Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
16 T C kültür 24 AĞUSTOS 2007 CUMA Ölümünün 92. yılında Tevfik Fikret ve ‘Gelibolu’daki Miralay’ LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL ürk aydınlanmasının ilk ışığı Darağacından kolye ya da küpe meye giden İranlılarla, ortaçağ Fransa’sının giyotin sevdalısı kadınları arasında bir fark olmaması anlaşılabilir. Çünkü, İran toplumunun da idama toplumu düzelten bir cezalandırma aracı olarak baktığını biliyoruz. Yoksa, suçu ne olursa olsun, karşısında can veren birini seyretmeye iten ne olabilir bir toplumu? “Toplumsal yarar” anlayışı bazen bir yanılgı olup, vicdanı geri itebilir. İran’da olan budur. İdama yüklenen anlamın, bir de dinle ilişkilendirilişi söz konusudur ki, yine o vicdanın, dini gerekçelerle üstünün örtülmesi durumuyla karşılaşırız. Zaten vahşi bir cezalandırma olması bir yana, idamı bir de toplu olarak seyrettirmeye, din kaynaklı bir onay verilmiş olması, “günah” belirlemede ölçünün ilahi kaynaklar değil, egemen konumda olanların keyfiyeti olduğu eleştirilerini haklı çıkarıyor. Bunu bir kez daha doğrulayan bir gelişme oldu İran’da. Bir gece kulübünde eğlenen 230’a yakın genç, din polisi tarafından göz altına alındı. Takıldığım, şudur: Ne tür bir eğlence olduğunu bilemesem de, o gençlerin eğlenmelerini günah sayan anlayış, idam seyretmeyi günahlık bir “eğlence” saymamakta. Çerçevesini, kabullenebilirliğini dinin çizdiği ölüme olgunlukla, tevekkülle yaklaşmaktan farklı olarak, idam seyrettirmede öne çıkan, farkında olunsun ya da olunmasın, “ölümü” kanıksatan, insan yaşamını değersizleştiren bir anlayıştır. İnsana önem veren, “yaratılanların en hayırlısı” olduğuna sürekli vurgu yapan bir din açısından rahatsız edici bir durumdur bu. Geriye ne kalıyor o zaman? Bence, kalan şudur: Ortaçağ Fransa’sının, giyotin figürlü küpeyi kulaklarına takacak kadar benimseyerek “içselleştirmiş” kadınları gibi, İranlı erkeklerin boynuna, kadınlarının da kulaklarına bir aksesuar olarak darağacı figürü takmaları. Vicdanlarında varsa, boyun ya da kulaklarında neden olmasın? kemalerdemol@yahoo.co.uk Orhan KARAVELİ Çanakkale’de 1915 yılı Ağustos ayının en sıcak günleri. Yalnız Türkiye’nin değil, savaşın da kaderini belirleyecek çarpışmalar doruk noktasında. Kolordu Komutanı yetkisiyle atanmış Miralay (Albay) ‘..mevcut bütün kuvvetlerin emri altına verilmesinden başka çare kalmadığını...’ söyleyince Ordu Komutanı Alman generalin ‘‘..çok gelmez mi?..’’ sorusunu ‘‘..az gelir..’’ diye yanıtlamış! Conkbayırı’nda dünya ufkuna yepyeni bir yıldız doğuyor o hengâme içinde: Mustafa Kemal!.. O’nun oradaki mucizevî varlığı ‘üzerinde güneş batmayan’ İngiliz İmparatorluğu’na ve müttefiklerine savaşın en acı yenilgisini tattıracak ve birkaç ay sonra, 10 Ocak 1916 tarihinde, arkalarında yüz binlerce kayıp bırakarak Gelibolu’yu terketmelerinin yolunu açacaktır. Miralay Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki başarı haberleri Rumeli Hisarı’na yaslanan ‘Aşiyan’ında son günlerini yaşayan bir başka ‘Türk Büyüğü’ için teselli kaynağı olacak ve kendisini ziyarete gelen dostlarına ‘‘...Ah, Gelibolu’daki şu miralayı bir görebilsem.. tanıyabilsem...’’ dedirtecekti. 48’indeki Tevfik Fikret 34’ündeki Mustafa Kemal’den böylesi derin bir özlemle söz ederken, Mustafa Kemal de, çocuk yaşlarından beri hayranı olduğu Tevfik Fikret’in hastalık haberleriyle üzüntü içindedir. Aşiyan’da, Tevfik Fikret ve Edebiyatı Cedide Müzesi var şimdi. Müze, Hasan Âli Yücel’in girişimiyle 19 Ağustos 1945’te açıldı. Fotoğrafta, Yücel, Tevfik Fikret’in akrabalarıyla Aşiyan’da. İNKILAP RUHU... Yıllar sonra, 1918’in 19 Ağustos günü, Fikret’in üçüncü ölüm yıldönümünde pırıl pırıl üniforması içindeki gencecik Mustafa Kemal Paşa ‘Aşiyan’a çıkan yokuşu tırmanırken çok sevdiği ve güvendiği ‘manej’ hocası ve dostu Emin Bey’e, ‘‘Ben inkılap ruhunu Fikret’ten aldım. Ziyaret edeceğim yerlerin başında elbette ‘Aşiyan’ gelir...’’ diyecekti. Savaşın kaybedileceği artık belli olmuştur ve o gün hocasına bir de sırrını açıklar: “Yakında Anadolu’ya gidiyorum! Sen ne dersin?” “Daha ne duruyorsun? derim...” ...... Atatürk’ün en çok sevdiği ve bağlandığı Türklerin başında geldiği bilinen Fikret’e hayranlığının kanıtı ‘...inkilap ruhunu ondan aldığı...’ sözleriyle sınırlı değildir. ‘‘... Ben ona yetişemedim, sohbetinden yararlanamadım. Bu nedenle kendimi bedbaht sayarım. Ama, bütün eserlerini okudum. Çoğu şiirleri ezbe rimdedir. O hem büyük şair, hem de büyük insandı...’’ diyen de O’dur. Bir söyleşi sırasında yanındakilere ‘‘...Bu yurdun ve ulusun uygar dünya ulusları arasında ün ve onurla yaşayabilmesi için gereken her şeyi düşünen, yazan ve bu uğurda kendini feda eden kimdir?..’’ sorusunu yöneltmiş ve beklediği yanıtı alamayınca da ‘‘...Fikret be çocuklar!.. Fikret be çocuklar!.. Fikret be çocuklar!..’’ diye üç kez tekrar etmişti. “...O, bizden çok daha ilerisini görebilen insandı. Ne yazık ki, biz ona hâlâ yetişemedik...’’ Atatürk’ün, gene Fikret’le ilgili şu sözlerini de anımsayalım: ‘‘...Biz onu mektep sıralarında okuduk. Ondaki heybet, vakur âhenk hiçbir şairimizde yoktur. Ancak onu iyi tanıyanlar ve tanıyacak olanlar benim bugün yapmak istediğimi anlayabilirler... O, karanlıklarda bir nur gören ve bizleri nura yöneltmek isteyen şairdi...’’ ....... Bugün, kısa yaşamı bir kara baskı, karmaşa ve çöküş döneminde acılar ve umutsuzluklar içinde geçen Tevfik Fikret’in 92. ölüm yıldönümü. Evet, ömrü acılar içinde tükenmiştir, ama ‘Türk Aydınlanması’nın ilk ışıklarını yakan da odur. Üstelik şiirleriyle Atatürk’ün yetişmesine katkıda bulunmuş, O’na esin kaynağı olmuştur. KARANLIĞA KARŞI İlhan Selçuk’un dediği gibi ‘‘...Aydınlanma sürecine 1923’te giren Türkiye’nin tekrar karanlığa sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğumuz şu zamanda (Tevfik Fikret’i tanımak ve tanıtmak) özellikle değer kazanıyor.’’ (I) Ölümünden birkaç gün önce söylediği şu sözler benzersiz tevazuunun yanı sıra umudunu yetirmediğini; her şeyi yurtsever ve bilinçli gençlerden beklediğini de gösteriyor. ‘‘...Öyle bir dergi çıkarmak istiyorum ki, rehbersiz kalmış, zorba kuvvetlere boyun eğmiş gençlere yol gös tersin. Onları aydınlatsın. ‘Aşiyan’ benim değil, gerçek adına savaşacak temiz ve cesur gençlerindir. Fakat, mebusluk, nazırlık peşindekilerin değil. Her zorba kuvvete, her baskıya karşı fikir adına canlarını vermeye hazır gençlerin. Gelsinler, burada çalışsınlar. Ben onların sobalarını yakayım, çaylarını getireyim. Onları gördükçe mutlu olayım.. Belki o vakit kuvvet bulurum. Tazeleşirim. Fakat, bizim sessiz kalışımızdan kuvvet bulanlar, kendi hataları yüzünden çürümüş olan bu efendiler, acaba böyle bir dergiyi yaşatırlar mı? Onlara hayat veren, bizden korkmamalarıdır. Biz biraz kendimizi gösterirsek, sindiklerini ve düştüklerini göreceksiniz...’’ (II) (I) Tevfik Fikret ve Haluk Gerçeği (Önsöz), Orhan Karaveli, Pergamon Yayını, 2005 (II) Tevfik Fikret, Kemalettin Şükrü, İstanbul Kanaat Kütüphanesi, 1931. rtaçağ Fransa’sında, 1600’lerde sanıyorum, kadınlar arasında, giyotin figürlü küpeler takmak bir hayli modaydı. Giyotin, aynı adı taşıyan pek bir insancıl doktorun, idam mahkumlarının daha acısız öldürülmeleri amacıyla tasarlayıp insanlığa armağan (!) ettiği bir kıyım aracı. Dönemin Fransız kadınları, insancıl bulmuş olduklarından mı taktılar acaba giyotin figürlü küpeleri, bilmiyorum. Kimileri farklı düşünüyor, tasarımının güzelliğinin, bu kıyım aracının ürkütücü tarafını akla getirmediğini ileri sürüyorlar. Mümkündür. İşin garip tarafı, bu küpeleri takanların arasında söz konusu dönem Fransa’sının ünlü celladının kızı da vardır. Onun takma nedeni belki daha anlaşılabilir. O, işlevinin farkında biri olarak takıyordu besbelli. Diğer kadınların kulaklarında küçük bir giyotin modeliyle dolaşmalarının herhalde psikoloji bilimiyle açıklanacak nedenleri vardır. Toplumsal nedeni de, kim bilir, yeni, üstelik insancıl bir kıyım aracı olarak giyotinin gücüne olan hayranlık olabilir. Bunun çok basit bir açıklama olduğunun elbette farkındayım, ama nesnelere kendince anlamlar yükleyen insanlar incelendiğinde bu tür bir gerekçe de söylenebilir pekala. Hz. Ali kılıcı figürü de, hem bir mağduriyet duygusunun reddine, hem de Hz. Ali’nin gücüne vurgu yaptığı için olsa gerek, Alevi gençlerimizin boyunlarını süsler. İlkel bir saldırı ya da savunma aracı olsa da, Alevilerin şiddete övgü yaptığı söylenemez elbette. Kültürel, yüzlerce yıla yayılan tarihsel nedenleri var bunun. Ama giyotini, bir insan kıyım aracı olduğu halde nasıl süs eşyası olarak kullanır insanlar? Ölümle cezalandırmanın toplumu düzelttiğine inanan birileri, bu tür kıyım aracına “faydalı” bir işlev yüklemiş, dolayısıyla bu “fayda”ya kendince önem atfetmiş olabilirler. ??? O zaman, geçtiğimiz günlerde, topluca idam edilenleri, bir şenlik izlermiş gibi çoluk çocuk seyret O Yolcu kalmasın Ilısu’ya karşı çıkan 45 bin kişinin katıldığı “Hasankeyf’e Sadakat Kampanyası” büyüyerek sürüyor. Hasankeyf’in bir insanlık abidesi olduğunu savunan dava Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce değerlendiriliyor. İstanbul Haber Servisi On iki bin yıllık tarihi kent Hasankeyf’i kurtarmak amacıyla İstanbul’dan kaldırılan “Sadakat Treni” 2 yıl aradan sonra 29 Ağustos’ta Haydarpaşa Garı’ndan yeniden hareket ediyor. 30 Ağustos sabahı Ankara Garı’ndan da alacağı destekçilerle yoluna devam edecek tren, yüzyıllardır Dicle Vadisi’nde yükselen Hasankeyf’in sular altında kalmaması için savaşım verecek. Doğa Turizm, Doğa Derneği ve Atlas Dergisi’nin organizasyonuyla yapılan etkinlik ile Ilısu Projesi’nin ortağı olmayı düşünen banka ve kurumların önüne kamuoyu vicdanından bir set çekilmesi planlanıyor. Yolculuk, Atlas Dergisi Genel Yayın yönetmeni Özcan Yüksek, Doğa Derneği Genel Müdürü Güven Eken ve çok sayıda uzmanın rehberliğinde yapılacak. Yol boyunca bir ucundan diğer ucuna geçilecek olan Anadolu coğrafyası, bozkırlar, Toros Dağları, iklim değişikliği ve Hasankeyf hakkında bilgiler verilecek. 35 saat sürecek tren yolculuğu belirlenen özel rota üzerinden yapılacak ve Varda Köprüsü gibi olağan tren yolculuklarında durulmayan noktalarda molalar verecek. Dicle Nehri kenarında geçirilecek gecenin ardından Hasankeyf’e varılacak. TCDD’den kiralanan kuşetli ve pulman seçenekleri olan trenin özel toplantı vagonunda sunuş ve söyleşiler yapılacak, “Tren partisi” düzenlenecek ve müzik dinletileri yapılacak. Konçerto gerginlik yarattı Almanya, Mozart’ın II. Dünya Savaşı sırasında Polonya’ya gönderilen el yazısı eserini geri istiyor Çeviri Servisi Avusturya’nın yetiştirdiği en önemli klasik müzik bestecilerinden biri olan Wolfgang Amadeus Mozart’ın 1791 yılında, ölümünden birkaç ay önce tamamladığı 27’nci piyano konçertosu Almanya ve Polonya arasında krize yol açtı. İngiliz The Independent gazetesinde yayımlanan habere göre sanatçının tüy kalemle yazdığı, yeşil kadife kaplı bir dosyanın içinde saklanan üç bölümlük konçertosu 2’nci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası sınırlarında bir kütüphanedeydi. Yönetim, Alman kentlerinin üzerine bomba yağdığı günlerde Mozart ve şair Goethe gibi birçok sanatçının eserlerini kapsayan kültürel hazinesini korumak için doğudaki Polonya’ya taşıdı. çok sayıda eseri Doğu Alman lider Erich Honecker’e iade etti. Sanatçının çok düzgün olduğu bilinen el yazısının günümüzdeki nadir örneklerinden olan piyano konçertosu gönderilenler arasında değildi. Almanya’nın yıllarca sürdürdüğü, paha biçilmez eseri geri alma çabaları sonuçsuz kaldı. Alman basınının konuyu yeniden gündeme getirmesi, iki ülke arasında savaş yıllarındaki husumetin izlerinin de hâlâ silinmediğini gösteren yeni bir gerginliğe neden oldu. Ve tartışma, Polonya Dışişleri Bakanlığı’nın sert yanıtıyla diplomatik boyut kazandı. Bakanlık, Polonya halkının, Nazilerin milyonlarca kitap ve eseri yakarak kültürel miraslarına verdiği zararı unutmadığını, konçerto ve Krakow’da kalan diğer birkaç eserle bu zararın kapanamayacağını açıkladı. Başka deyişle Polonya’nın, Mozart’ın Viyana’da bestelediği ve ilginç yolculuğu sonucunda Krakow’a gelen eseri iade etmek gibi bir niyeti olmadığını açıkça ortaya koydu. nun muhteşem anıtsal yapıtlarının birinin fotoğrafını Bodrum’da on birinci sayısı yayımlanan İskele Meydanı adlı güzelim derginin kapağında gördüğümde, öylesine heyecanlandım ki, “Arkadaşlar yolu yok toplanın, hep birlikte bu anıtsal yapıtı görmeye gidiyoruz” diye adeta keyifle emir verdim. Fotoğrafta görülen anıtsal yapıt öylesine etkileyiciydi ki, adı sanı çok bilinen, dünyanın secde ettiği pek çok ünlü mimarın yapıtlarıyla boy ölçüşebilirdi. Özgün ve büyüleyiciydi. Hemen derginin sayfalarını çevirip, yapıtın sahibi hakkında söylenenleri okumaya başladım. Ve içim burkuldu, canım acıdı. Onun adı Kamil Gök’tü ve 1976 yıllarından başlayarak onun yaptıklarını tek tek fotoğraflayan ressam Mustafa Altıntaş, belli ki canı çok acıyarak onu ve yapıtlarını anlatıyordu. Ressam Altıntaş’ın ve benim canımı ne mi acıtıyordu? Benim ancak fotoğraflarını, Altıntaş’ın ise bizzat gördüğü o güzelim anıtsal yapıtlar artık yoktu. Evet, artık yoktu. O hikâye şöyleydi: Mustafa Altıntaş 1976 yıllarında Gümüşlük bölgesinde dolaşırken Dereköylü Kamil Gök ve onun muhteşem yapıtlarıyla karşılaşır. Köyün bakkalı Kamil Bey, artık 60 yaşına gelmiştir. Bir sabah uyanır ve çevresini değiştirmek arzusuyla yanıp tu O AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Şaşırtıcı, Muhteşem ve Kara Talihli dır ki, çeşmesi yıkılır, deliler gibi uğraşıp dış bezemelerle bir düşevine çevirdiği evi bizzat oğlu tarafından yok edilir. Bütün bunlara tanık olan Gök, artık yorgun bir savaşçı gibidir. Acılıdır, yapıtlarını fotoğraflayan, onu yurtdışında tanıtmaya çalışan Altıntaş’a şöyle yakınır: “Yazık oldu emeklere, terazinin bir tarafına bunların hepsini (kendi köyünün yapıtlarını acımasızca yok eden kişilerini) diğer tarafına beni koy, ben ağır basarım.” Bu sözler, bizlere acımasızca gelebilir ama hangimiz yaptığımız muhteşem bir çeşmenin yıkımına tanıklık ettik? Üstelik onun heyecanla başladığı ve tek başına 8 metre yükselttiği anıt mezarı da yok artık. Bundan sonrasını Altıntaş şöyle anlatıyor: “O yıllarda Kamil Gök ve yapıtların korunması amacıyla birçok yazı yazmıştım. Bunlardan biri de UNESCO kuruluşunun bir dergisi olan Le Courrier’de yazdığım bir yazıydı. Bu yazıyla tuştuğunu hisseder ve işe koyulur, önce kendi evinden başlayarak iç ve dış mekânları boyar, kabartmalarla bezemeye başlar, oradan ağaç gövdelerine geçer. İçindeki değiştirme, güzelleştirme arzusu öylesine güçlüdür ki, dağlardan borular döşeyerek köye su getirir ve belki de dünyanın en ilginç çeşmesini yaparak köyüne armağan eder. Dur durak bilmez artık; su sarnıçları, boş duvarlar onundur. Hiç durmadan onları değiştirir, sanatsal birer anıt haline getirir. Olmadı, Gümüşlük yolunun üstüne dünyanın en çocuksu kadın heykellerini yapar, görenler o kadın heykellerine Arap kızları adını uygun görür. “Kamil’in Arap Kızları.” Bütün bunları yaparken kimseler onu bilip tanımaz. Dünyanın başka ülkelerinde böylesine anıt yapıtlar yapanlar el üstünde tutulurken, desteklenirken Türkiye’nin Dereköylü muhteşem alaylı mimarı, heykeltıraşı yapıtlarının birer birer yok olduğunu görür. Çevre öylesine acımasız birlikte Kamil Gök’ün kendisi için inşa ederken köylülerin yıktığı ‘anıt mezar’ çalışmasının fotoğrafları da dergiye kapak olmuştu. Sonra beklenmedik bir olay gelişti. Dergiyi inceleyen ve Kamil Gök’le ilgilenen Lozan Brut Müzesi yetkilileri benimle ilişkiye geçerek Kamil Gök’ün bir sergisini yapmayı ve yapıtlarından bazı örnekleri müzeye almak istediklerini bildirdiler. O dönemlerde sürekli Paris’te olduğum için ancak oradan bazı sponsor arayışları yapabildim. Yine ne yazık ki, Kamil Gök için bu şans da tutmadı. Durumu anlattığım elçilik yetkilileri de olumlu yanıt vermedi. Şimdi ülkemiz ve toplumumuz adına kayıplardan birisi olarak Kamil Gök’ün anısını yaşatmaya çalışıyorum. Önümüzdeki zamanlarda elimde olan fotoğraf ve video belgelerle bir sergi tasarlıyoruz. Bu sergiyi yapalım ki, karanlık ruhlu yıkıcılar utansınlar ve yeni bir Kamil Gök benzeri biri çıkarsa bu bir yaşam ve deneyim dersi olur, yeni geleni yaşatmaya çalışırız. Kim bilir?” Anıt mezarı bile yıkılan düş mimarı birine bir selam da ben gönderdim. Dilerim bu ülkede düşseverler çoğalır ve onlardan bize sadece fotoğraflar değil, etli canlı yapıtlar kalır. PAHA BİÇİLMEZ ESER Konçertonun da yer aldığı 100 bine yakın yapıt savaş sona erdiğinde Polonya’nın sınırlarında, Krakow’daki Jagiellonian Üniversitesi’nde kaldı. Ülkedeki komünist rejim, 1970’lerde üniversitede saklanan isilozgenturk@gmail.com