23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 C cüsü olduğumuzu söylüyoruz.” Yani bu projede sizi asıl etkileyen Paris ile Helen’in aşkı değildi. Troya gibi bir projeyi hayal etmezini sağlayan neydi? “O hikayedeki Anadolu birliği çok önemli. Bize gösterilen haritalarda onlarca beylik gibi gösterilen şey aslında ilk birliktelik. Milattan Önce bin 180’de Mısır’da savaşırken de Anadolu halkları birleşiyordu. Hitit ordusu birleşik bir orduydu. Nasıl Çanakkale’de savaşan ordu birleşikte Troya’da da Anadolu’nun dört bir yanından gelenler var. Bu birliktelik duygusu Anadolu’nun genlerine işlemiş. Asıl etkileyici olan da buydu.” Troya’yı hazırlarken hangi kaynaklardan yararlandınız? İlyada’yla ilgili uluslararası kaynaklardan bir harman yaptınız mı yoksa belli bir çeviriyi mi ana kaynak aldınız? “İlyada’nın kendisi başlı başına bir kaynak. İlyada’da Azra Erhat’ın ve Ahmet Cevat Emre’nin yorumları çok önemli. Birkaç İlyada çevirisini karşılıklı okuyarak yorumladık. En önemli desteği ise tarih danışmanız olan ve Troya’yı halen kazan arkeolog Doç. Dr. Rüstem Aslan’dan alıyoruz. Rüstem Hoca, Almanya’da basılı eserlerin ilgili bölümlerini de bize getirdi. Uluslararası bir araştırma da yaptık tabi.” Gösteriyi hazırlarken başta Troy olmak üzere bu efsaneyle ilgili filmleri tekrar tekrar izleme yolunu mu seçtiniz, yoksa etkilenmemek için izlememe gibi bir yol mu denediniz? “Bu konuda yapılan bütün filmleri izledik. 1950’lerde 60’larda yapılanlar var. Hepsinde yorumlar farklı farklı. Son film ise ağırlıklı olarak savaş ve başroldeki kişinin daha çok öne çıkarılmasını öngören bir performans filmi. Ama oradaki Aşil doğru değil. Kitapta öyle bir Aşil yok. Troya’nın kahramanı Hektor’dur. Aşil zaten yarı tanrıdır ve adil olmayan bir yöntemle gerçek insanlarla savaşmış. Ayrıca filmlerde ve bazı kitaplarda vurgulanmayan bir şey daha var. İlyada dünyadaki ilk feminist romandır. Cassandra’nın orada üstlendiği şey çok önemli. Herşeyi bilmesine rağmen erkeklerin köşeli dünyasında kadın olduğu için aşağılanıyor. Bizim gösterimizde aynı zamanda Troyalılar’ın kadınlarla birlikte yaptığı direniş de anlatılıyor. Amazon kadınlarının bir yorum olarak yer alması da hikayeyi eşsiz kılıyor.” Filmlerin bazı sahnelerde etkisi oldu mu? “Hektor’la Aşil’in nasıl savaştığı İlyada’da açık açık anlatılıyor. Filmde Aşil aşağıdan Hektor’a ‘İnsene aşağı’ diye bağırıyor. Böyle birşey yok. Orada 500 tane okçu var. Aşil’i indirirler aşağı. Orada teke tek düelloya davet eden Hektor oldu. Bütün Troyalılar kaleye girdiğinde Hektor tek başına kalır ve ‘Kozumuzu paylaşalım. Daha fazla insan ölmesin’ der. Biz balkondan bakan bir Hektor canlandırmadık. Daha geniş teknik olanaklara sahip olsaydık başka şeyler de yapacaktık. Benim buradaki amacım ilgili tanrıları da yukarıya asmaktı. Onu beceremedik. İstediğim seti kuramadım.” Gösterinin ilk bölümünde ‘Troya halkı yalnız değildir’ denilerek savaşa katılan Anadolu halkları teker teker sahneye geliyor. Bölümün sonunda ise bütün dansçılar topluca sahneye çıkarak Hakkari ezgisiyle halay çekiyor. Burada Hakkari’ye bir pozitif ayrımcılık olmuş sanırım? “Öyle bir pozitif ayrımcılık durumu yok. Ancak birlikteliği anlatmakta en güzel şey ha röportaj YANSIMA 2 MAYIS 2008 CUMA Yeşil Kanser OSMAN İKİZ deki program, BBC’ ‘’yeşil devrim’’ diye yutturulan modern tarım üretimi yüzünden, üreticilerin kanserin pençesine nasıl düştüğünü yerinden röportajlarla anlatıyordu. Röportajlar Hindistan’ın zengin tarım bölgesi Pencap’ta yapılmış. 1970’lerdeki modern tarım üretimiyle görece refaha ulaşmış köylüler genç yaşta ölenlerin zehirli haşere ilacı yüzünden kansere yakalandıklarını öğrenmişler ama hala kendilerini ‘’yeşil devrim’’ tuzağına düşürenlerden medet umuyorlar. Dünyadaki sömürünün de, adaletsizliğin de, katliamların da, savaşların da, her türlü belanın da sürüp gitmesinin başlıca sebebi de zaten bu değil mi... Görüyor ama anlamıyorlar. Tıpkı Nazım’ın “Kabahatin birazı da sen de be kardeşim” dizesindeki gibi. Yeşil devrim’in yol açtığı felaket sadece Pencap’la sınırlı değil. Türkiye de aynı belanın içinde. Ama birçok hayati konu gibi tarımın sorunları da yıllardır türbanaltı oldu. BBC’deki programın özeti şöyle: Bir Anadolu efsanesi bu toprakların diliyle anlatılıyor Mustafa Erdoğan, son projesiyle Troya’yı bir Yunan adası sanan Batılılara inat, Homeros’un Anadolulu, Troya’nın da Anadolu’da olduğunu vurguluyor Gülşah DURAK ibirya’dan Katar’a, Amerika’dan Japonya’ya kadar dünyanın dört bir yanında gerçekleştirdiği binlerce gösteride ayakta alkışlanan Anadolu Ateşi’nin Genel Sanat Yönetmeni Mustafa Erdoğan, yeni bir masal daha anlatıyor. Üç bin yıllık Troya efsanesi Mustafa Erdoğan’ın yaptığı gösteriyle hayat buluyor. “Troya’yı Yunanistan’da bir ada sanan” batılılara inat Erdoğan, Homeros’un Anadolulu, Troya’nın da Anadolu’da olduğunu vurguluyor. “Troya bizim” demekle yetinmiyor, Anadolu Ateşi’nden daha kapsamlı bir gösteri sunabilmek için dünyanın en iyileriyle çalışıyor. 8 Nisan’da ilk gösterimi yapılan 3.5 milyon Euro bütçeli Troya’da ilkler yaşanıyor. Dansçılar uçuyor, robotlar kullanılıyor, yurtdışından dansçılar getiriliyor, Yücel Arzen’in muhteşem müziklerini Prag Filarmoni Orkestrası çalıyor, kostümler için binlerce metre kumaş harcanıyor. “Bir Anadolu efsanesi, Anadolu’nun dans diliyle anayurdunda canlanıyor’’ diyen Mustafa Erdoğan bir masalı daha gerçek yapıyor. Biz de Mustafa Erdoğan’la Troya’yı, dansı, yeni projelerini ve yurtseverliği konuştuk. Sizin geldiğiniz memleketiniz efsanelerin, masalların diyarı Mezopotamya. O kadar efsane arasından niye Ege kıyılarındaki yaşanmış olan Troya’yı seçtiniz? “İlyada ve Troya efsanesiyle Mezopatamya destanları ve masalları arasında zaten çok önemli benzerlikler var. Mezopotamya ozan ve dengbej geleneğinin olduğu bir yer. Homeros da bu toprakların ilk ozanı. Homeros’tan Yaşar Kemal’e kadar olan evrede binlerce, milyonlarca halk ozanı yaşamış bu topraklarda. Biz sözlü edebiyat ve sözlü folklor geleneğinin tamamını onlara borçluyuz. Bizim kulağımıza çocukken bu masallar üflendiği için destan dili, masal dili ve o bölgenin mistik havası bizde böyle birikim yarattı. Ortaokulu Ankara’da okuduk Hakkari’ye gidişimiz 12 Eylül’ün bir öncesine ve sonrasına denk gelir. Hakkari’ye Cumhuriyet Gazetesi iki gün sonra gelirdi. Kültür sayfasını okuduğumuzda orada anlatılan etkinlikler çoktan bitmiş olurdu ama biz yine de onların yorumlarını okurduk. Melih Cevdet Anday, Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat’la tanışmamız Cumhuriyet sayesinde oldu. Onların Anadolucu yaklaşımı bizim çok ilgimizi çekti. Şimdi de biz Anadolu’da yaşayan tüm kültür katmanlarının sürdürü HİBRİD TOHUM TUZAĞI 1970’li yıllarda üreticilere yeni bir tohum verildi. Hibrid tohum adı verilen bu tohumu üretici bir kez kullanabiliyor. Bu yeni tohumla birlikte kimyasal gübre ve yeni haşere ilaçları kullanılmaya başlandı. Bu tohumla yapılan üretimin bir özelliği de çok suya gereksinim duyulması. Pencaplılar, ABD tarafından 1960’larda dünyaya yeşil devrim diye sunulan hibrid tohumlarla kısa sürede bol ürün alarak hayat standartlarını yükselttiler; ancak bir süre sonra kanser vakaları başgöstermeye başladı. Pencap Üniversitesi’nde yapılan araştırmalarda kanser vakalarına haşere ilacının yol açtığı belirlendi. Araştırmalar ilerleyince otlakların ve içme sularının da zehirlendiği anlaşıldı. Dahası sütte de haşere ilacı kalıntılarına rastlandı. Üstelik artık toprak da eskisi gibi verimli değildi. Köylüler ise işin mahiyetini anlamakta hala zorlanıyor. Gene bol ürün alabilmek umuduyla habire haşere ilacı sıkıyorlar. Sıktıkça kendinilerini zehirlediklerinin de farkında değiller. S ‘Tamamen estetik müdahale’ Dansçıların kostümlerinin gereğinden fazla kapalı olduğu yönündeki iddiaları nasıl değerlendiriyorsunuz? “Kostümlerde özellikle kapatma durumu söz konusu değil. Hatta bazı sahnelerin fazla oryantalist olduğu yönünde de eleştiriler var. Hem tarih danışmanımızın görüşleri, hem de o dönemindeki kabartmalara bakarak kostümleri belirledik. Yunan tarafındaki erkeklerin bacaklarının daha açık olması gerektiği görüşü doğrudur. Provalarda onu da denedim. Akalı savaşçıların bacaklarını çıplak, Troya’lıları ise giyili denedim. Ancak sahnede hoş durmadı. Herkesin bacağı da o kadar güzel değildi. Taytsız olanlar biraz komik durdu açıkçası. Siyah taytla sahenede daha görünür hale getirmek istedim. Tamamen estetik müdahale. Anadolu Ateşi’nde daha açık kostümlerle dans ettik. Onları kapatmadım bunu nasıl kapatırım? Bu konuda kimseyi dinlemem.” Yurtdışında da aynı formatı mı uygulayacaksınız? Gösterinin sonunda Çanakkale Savaşı’nı mı göstereceksiniz? “Orada bütün savaşlardan bahsediyoruz. Çanakkale de son Troya savaşıdır. Bunu Avustralyalı da Hintli de İngiliz de Fransız da biliyor. Çocukları orada yatıyor. Gösterinin sonunu yerellik kaygısıyla hazırlamadık. Tarihsel doğrular açısından öyle birşey koyduk.” Bundan sonraki hedefiniz nedir? “Öncelikle Troya’yı layık olduğu yere getirmek. Asıl sınav şimdi başlıyor. Davetlilerin dışında artık halk geliyor. En iyi hakem odur. Halkın nerede reaksiyon gösterdiğine bakacağız. Onlara iletemediğimiz yerlere müdahale edeceğiz. Bir de yıllarımızı Troya diye diye hayal kurarak geçirdik. Şimdi boşluk oldu. Tabi ki yeni projelerimiz var ama en azından birkaç ay Troya’ya yoğunlaşacağız.” Bir çocuk müzikali hazırlayacağınızı söylemiştiniz. Bunun için hazırlıklara başladınız mı? “Aslında bu hadiseyi büyütmek gerek. Çocuk müzikali diye geçmemek gerek. Küçük bir proje gibi algılanmasın. Troya’dan daha büyük bir hadise olacak.” Anadolu Ateşi’nde de Troya’da da bu memleketteki birlikteliğe, barış ve kardeşlik duygusunu vurgu yapıyorsunuz. Yurtseverlik denilen şeyin bu olduğunu düşünüyorum. “Yurtseverlik 12 Eylül’den önce kulalnıdğımız bir kavramdı. Son dönemde farklı çevreler başka anlamlarda kullanıyor ama yurtseverlik bu. Bu toprakların üzerinde yaşayan her rengi sevebilmek, herşeyine sahip çıkmak demek. Benim Hakkarili olarak Karadeniz’e, Karadenizli’nin Muğla’ya Aydın’a sahip çıkması gerekir. Referans noktamız ortak bir tarihin sürdürücüsü, mirascısı olduğumuz gerçeği. Ancak böyle düşünerek büyük bir ülke olunabilir.” ABD’nin buluşu hibrid tohum, kimyasal gübre, haşere ilacı kıskacı felaketle sonuçlanacak. Aynı şey Türkiye için de geçerli. Uzmanlar anlatıyor ancak gazetelerin magazinleşmesinden, televizyonların reklam aralarında ara sıra yayınladıkları programlarda bu konulara verecek zamanları olmadığından kimse bilgilenemiyor. Hibrid tohumun birinci tuzağı çok su kullanılması. Çok su kullandıkça kimyasal gübreler ve haşere ilacları iyice yayılıp toprağı zehirliyor. İnekler zehirli çimen otluyor, tavuklar zehirli toprak üzerinde dolaşıyor. Zehir sulara da karşıyor. “Yeşil devrim’’i hatırlatmak için “Yeşil Kanser’’ denilen vakaların artması da bu yüzden. Türkiye’de siyanürle altın çıkarılmasına da bunun için karşı çıkılıyor. Normal bir insan zekasının kavrayabileceği, öngörebileceği tehlikeyi ülkeyi yönetenler nedense görmüyor. Ya da görmek istemiyor. Vahşi kapitalizm ne kadar yeraltı zenginliği varsa, kimsenin gözünün yaşına bakmadan talan etmek istiyor. O kadar gözü dönmüş ki Marx’ın dediği gibi yaptıklarıyla kendi mezarını kazıyor. Ama ne yazık ki aynı zamanda bizim de mezarımızı kazıyor. IDA FIYATLARI TIRMANACAK Dünyadaki gıda sıkıntısı biliniyor. Bunların hepsi birbirine bağlı. Worldwatch Enstitüsü, geçen ay raporunda şöyle diyordu: “Ekvatordaki çiftçinin sofrasındaki pirinçten, gurme Fransız’ın salyangozuna kadar tüm gıda fiyatları fırtına gibi tırmanıyor.’’ Gıda fiyatları daha da tırmanacak. BM Gıda Örgütü’nün tahminlerine göre fiyatlar üç yıl içinde yüzde 1050 arasında yükselecek. Aklımızdan çıkarmayalım, dünya ticaretinin yarısı gıda endüstrisi ve ona bağlı sektörlerin kalemlerinden oluşuyor. Bu piyasada korkunç bir rekabet var. Bu vahşet düzeyindeki rekabet ve para ihtirası yüzünden kıyamete sürükleniyoruz. Üstelik bunu bizi aptallaştırarak beceriyorlar. Nasıl mı? Bakın televizyona, büyük bir olasılıkla gene reklamlar akıl veriyordur. “Yiyiniçingezinharcayıneğlenin!!!!’’ osman.ikiz?tele2.se G SONU FELAKET “Yeşil devrim’’ diye yutturulan TEDAVİ GÖRDÜĞÜ HASTANE ODASINDA ALDI Fotoğraf: Uğur DEMİR layda omuz omuza olmaktır. Halaya özel bir kıyak yapmadık. O duyguya en yaklaşık olan şey rengarenk bir halaydı. Orada altı yörenin farklı adımları var.” Anadolu Ateşi gösterileri hiç durmadan devam ederken, yaz boyunca Aspendos’ta sahne alırken çok büyük emek gerektiren bu gösteriyi hangi arada hazırladınız? “Her arada bu gösteriye çalıştık. Paris turnemizi yaparken salondaki herkes Troya’nın sahnelerini gördü. Provaları izleyenler akşam gösteride şaşırdılar. Mısır piramitlerinin önünde de, Çin’de de, Amerika’da da Troya’ya çalıştık.” Bu proje fikri ne zaman çıktı, provalar ne zaman başladı? “Fikri aşama 9 yıl öncesine dayanıyor. 2003’te prova aşamasına başladık. O yıl iki aylık boşluğumuz vardı. Troya’ya yüklendik. Turnenin izin verdiği ölçüde kesik kesik çalıştık. Asıl yüklenme son sene oldu. 50 derece sıcakta Aspendos’ta, kaldığımız otellerin salonlarında çalışmalar yaptık. Dansçılar insanüstü bir gayretle çalıştılar. O sıcakta hem Anadolu Ateşi’nin temsilini yaptılar hem de Troya’ya çalıştılar.” Troya’yı nasıl tanımlıyorsunuz? Müzikal mi, tiyatral gösteri mi? “Troya için dans tiyatrosu, tiyatral dans gösterisi diyebiliriz. Sahnede şarkılar var ama canlı performans, dansçı şarkıcılar yok. Ama ileride öyle bir projemiz var.” Anadolu Ateşi gösterisinde her seferinde bir değişiklik oluyor. Troya’da da böyle değişiklikler olacak mı? “Bundan sonraki gösteriler arasında farklılar olacak. Mesela sizin galada izlediğiniz gösteride Hektor’un oğlu yoktu. Ancak artık var. Her seferinde bir şey ekliyoruz. İlk gösteriler tamamlandıktan sonra daha önemli değişiklikler olacak.” Troya gösterisinde kafanızda kurdu ğunuz fotoğrafa ulaştınız mı? “O hiçbir zaman mümkün olmuyor. Maalesef hayal ettiğin şeyle realize ettiğin şey arasında bir fark oluyor. Yüzde 2040 bir fire olur mutlaka. 10 yılda tasarladığımız koreografi, aksesuar, müzik gibi birçok şeyi kullanamadım. Yüzde 20 fire var. Bu normal bir oran. Zaman içinde bu telafi edilir.” Bu süreçte en çok zorlayan ne oldu? “Dünyada yerleşik bir Troy anlayışı var. Biz buradan çıkıp ‘Hayır Troya böyledir. Bu karakterde bir koreografi, müzikal doku, sanatsal yaklaşım var’ dediğimiz zaman zorluklar başlıyor. Batılılar’ın kafasındaki Troya imajını kırmak zor. Ama ilk izlenimler çok iyi. Onlar da farklı bir Troya görmekten memnuniyet duyuyorlar. Ayrıca böyle büyük bir prodüksiyon için maddi kaynak bulmak da çok zor. Bunu Anadolu Ateşi’nin bilet geliriyle yapmamız söz konusu olamaz. Bu kadar gecikmenin sebebi de zaten oydu. Sponsorları inandırmak büyük zorluk.” Troya projesini dört yıl önce gündeme getirdiğinizde Kültür Bakanlığı’yla sorunlar yaşadığınızdan söz etmiştiniz. Yine benzer sorunlar var mı? “Şu an Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ile hiçbir sorunumuz yok. Erkan Mumcu döneminde Aspendos’u alamamıştık. Bizim gösterimizi izledikten sonra manen destek olduğunu söyledi. Ertuğrul Günay göreve geldiğinde ona şunu söyledim: ‘Ben bu işe başladığımdan beri altı tane Kültür Bakanı değişti ancak 16’yı da göreceğim. Sizler burada olmayacaksınız. Şu an yapacağınız destek sizin açınızdan da Türkiye gösteri sanatları açısından da önemli katkılar olacak.’ Bakan Günay kendisi de Troya’yı çok iyi bilen bir insan olduğu için ilk günden beri çok hevesli.” Dağlarca’ya ‘Kültür ve Sanat Hizmet Ödülü’ Dağlarca’yı ziyaret ederek ödülünü veren Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, “Dağlarca 94 yaşında ve zekâsı pırıl pırıl. Kendisiyle geçmişten konuştuk” dedi. İstanbul Haber Servisi Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Dünya Fikri Mülkiyet Günü nedeniyle Türk Sanat Müziği Sanatçısı Semahat Özdenses’e huzurevinde, şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya ise tedavi görmekte olduğu hastanede “Kültür ve Sanat Hizmet Ödülü’’ verdi. Kültür ve Turizm Bakanı Günay, Dünya Fikri Mülkiyet Günü nedeniyle düzenlenen ödül törenine sağlık sorunları nedeniyle gelemeyecek olan Semahat Özdenses’i kaldığı Maltepe’deki Ünal Huzurevi’nde ziyaret etti. Günay, 95 yaşındaki Semahat Özdenses’e kaldığı odada “Kültür ve Sanat Hizmet Ödülü’’ ile bir demet çiçek verdi. Günay, Dünya Fikri Mülkiyet Günü olduğunu anımsatarak, fikir haklarının insanlığın gelişmesini sağlayan çok temel haklardan birisi olduğunu bütün topluma anlatmaya çalıştıklarını kaydetti. Ertuğrul Günay, daha sonra Marmara Üniversitesi Eğitim ve Uygulama Hastanesi’nde tedavi gören, şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı ziyaret ederek, “Kültür ve Sanat Hizmet Ödülü’’ ile bir demet çiçek sundu. Günay, hastaneden ayrılırken Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Türk şiirinin yaşayan en büyük şairi olduğunu belirterek Dağlarca’nın ödülü çok beğendiğini anlattı. Doktorların Dağlarca’nın durumunun geldiğinden bu yana daha iyi olduğunu söylediklerini aktaran Bakan Günay: “Dağlarca 94 yaşında ve zekâsı pırıl pırıl. Kendisiyle geçmişten konuştuk. Öğrencilik yıllarımda, 196070’li yıllarda, Dağlarca’nın ‘Kitap Kitabevi’ diye bir kitabevi vardı ve bir duvar gazetesi çıkarırdı. Buraya şiirlerini asardı. Arkadaşlarla akşam üzerleri bu kitabevinin önünde toplanır, oraya gelip giden önemli ve büyük yazarları takip eder, bazılarıyla konuşmaya çalışırdık. Orada Orhan Kemal’e imzalattığım bir kitap da var. Bunları anlattım, keyiflendi. Gerçekten hoş bir buluşma oldu. Kendisine daha sağlıklı yıllar diliyorum.’’ Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın sağlık durumunu hastaneye yattığı günden bu yana telefonla bizzat takip ettiğini anlatan Günay, insanların yaşlanınca bir neden olmadan da hastanede yatma ihtiyacı hissedebileceklerini söyledi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle