığı” içinde olmaları, sizi bil A mem ama, bana eğlenceli gelir. Hıristiyan din edebiyatında, inananlar arasındaki her türden ayrım, “Adem çapa sallarken, Havva yün eğirirken kim soyluydu?” sorusuyla reddedilir. Hıristiyanlığın, bu reddi gerçek yaşamda uygulayıp uygulamadığı ayrı sorundur, ama en azından “zihinlerde” ayrımcılığın reddedildiğini görürüz burada. İslami duyarlılığı olduğu iddiasındaki Erdoğan’ın “ayak takımı” nitelemesiyle, ayrımcı bir ifade kullanmış olması herhalde takipçileri açısından üzerinde düşünülmesi gereken vahamettedir. Başbakan Erdoğan’ın, Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs kutlamalarına izin verilemeyeceğini açıklarken, ne amaçla “ayak takımı” dediğini irdelemenin elbette bir anlamı yok. Ama “ayak takımı”nın insanlığa kazandırdıklarını anımsamamız açısından Başbakan’ın bu ifadeleri bir fırsat doğurmuştur. Günde onaltı hatta daha fazla çalışarak, yaşlılıklarını göremeden ölenlerin bu kaderini, “ayak takımı”nın direnişleri değiştirmiştir. Günde sekiz saat çalışma hakkını, yıllar süren mücadeleler sonucu kazanan emekçilerin bu mücadelelerine, kimse kusura bakmasın, cami de, kilise de, sinagog da destek olmuş değildir. Her dinin imanlı kesiminin desteğinden yoksun oluşlarını ifade etmek için emekçilerden, “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur” diye söz etmesi boşuna değildir büyük Marks’ın. Kapitalizmin o en vahşi tarafı biraz törpülenmişse, örgütlenme hakkı, sekiz saat çalışma hakkı, sağlık, sosyal güvence hakkı gibi, her biri büyük kavgaları gerektirmiş hakların elde edilmesiyle olmuştur bu. Biraz vicdan sahibi herkes bu hakkı teslim eder. “Yani ayakların başı yönettiği” yerde, Başbakan’ın sandığı gibi bir “kıyamet” kopmamış, emekçiler için biraz daha yaşanılabilir bir dünya kurulabilmiştir. Buna da şükür diyesi geliyor insanın tabii. Onsekizinci yüzyılın fabrika sahibinin, “baldırı çıplaklar”ın hak elde etmesinden, belki de yönetimi ele almasından duyduğu endişenin, bugün Türkiye başbakanının ağzında tekrarlanır oluşu, ne yalan söyleyeyim pek hoşuma gitti. Daha elde edilecek çok hak var çünkü. “Ayakların baş olması” ihtimalini Başbakan’dan duymak az şey değil. Ben, Aysun Kayacı’nın, oyu kendisininkiyle eşit diye pek kızdığı çobanın halini düşünüyorum şimdi. Kayacı’nın, pek safiyane sarf ettiği yakınmaya bakıp, “demek ki yerim AKP” diyen çoban, bu kez Başbakan’ın “ayaklar” diye tanımladığı kesimler içinde olduğunu öğrendi. Ne olacak peki şimdi? İster misiniz Marks okumaya başlasın. Olacağı bu. kemalerdemol@yahoo.co.uk Fatih Akın, ‘Yaşamın Kıyısında’ filmiyle 4 ödül birden kazandı. (Fotoğraf: Reuters) ge kıyılarındayım, Ege yollarındayım... Yazarken yollardayım ama siz bu yazıyı okuduğunuzda hedefe, yani İzmir’e çoktan varmış olacağım... TÜYAP İzmir Kitap Fuarı’nın son gününde Hikmet Çetinkaya ve Ege Bölge Temsilcimiz Serdar Kızık’la birlikte Cumhuriyet Kitapları standında sizlerle birlikte olacağız.... Sohbetlerde, tartışmalarda, düşüncelerde ve düşlerde kucaklaşıyor olacağız... İzmir Kitap Fuarı “Ege’de Şiir” teması üzerine kuruldu. Bu yılın onur konuğu Arif Damar. Yol boyunca, yani İzmir yolu boyunca iki dize var içime yerleşmiş Arif Damar’dan: “Sunu” adlı, iki dizelik bir şiir... “İlle de görmek için mi beklenir güzel günler / Beklemek de güzel...” Umutsuzluğa meydan okuyan şiirlerin doruğundandır benim için bu iki dize...Tekrarlayıp duruyorum: “İlle de görmek için mi beklenir güzel günler / Beklemek de güzel...” Yol boyunca 80 yaşa meydan okuyan Arif Damar’ın yola ilişkin şiirlerini düşünüyorum: Çok genç yaştan başlayarak adamıştı kendini şiir yoluna, aydınlık bir gelecek yoluna, daha güzel, daha eşitlikçi bir dünya yoluna, toplumun mutluluğu yoluna... Kısacası aydınlık bir yola adamıştı yaşamını ve şiirini... E ESİNTİLER ZEYNEP ORAL İzmir Kitap Fuarı’na Giderken... na bir türkü öğretsen... Bana bir türkü öğretsen / Beraber olunca söylesem / Ayrı kalınca söylesem Seni unutunca söylesem... Bana bir türkü öğretsen / Geldiğim yerlere er geç dönebilsem / Sevebilsem her şeyi yeniden sensiz / Sensiz vazgeçebilsem / Gece demesem gündüz demesem Kimseleri dinlemesem / Hem yürüsem hem söylesem / Hem söylesem hem yürüsem” Bu köşeye sığdırabilmem olanaksız Arif Damar’ın sevdiğim tüm şiirlerini. Siz en iyisi onun kitaplarını alıp okuyun. Ah, elbet kitaplarda belki deniz kıyılarından toplamayı, saklamayı, biriktirmeyi sevdiği, boyamayı sevdiği, dostlarına armağan etmeyi sevdiği deniz kabuklarını bulamazsınız ama olsun, her şiir denizin ve kıyıların tüm nimetlerini getirip düşlerini Ama bu yol boyunca da dünyaya, çevresine “gönül gözüyle” bakmaktan, gönül gözüyle görmekten asla vazgeçmedi. Zaten “Yol gider ah nasıl da...” adlı şiirinde bir güzel anlatır o “Çın çın nasıl da bir aydınlık... hiç beklenmedik bir zamanda, hiç beklenmedik bir yerde...” Bireyden topluma uzanan yolda bilgi, birikim, eleştiri, sorgulama, tartışma kadar önemli olan gönül gözüyle görebilme yetisinin de önemini nasıl anlatsak ki gönlü yok sayanlara... Nasıl anlatsak ki.. dedim ve yanıtını değilse de, yanıtı aramak için ipucunu yine Arif Damar’ın başka bir şiirinde verdiğini anımsadım: “Yol yorgunu” şiirinde Aif Damar şöyle sesleniyordu: “Bana bir türkü öğretsen / Ayın aydınlığında söylesem / Gecenin karanlığında söylesem / Yağmur yağınca söylesem / Toprak uyanınca söylesem / Ba ze yerleştirebilir yine de... İzmir’e varmak üzereyim... Doğru TÜYAP Kitap Fuarı’na... Yolda giderken, İzmir’e giderken, birden kalemin kâğıdın ucuna İzmir tutkum takılıverdi... Uyduruyorum: Kâğıt kalem ne gezer! Kucaküstü bilgisayarımda, ekranın ucuna takılıverdi: Benim canım İzmir’im... Ben seni en çok, Şair Eşref’ten Halit Ziya’ya; Yakup Kadri’den Salâh Birsel’e; Necati Cumalı’dan, Samim Kocagöz’den, Tarık Dursun K’nın kitaplarından sevdim... Bir de Attilâ İlhan’ın şiirlerinden... Attilâ İlhan’ın şiirlerinde Kordonboyu alev alev yanar, Basmane’de ya da Pasaport’ta kadınlar yağmuru durdurur, rüzgârı değiştirirler. “Belki 30’lardan mehtap yorgunluğu İzmir / Körfez’de şerefine donatılmış vapurlar / Nerede ne zaman kaç kere yaşadık / Nasıl bir sevdaysa eskitememiş yıllar / Bitirdiğimiz her şeye yeniden başladık / Dudaklarımızda birbirimizden mısralar”... İşte “Nasıl bir Sevdaysa”.. ben öyle sevdalandım İzmir’e. Belki de ne bileyim Dinçer Sümer’in “İzmir Sevgilim” şiirinde dediği gibi “Belki de adı İzmir bir sevgilidir”... İşte böyle İzmir’e geldim, yol bitmedi.. ‘Yaşamın Kıyısında’ 4 dalda ödül aldı Kültür Servisi Fatih Akın, “Yaşamın Kıyısında” adlı filmi ile Berlin Lola Film Ödülleri’nde en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi senaryo ve en iyi kurgu dallarında 3 milyon Avro’lukAltın Alman Film Ödülü’ne değer görüldü. Akın, Alman Kültür Bakanı Bernd Neumann’ın da katıldığı cuma günkü ödül töreninde yaptığı teşekkür konuşmasında, filmleri ödül için değil yaşam için çektiğini dile getirdi. 1951’den beri verilen ve Almanya’nın Oscarları olarak değerlendirilen Lola ödüllerinde Gümüş Alman Film Ödülü’nü bu yıl Doris Dörrie’nin “KirschblütenHanamai” (Kiraz Çiçekleri) adlı filmi kazanırken, Bronz Alman Film Ödülü de Dennis Gansel’in “Die Welle” (Dalga) adlı filmine verildi. Bugüne dek Cannes Film Festivali’nde ‘Ekümenik Jüri’ ve ‘En İyi Senaryo’; Avrupa film ödüllerinde ‘En İyi Senaryo’; Filipin Cinemanila Uluslararası Film Festival’inde ‘Lino Brocka’ ödüllerine; Sevilla Avrupa Film Festivali’nde ‘Kritik Ödül’e ve Avrupa Parlamentosu’nun sinema ödülü ‘Le Prix Lux’e’ de değer görülen film, aynı zamanda Almanya’nın ‘En İyi Yabancı Film’ dalında Oscar adayı olmuştu. zeynep@zeyneporal.com