Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 Ülkesinden kaçmak zorunda kalan Khazai: İran’da mollalar da ılımlı olarak gösteriliyordu C haberler SÖZDEN YAZIYA GÜRAY ÖZ 24 AĞUSTOS 2007 CUMA ‘Yavaş yavaş gelirler’ Elçin POYRAZLAR BRÜKSEL Brüksel’de Zerdüştlük Çalışmaları Avrupa Merkezi Direktörü Dr. Khosro Khazai, İslami devrim sonrası İran’dan ayrılmak zorunda kalan ve ülkeye getirilen bu dini rejime karşı savaş veren bir bilim insanı. Türkiye’de son dönemde yaşanan gelişmeleri yakından izleyen Ortadoğu ve Orta Asya Medeniyetleri uzmanı Khazai, ülkede giderek güçlenen siyasi İslama dikkat çekiyor. Khazai, Türkiye’ye İslami rejim gelirse bunun devrimle değil “çok yavaş” getirileceği görüşünde. İran’daki İslami devrimden bu yana Belçika’da yaşıyorsunuz… 1978 yılında Belçika’nın Gent Üniversitesi’nde doktora öğrenimimi tamamladıktan sonra İran’a geri döndüm ve Şiraz Üniversitesi’nde çalışmaya başladım. Ben geldikten 9 ay sonra öğrencilerin önayak olmasıyla devrim başladı. Ben İslamcı devrime karşıydım ve hayatım tehlikedeydi. Bu nedenle Belçika’ya geri dönerek İslamcı devrim karşıtı yazılar yazmaya başladım. Amacım birkaç yıl burada mücadele verdikten sonra İran’a geri dönmekti. Ancak yazılardan sonra pasaportuma el kondu ve bundan üç yıl sonra da annem ve babam vahşi bir biçimde katledildiler. Bir daha da İran’a asla dönmedim. İran’daki devrimin asıl hedefi neydi? O dönem insanlar bunun Şah’ı devire cek ve ülkede siyaset değişikliğine yol açacak İran devrimi olduğunu savunuyorlardı. Oysa bu tamamen dini rejimi yurtdışına ihraç etmeyi de hedefleyen İslamcı bir devrimdi. Tüm Müslüman komşu ülkeler bu ihracın hedefi oldu. Kaynayan Kazandaki Türkiye Beklenen, istenen, ABD istekleri karşısında çaresiz ve gönüllü, AB’nin dayatmalarına karşı direncini yitirmiş bir Türkiye’dir. Yeni dönemin bu işi başaracak iktidarının karakteristik çizgisi, gerçek bir çoğunluk tarafından desteklenmesi, yasalar açısından meşru olmasıdır. Ama bu durum ne yazık ki ülkemizi sivil, uygar bir demokrasiye dönüştürmüyor, tam tersine tehlike ve tehditlere daha açık bir hale getiriyor. Korkarız ki dini referanslarla çalışan, ama laik bir ülkeyi yönetmeye niyetlenen partinin toplumsal tabanını oluşturan, tarikatlara bölünmüş kitle, yakın bir zamanda daha açık isteklerle yeryüzüne çıkacaktır. Bu “icracı”, Madımak’tan sabıkalı zeminin yarattığı tehdit, daha fazlasını isteyen terör örgütlerinin beslendiği alan olmaya adaydır. Gerçeğin, AB’den destek gören sahte bir liberal demokrasi kılığında karşımızda boy göstermesi pek bir şey değiştirmeyecektir. Diğer bir gerçek de AKP’nin söylemediklerinin, söyleyemediklerinin İkinci Cumhuriyetçi, sıkı serbest piyasacı, Avrupacılar, Amerikancılar tarafından dile getiriliyor olmasıdır. Solla ve cumhuriyetin kuruluş ilkeleriyle mücadeleyi AKP adına onlar yürütmektedirler. ??? Zor bir döneme girdiğimiz ortada. Sivil desteğe sahip, meşru bir parti ülkenin kuruluş ilkelerine karşı bir devrimin mimarlığına soyunmuştur. Emperyalizme karşı korunmasız, ABD’nin daha fazla güdümünde, AB’ye direncini yitirmiş, kapitalizmin en vahşisinin, finans dünyasının krizlerinde sallanıp duran bir ülkedir artık ülkemiz. Çare, sivil desteği, halkın, çalışanların, yoksulların desteğini bu partiden geri almaktır. Karşıdevrimi durdurmak için emperyalizmin bölgemizdeki oyunlarına dikkat etmek, serbest piyasacı ikinci cumhuriyetçilerin her türlü maceraya açık zırvalarını hızla çürütmek, açığa çıkartmak şarttır. İdeolojik cephede ikinci cumhuriyetçi çeteyle mücadele, AKP’nin foyasının meydana çıkartılmasının olmazsa olmaz koşulu haline gelmiştir. Perdeyi kaldırmazsanız, gecenin karanlığını fark edemezsiniz! guray.oz@cumhuriyet.com.tr Ortadoğu ve Orta Asya Medeniyetleri uzmanı Dr. Khazai, zenginlerin, öğrencilerin, sözde aydınların sokaklarda mollalar için destek gösterileri yaptıklarını ama “devrimden” sonra hepsinin ülkeden kaçmak zorunda kaldıklarını söyledi. manları da etkiledi. Örneğin o döneme kadar üniversitede türbanlı tek bir kıza rastlamazdınız. Bugün İran için yeni bir kültür hareketi üzerinde çalışıyorsunuz… İran’daki teokratik rejime nasıl karşı koymamız gerektiği konusunda çok açık bir ayrıma gitmek gerekir; bu da ülkedeki rejimin siyasi değil dini bir rejim olduğu gerçeğidir. Bununla siyasi değil ancak kültürel bir savaşım yapılabilir. Dini bir rejime sosyalizmle, kapitalizmle ya da liberalizmle karşı koyamazsınız. Çünkü İslami rejimin içindeki unsurlara karşı, demokratik bir tartışmaya açık olmamasından ötürü siyasi araçlarla savaşmanız mümkün değildir. İslamcılıkla demokrasinin uyuşmadığını mı söylüyorsunuz? Kesinlikle uyuşmazlar. Ben buna derinden inanıyorum. 28 yılda İran’da İslamın ne olduğunu çok iyi öğrendik biz. Türk aydınları toplumun İslamlaştırılmaması için sokaklarda gösteriler yaptılar. mollalar da ılımlı olarak nitelendiriliyordu. OLLALARIN DEMOKRASİ GETİRECEKLERİ SANILDI’ Mollalar devrim öncesi hiçbir zaman İslami bir sistem getireceklerini söylemediler. Şah’ı devirecekleri, iktidara gelecekleri ve demokrasi getirecekleri sanıldı. “Bizimle herkes seçiminde özgür olacak” diyorlardı. Devrimden sonra olan oldu. Mollalar çok akıllı davrandı. AKP’nin ise kafası karışık gibi görünüyor buradan. Bir tarafta AB’ye girmeye çalışıyorlar öte yandan eşleri başlarını örtüyor. Eğer AB’ye girerse Türkiye’de İslami bir devlet kurma hedefi de yok olacak. Belki onlar da ne yaptıklarını bilmiyorlar. Ya da AB’ye girmek istedikleri yolunda bir popülizm oyunu oynuyorlar. Başka bir tez de AKP’nin AB üyelik sürecini, laikliğin güvencesi olan Türk ordusunun gücünü eritebilmek için sürdürmek istediği yolunda. Size bu tez inandırıcı geliyor mu? Bu da oldukça güçlü bir tez. İslamcı bir gündemle ordunun rolünü bu yolla azaltmayı hedefliyor olabilirler. Ancak yine de ben ordunun demokratik sürece müdahale etmesini çok sağlıksız buluyorum. Kendini modern ve demokratik bir ülke olarak kabul eden Türkiye’de bu mantıktan kurtulmak gerekli. İslamcılardan hiç hoşlanmıyorum ama seçimle gelmiş bir İslamcıyı askeri darbeye tercih ederim. Türkiye’de gerilim yaratan konulardan biri de türban meselesi. Buna nasıl bakıyorsunuz? İran’da kadınlar dini inançları yüzünden değil mecbur oldukları için ve korkularından başlarını kapıyorlar. Başlarını kapamazlarsa dayak ya da hapis cezası alıyorlar. Türkiye ve diğer Müslüman ülkelerde ise türbanı kadınlar ya gerçekten inandıklarından ya da siyasi sembol olduğu için takıyorlar. Ba na sorarsanız türban İslamcı hareketin siyasi bir sembolüdür. Ben hiçbir kadının kendiliğinden türban takacağına inanmıyorum. ‘KOCA BİR YALAN’ Avrupa’da yaşayan Müslüman kızlar türbanı “kişisel özgürlük” olduğu için taktıklarını savunuyorlar. Bu koca bir yalan Demokratik sistemi kendi çıkarları için kullanmak istiyorlar. Çünkü İran’a gidip türban takmamak gibi bir şansları yok. Sizce Türkiye’de rejim değişikliği tehlikesi var mı? Türkiye’de İslamcı hareket oldukça güçlü. Laiklik aydın kesimde yaygınken Anadolu’da İslamcı kültür egemen. Türkiye’de İslami rejim gelirse bu İran’daki gibi devrimle olmayacaktır. Oldukça yavaş ve çok yumuşak bir biçimde gelecektir. Bunun iki nedeni var: Avrupa’ya olan coğrafi yakınlığı ve İran’daki devrim tecrübesi. İran’ın da siyasi İslamın yükselişinde payı var.. Bugün İran’daki rejim AKP’yi destekliyor Türkiye’nin İslamcı bir yapıya bürünmesini istiyor. Devrimin hedeflerinden biriydi bu. Gelecek on yılda da Türkiye’de siyasi İslamın güçleneceğinden hiç kuşkum yok. Bu sadece Türkiye için geçerli değil, Avrupa için de aynı şey söz konusu. Batı toplumunda siyasi İslam daha fazla hissedilecek. Türkiye’yi gergin siyasi bir dönem bekliyor. Bu konuda tavsiyeleriniz var mı? Türkiye’de hem laiklik hem de İslam arzusu var. Bu da bir Müslümanın yaşayabileceği en zor ikilemdir. Türkiye’de yaşanan bu krizden ciddi anlamda iyi ve yapıcı bir sonuç alınabilir. Türklerin ülkelerinin gerçekleriyle yüzleşmesi ve demokrasi yönünde harekete geçmesi gerekli. Türkiye’deki akıllı insanlar, dayatmaları reddedip Türk toplumunun ne olması gerektiğini görerek tehlikeye karşı birleşme yoluna gidebilirler. Böylelikle ülkede İslamcı olmayan demokratik güçler birleşebilir. İslamcı hareket şaka değildir, çok ciddi bir konudur ve ciddiyetle ele alınmalıdır. ‘M ‘DERS OLMALI’ Türkiye’deki pek çok aydın bunun bir tehlike olduğunun farkında. 28 yıl önce İran’da bunun tam tersi yaşanıyordu. Kürklü zengin kadınlar, öğrenciler, sözde aydınlar, sokaklarda mollalar için destek gösterileri yapıyorlardı. Devrimden sonra hepsi ülkeden kaçtı. İran rejimi Türkiye için bir ders olmalı. Dünyada 57 Müslüman ülke bulunuyor. Bunların hangisinde tam anlamıyla demokrasi var? İslamcılık ve demokrasi ateş ve su gibidir. Türkiye’de AKP hükümetinin gizli İslamcı gündemi olduğuna yönelik kuşkular bulunurken Avrupa AKP’nin Müslüman demokrat olduğu görüşünde. Ben ılımlı Müslümanlığa kuşkuyla yaklaşıyorum. İran’da devrim öncesi ‘TÜRKİYE DE HEDEFTİ’ Pakistan bu devrim sonunda İslam Devleti adını aldı, Cezayir ve diğer Müslüman ülkeler İslami devlete sahip olmak için harekete geçtiler. Türkiye de bu devrimin hedeflerinden biriydi. Ancak Türkiye arka arkaya gelen darbeler nedeniyle bu tehditten bir şekilde kurtulmuş oldu. Bu devrim Avrupa ve diğer Müslüman ülkelerdeki Müslü Sezer’den anlamlı veda ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, şehit ve gazilerin “Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza kadar yaşayacağının, devletin tekil yapısının asla değişmeyeceğinin” simgeleri olduğunu belirtti. Cumhurbaşkanı Sezer, veda ziyaretlerine başladı. Sezer, bu çerçevede, Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı’na ziyarette bulundu. Cumhurbaşkanı Sezer, Türk Silahlı Kuvvetleri Rehabilitasyon ve Bakım Merkezi’nde tedavi görmekte olan gazileri de ziyaret ederek Türk ulusu için gösterdikleri özveri nedeniyle teşekkür etti. Sezer, gazilere hitaben yaptığı konuşmasında şunları kaydetti: “Değerli Gaziler, Türkiye Cumhuriyeti’nin 10. Cumhurbaşkanı olarak görevimi devretmeden önce ülkemizin yüz akı olan sizlere veda etmek istedim. Yüce Atatürk, ‘Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir’ sözüyle, ulusumuzun yaşam felsefesini ve geçmişten günümüze taşınan soylu kişilik özelliklerini en güzel biçimde dile getirmiştir. Şehitlerimiz ve gazilerimiz, Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza kadar yaşayacağının, devletin tekil yapısının asla değişmeyeceğinin, ülkenin her karış toprağının kutsal bir emanet olduğunun, Türk ulusunun bu uğurda hiçbir özveriden kaçınmayacağının ölümsüz simgeleri olarak gönüllerdeki saygın yerini almıştır. Türkiye’nin varlığını korumak, Cumhuriyetin temel değerlerini ödünsüzce yaşatmak için yılmadan savaşım veren, yurdumuzu savunmak, bölünmez bütünlüğümüze sahip çıkmak için gerektiğinde şehit ve gazi olmayı büyük bir onur sayan sizler, ulusumuzun soylu kimliğinin en seçkin temsilcilerisiniz. Kahramanlıkları ve cesaretleriyle övündüğümüz gazilerimizin, seçkin kişiliklerine yaraşır koşul ve olanaklara kavuşmalarının sağlanması, sorunlarına ilgi gösterilmesi ve kalıcı çözümler üretilmesi, haklı beklentilerinin karşılanması konusunda herkesin, sorumluluklarının bilinciyle hareket edeceğine ve üzerine düşeni yapacağına yürekten inanıyoruz. Ulusum ve devletim adına sizlere teşekkür ediyor, hepinizi sevgiyle kucaklıyorum. Hoşça kalın.” usya ile Avrupa arasındaki, tarih boyunca sürmüş çalkantılı aşk ilişkisi yeni bir soğukluk, küskünlük dönemine girdi. Doğalgaz akışı sürse de Merkel Almanyası ile Sarkozy Fransası artık küreselleşme çağının tüm kurallarına tam uyma konusunda kararlılık gösteriyorlar. ABD ile ikirciksiz dayanışma zamanı gelmiş demek ki! Geçmişin mesafeli, kelimenin her iki anlamında “pasifist” duruşu, gizli desteği yerini açık uyuma, politikalarda tam bağımlılığa bıraktı. Kuşkusuz geçmiş zamanların devi Rusya da çaresiz değildir. Dostluklar, düşmanlıklar her zaman yeniden gözden geçirilebilir. Çin’le başlayan yeni aşkın meyvelerini verme zamanı neden gelmiş olmasın? Rusya ile Çin’in önderliğindeki Şanghay İşbirliği Örgütü, geçen günlerde, 917Ağustos tarihleri arasında eski Sovyet cumhuriyetlerine musallat olan Soros darbecilerini korkutacak, Batı’yı düşündürecek bir askeri manevra gerçekleştirdi. Rusya ve Çin ordu birliklerinden oluşan, diğer ŞİÖ ülkelerinin sembolik düzeyde katıldığı manevranın özelliği, Şanghay’ın sivillikten kurtulup NATO benzeri bir örgüte dönüşme niyeti göstermesiydi. Hem askeri bir tatbikattı hem de tıpkı ABD’nin, NATO’nun kendi faaliyetlerinin gerekçesine benzer bir gerekçesi vardı: “Terorizmle mücadele”. ABD ise Ortadoğu’daki çalışmalarını yeni bir aşamaya taşıma noktasına geldi. ABD’li stratejistler bölgenin yeniden dizaynına Irak’ı üçe bölerek başlamak üzeredirler. Hazırlıklar hemen hemen tamamdır. Irak’taki bağımlı ve güçsüz merkezi hükümetin silahsız bırakılması, Kürt bölgesinin ve çevre ülkelerin silahlandırılması boşuna değildir. Uzakdoğu’da Kuzey Kore de inatçılığı neredeyse bırakmış, reaktörlerini kapatmış, Güney’le Kuzey’i birleştirmenin, tıpkı DoğuBatı Almanya örneğinde olduğu gibi ABD ile “iyi ilişkiler” içinde “güzel, piyasacı bir Kore” yaratmanın yolu açılmıştır. İran üzerinde çalışmalar da yoğunlaşacaktır. Zaman gittikçe kısalıyor! Acele etmekte sayısız yarar var! Petrol azalıyor, su tükeniyor. Paylaşma sıkı geçecektir. ??? Türkiye’ye gelince... Yeni bir dönem başlıyor. Türkiye’den beklenen de mesafeli bir duruştan nihayet vazgeçmesidir. R Cumhurbaşkanı Sezer, Türk Silahlı Kuvvetleri Rehabilitasyon ve Bakım Merkezi’nde tedavi görmekte olan gazilerle sohbet ederken “Ulusum ve devletim adına sizlere teşekkür ediyorum” dedi. Sezer’e Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt eşlik etti. Temmuz seçimi sonrasındaki siyasal hava, İstanbul’un eski havasına benzedi. Benzetmeyi “İstanbul’un havasına benzedi” diye yapmak gerekirdi ama “eski” sözcüğünü eklemek zorunluluğunu duydum. Küresel ısınmadan etkilendiği söylenen hava kapsamında, İstanbul’un havası da özelliğini yitirmiş durumda. Nerede o, sanki saat başı değişen, lodos eserken birden poyraza dönen rüzgârlar? Güneşli bir havada sereserpe evden çıkıp yağmura yakalanan İstanbullular... Sıcak, daha sabah evden çıkarken bastırmış oluyor. Meteoroloji tahminlerinde gece sıcaklığı için verilen 21, 22 derecelik tahminler de, ancak hayallerimizi serinleten sesler olarak kalıyor. ??? Havayla birlikte siyaset de ısındı. Siyaseten yapılan açıklamalar da, meteorolojinin verdiği gecelik sıcaklık tahminleri gibi geçici ve sanal serinletmeler yaratmaktan öteye geçmiyor. “Bize oy vermeyenleri de kucaklayacak bir yaklaşıma girileceği” ya da “uzlaşma aranacağı” gibi vaatler, daha aradan birkaç saat geçmeden unutuluyor. Yeniden eski günlere dönüldüğünü kanıtlayan cümleler birbirini izlemeye başlıyor. Ardından yine gerçek olduğu kuşkulu gönül alıcı açıklamalara sıra geliyor. Acaba serinletmek için “buz gibi duş etkisi yapsın” diye mi söylüyorlar diye düşünme iyimser 22 GEÇMİŞTEN GELECEĞE ORHAN ERİNÇ liğini bile kökten yok eden bir yaklaşım. ??? İzinden dönüş arifesinde yaşanan iki haksızlığın beni çok etkilediğini itiraf etmeliyim. Birincisi, Başbakan’ın, partisinin cumhurbaşkanı adayının sıkmabaşlı eşini savunmak amacıyla verdiği iki örnek. Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım ile eşi Latife Hanım’ın da başları örtülüymüş. İlk cumhurbaşkanının eşi ve annesi örtülü olunca, 11’inci cumhurbaşkanının eşi de örtülü olabilirmiş. İki yönlü bir haksızlık var. Atatürk’ün annesi ile eşinin başları örtülü ama birbirinden farklı. Zübeyde Hanım’ın örtüsü, geleneksel başörtüsü. Yemeni ya da eşarpla yapılan örtünme. Siyasal bir simge olan sıkmabaşla ya da yerleşen şekliyle türbanla da bir ilgisi yok. Latife Hanım’ınki ise kendine özgü bir şekil. Her ikisi de verilen örneğe uygun düşmüyor. Haksızlığın bir başka yönü ise Türkiye Cumhuriyeti anayasalarını birbirinden ayırmamaktan kaynaklanıyor. Latife Hanım’ın Atatürk’ün eşi olduğu dönemdeki anayasada “Devletin dini dini İslamdır” yazıyor. Yürürlükteki anayasada ise laiklikten söz ediliyor. Laiklik kavramı kapsamında, (hadi alışılmış şekliyle söyleyeceğim) türban konusunda da Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay’ın ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları var. Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme, yargı erklerinin yanı sıra özel ve tüzelkişileri bağladığı da ayrı bir anayasa hükmü. Gazetelerin Başbakan’ın sözlerini manşetten okurlarına duyurmayı yeğlerken, Alman, Fransız ve İspanyol gazetelerinin Türkiye’nin geleceğine ilişkin yorumlarını yok sayıp “Gül’ün adaylığı olumlu bulundu” diye haber yapmaları da işin bir başka ilginç yönü. ??? Biliyorsunuz meslektaşım Emin Çölaşan’ın yazılarına son verildi. Kişisel ve ku Dipsiz Kile Boş Ambar... rumsal tepkiler çok sayıdaydı. Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni’nin, olaya açıklık getirmek amacıyla yazdığı yazıdaki kimi cümleler, Türkiye’deki gazetecilik anlayışına yönelik bir haksızlığı da içeriyordu. Şu cümlelere takıldım. “Hürriyet bundan 5 yıl önce yeni yayın ilkelerini belirledi. Bu ilkeler, yeni ve çağdaş bir yayıncılık anlayışının temel taşlarıydı. Kişilik hakları, hakaret, takıntı gibi konularda daha titiz bir yayıncılık sürdüreceğiz.” Niyetim polemik değil. O nedenle akıllara takılan soruları bir yana bırakıyorum. Türkiye 24 Temmuz 1960’ta, altında Hürriyet’in de imzası bulunan “Basın Ahlak Esasları” ile tanıştı. 1972’de Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI) ilkeleri benimsendi. 6 Şubat 1988’de Basın Konseyi kuruldu. O tarihten beri Hürriyet’in künyesinde “Hürriyet Basın Meslek İlkelerine uymaya söz vermiştir” cümlesi yer alıyor. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin benimsediği “Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi” de 1998 yılından beri uygulamada. Doğrusu “5 yıl” öncesindeki süreçte 5 yıl Hürriyet’teki “Bir Günün Hikâyesi” köşesinin editörlüğünü yaptığım için haksızlıktan kendime de pay çıkarmadan edemedim. Sanırım daha uygun bir gerekçe bulunabilir, Çölaşan’a yapılan haksızlık da yaygınlaştırılmazdı. ‘Bizi laikantilaik diye bölmeye çalışıyorlar’ Avustralya Atatürk Kültür Merkezi’nin davetiyle Sydney’de “Genel Seçim Sürecinde Türkiye’nin İçi ve Çevresi” başlıklı bir konferans veren gazetemizin Ankara temsilcisi Mustafa Balbay Türkiye’nin geleceğinin tek seçimle çizilemeyeceğini söyledi. Balbay konferansta şöyle konuştu: “Bizi bölmek için her türlü yolu denediler başaramadılar. Sağsol çatışması, SünniAlevi çatışması denediler başaramadılar. KürtTürk çatışması istediler, başaramadılar. Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu, Turan Dursun, Çetin Emeç, Muammer Aksoy bu gerçekliği dile getirdikleri için öldürüldüler. Şimdi de laikantilaik diye bölmeye çalışıyorlar ve başaramaycaklar. Çünkü biz Anadoluluyuz. Tüm etnik yurttaşlar Atatürk’ün önderliğinde Türk ulus kimliğiyle iç içe yaşıyoruz ve yaşamaya devam edeceğiz.” (TAYLAN BÜYÜKŞAHİN) oerinc?cumhuriyet.com.tr