27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 Kültürü, kültür hizmetini, kültür zenginliğini mümkün olan en geniş kitleye yaymak için... C kültür DEFNE GÖLGESİ TURGAY FİŞEKÇİ 17 AĞUSTOS 2007 CUMA Bağımsız bir Kültür Bakanlığı eçen hafta, 2003 yılında birleştirilen Kültür ve Turizm bakanlıklarının ayrılması gerektiğini söyleyerek önemli bir sorunu gündeme getirdi Doğan Hızlan. Kendisiyle aynı görüşü paylaşanlar, olması gerektiği gibi, çoğunlukta. Umarım AKP de bu konu üzerine eğilir. Bilindiği gibi, Kültür Bakanlığı 1971’de Nihat Erim Hükümeti tarafından kuruldu ve Talat Halman, “son derecede çeşitlilik arz eden Türk sanatını, müziğini, tarihi eserlerini, tiyatrosunu, yani kültürünü kollamak.. ve Türk sanatlarının özelliklerini ve yaratıcılığını korumak ve sürdürülmesini sağlamak” (Cultural Horizons Volume I) amacıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Kültür Bakanı olarak göreve başladı. Ne yazık ki çok kısa bir süre sonra istifa etti. Yine aynı yıl içinde koalisyon bozuldu. Kültür Bakanlığı kaldırıldı ama, neyse ki yapılan yanlıştan hemen dönüldü. 1982’de Kültür Bakanlığı Turizm Bakanlığı’nın bünyesine alındı. Bu da kı Samih Rifat cevizlerinden René Char’a dek uzanan geniş bir şiir sevgisi... Bu şiirlerin dilimize kazandırılması çabası... Osmanlı öncesi İstanbul’undan seçme şiirlerin yer aldığı Çok Eski Bir Günbatımı (Adam Yayınları) adlı derlemesine yazdığı önsözde, bütün şiir çevirilerine genişletilebilecek ilgisini şöyle açıklıyordu: “Cüretimin asıl nedeniyse, bu şiirleri derinlemesine sevmem oldu. Her karşıma çıktığında etkiledi, heyecanlandırdı beni bu kısacık şiirler. Kiminde söz ustalığına vuruldum, kiminde söyleyiş zarifliğine; kiminde zekânın hiçbir şeye benzemez parıltısını buldum, kiminde –ki bunların sayısı hiç de az değil– tüm karanlığı ve aydınlığıyla büyük Şiir’i. Bunları kimseyle paylaşmadan edebilir miydim?” ??? Düzyazılarında da şiir çevirilerindeki kadar temiz bir Türkçe sunuyordu okurlara. Çocukluğunda anne ve babasıyla gittiği Marmara Adası’nda geçirdiği günlerin, yitik bir zamanın peşine düşüp, onu yazıyla yeniden kurduğu Ada (Sel Yayıncılık) kitabı yayımlandığında, 20 Şubat 2002 günü bu köşede şunları söylemiştim: “Kitabın belki de en önemli yanı ise dili. Yazarlığın dile ilişkin bir uğraş olmaktan çıkmaya başladığı günümüzde Samih Rifat, yalın, özenli, etkileyici anlatımıyla, kitabında bir dil ve anlatım dünyası kuruyor. Okurlara Türkçenin güzel bir dil olduğunu anımsatıyor.” Günümüzün anne babaları içinde “Abidin Bey’in beğeneceği” çocuklar yetiştirmeye istekliler var mıdır bilmiyorum ama Samih Rifat’la, her gün daha çok değerlerini yitirmekte olan dünyamızda biraz daha yalnız kaldığımızı söyleyebiliriz. İlk İstanbullu ozan Moiro’yu sunuş yazısındaki son cümlesini artık onun için de yineleyebiliriz: “Dilerim, sonsuza dek beyaz yeraltı zambakları biter Bizanslı Moiro’nun kemikleri üstünde.” [email protected] G Kültür Bakanlığı’nın yeniden bağımsızlığını kazanması bu alanda atılması gereken olumlu adımlara zemin hazırlayacaktır. Tabii ki atılacak bilinçli ve sağlam adımlar, ancak kültürün devlet bütçesi içinde giderek azalan payının artırılması ile gerçekleşecektir. Yüzümüzü döndüğümüz dünyanın kültür ve sanata ayırdığı paylar düşünüldüğünde bizim nerede durduğumuz ve de kültür ve sanata hangi pencereden baktığımız zaten kendiliğinden çıkıyor ortaya. sa bir süreçti ve Kültür Bakanlığı yeniden özerkliğini kazandı... 2003 yılında ise AKP hükümeti Kültür ve Turizm bakanlıklarını bir kez daha aynı çatı altında birleştirdi. Talat Halman, kendisiyle yaptığım bir konuşmada bu iki bakanlığın ortak bir vizyonda buluşmaya zorlanmasının ve bu yolla belirli bir stratejik yapılanmaya gidilmesinin organik olarak mümkün olmayacağına değiniyordu. Bugün, Halman’ın söyledikleri üzerine bir kez daha düşünmekte yarar var: “Birleştirmeyi 1981 sonunda ilk tasarladıklarında zamanın başbakanı beni New York’tan Ankara’ya çağırarak ‘birleşik bakanlığı’ önermişti. Kendisine o zaman söylediğim bugün için de geçerlidir. ...Bu yanılgı korkarım tarihi bir hataya yol açacak. Bu yüzden kültürümüz yıpranacak, sanatımızın hakkı yenecek. Turizm sanayidir, kültür büyük ölçüde sanattır. Turizm yatırımcılıktır, kültür yaratıcılıktır. Tek bir bakanlıkta birbirlerine zıt düşerler. Kültür üvey durumunda kalır; kısa vadede ihmale uğrar, uzun sürede hırpalanır.” Türkiye’nin kültür zenginlikleri bakımından dünyanın sayılı ülkelerinden biri olduğu her fırsatta tekrar edilen bir gerçek.. ama bu zenginliklerin korunması, toplumda kültür bilincinin oluşması için atılan adımlar yetersiz. Kültürü turizmin kanatları altına sokarak cılızlaştırmak her şeyden önce sahip olduğumuz maddi ve manevi değerlere yeterince sahip çıkamadığımızın kanıtı. 1998’de İKSV Kültür Girişimi tarafından düzenlenen Kültür Politikaları Sempozyumu’nda eski Kültür Bakanı ve o dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem; “Türkiye olarak, biz hem Dede Efendi’yi hem Mozart’ı birlikte anlayabilen ve sevebilen imtiyazlı bir toplumuz” diyordu. “Türkiyemiz sıradan bir toplum, el yordamıyla meyda na getirilmiş derme çatma bir ülke değildir. 700 yılın, önceki uygarlıkların, Cumhuriyet ihtilalinin kültürünü birlikte yoğurmuş ve özümsemiş bir toplumuz... Kültürü, kültür hizmetini, kültür zenginliğini mümkün olan en geniş kitleye yaymak durumundayız, bunları ulaştırmak zorundayız... ekonomik ve sosyal koşulların eksikleri, yanlışları nedeniyle kültür olayının dışında bırakılmış olan insanlarımıza öncelik vermek durumundayız. Kültür alanındaki eksiklikleri mümkün olabildiğince azaltmamız gerekiyor...” Kültür Bakanlığı’nın yeniden bağımsızlığını kazanması bu alanda atılması gereken olumlu adımlara zemin hazırlayacaktır. Tabii ki atılacak bilinçli ve sağlam adımlar ancak kültürün devlet bütçesi içinde giderek azalan payının artırılması ile gerçekleşecektir. Yüzümüzü döndüğümüz dünyanın kültür ve sanata ayırdığı paylar düşünüldüğünde bizim nerede durduğumuz ve de kültür ve sanata hangi pencereden baktığımız zaten kendiliğinden çıkıyor ortaya. Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” sözünün altında yatan doğruları ve buna bağlı olarak da Kültür Bakanlığı yapısını bir kez daha elden geçirmekte kuşkusuz pek çok yararlar var. Dominique Xardel’in kitabı Fransa ve Türkiye’den sonra Almanya ve İngiltere’de de yayımlanıyor İdil Biret’in altın anıları dil Biret’in harika insanlığı üstüne kim bilir kaç yazı yazmışımdır bugüne dek. Şimdi onun Can Yayınları tarafından basılan anılarını okurlarımla paylaşmak istiyorum. Dominique Xardel’in soruları ve saptamalarıyla yönlendirilmiş bu kitap, Fransa’da Buchet Chastel yayınevi tarafından geçen yıl basılmıştı. Üner Birkan’ın Fransızca orijinalinden çevirisiyle bu yıl da Türkiye’ye sunuldu. Şu sıralarda Almanya’da, ardından da İngiltere piyasalarında olacak. Bu kitapla biz, uluslararası büyük değer olan İdil Biret’in bir kez daha tarihi piyanistler arasındaki yerini görmüş olduk. Batılılar ise konserlerden ve kayıtlarından tanıdıkları bu Türk sanatçısının Batı klasik müzik dünyasına, tarihi bir piyanist kadar “vâkıf” olduğunu görecekler. Bu kitabı okuyup bitirince şu soruyu sormaktan kendimi alamadım: İdil’in harikalığı, üstünlüğü filan artık herkesçe bilinen, hayranlık uyandıran yönleriydi. Ancak müziği bu denli seven ve aynı zamanda müziğe bu denli saygılı olan acaba kaç müzikçi vardır? Küçücük yaştan başlayarak tüm sorunlarını yine müzikle çözen, müzik dünyasından bunaldığı günlerde bile yine müzikle kendini iyileştiren! “Çocuk ruhumda Brahms’ın karanlık, vahşi, içedönük müziğine karşı büyük sevgi beslerdim. Özellikle başkaldırı yıllarımda, Brahms çok yakın gelmişti bana.” Bugün nice sanatçı biliyoruz bunalım geçirdiğinde çalgısını da konserlerini de bir yana bırakıyor, örneğin bir motosiklete binip dünyayı dolaşmaya çıkabili İ yor. Doğrusu o da düşünmüş böylesi kaçışları, Paris Konservatuvarı yıllarında bunaldığı dönemde: “Kaçmaktan başka bir düşüncem yoktu. İçinde insanların yaşamadığı, büyük topraklara gitmeyi hayal ediyordum. Bunların başında, Tibet ve Sibirya geliyordu. Günü gelince kaçmak için para biriktiriyordum” diyor. İCE EFSANE İLE YAN YANA BİR YAŞAM Dünya klasik müzik çevrelerinin efsaneleşmiş nice müzik adamı İdil’in yaşamında, hemen yanı başında yer almış: Kimi hocası olmuş, kimi onunla aynı konseri paylaşmış, kimi aynı jüriyi, kimi aynı konser serisini... Belki bu kitap N tan bir değil, on ayrı kitap doğabilirdi. Önce İdil’in ailesindeki müzik yaklaşımı, ardından Türkiye’deki Batı müziği geçmişi irdelenmiş. Sonra her birisi dünya piyano pedagojisi tarihinde birer imza olan öğretmenleri ele alınmış. İdil, onların uyguladıkları yöntemleri felsefi boyutlarda özümsemiş: “Bayan Bonneville, çalış sırasında organların tümünden yararlanılmasını isterdi. İnsan vücudunun belden yukarı olan kısmının, bir ağacın, sağlam durması gereken, ama aynı zamanda esnek olabilen gövdesine benzetirdi... Nadia Boulanger, kendinden memnun olmanın, kendini eleştirmemenin kabul edilemez bir şey olduğu görüşündeydi... Kempff, söylediklerini yazıya dökmemi yasaklamıştı... Cortot güç beğenir bir insandı (..)sertlik adeta onda vücut bulmuştu”. Yalnız anılar ve izlenimler değil, İdil Biret’in satır arasında öğütleri de var piyanistlere... 1960’lardan sonra giderek “yorumcular eserlerin değil, eserler yorumcuların emrine giriyor” diye yakınıyor. İdil için popülarite uğruna eserin aslından asla ödün verilmemeli. Müziği geniş kitlelere duyurmak uğruna turistik yörelerde yapılan festivalleri, “Festival karmaşa demek, organize olamamak demek, bir tür sanatsal gösteri fabrikası gibi..” olarak değerlendiriyor. Ciddiyetle irdelediği konular arasına serpiştirilen muzip çocukluk anıları kitaba sıcak tatlar vermiş: “Wagner’in eserlerini ilk dinlediğimde çok bunalmıştım, çok küçüktüm o zaman. Kocaman müzikal dalgaların üzerimize gelip hepimizi yutacağı izlenimi uyanmıştı içimde... Sonraki yıllarda, özsaygısı olan her müzisyen gibi, ben de sıkı bir Wagnerci oldum.” Xardel şöyle diyor önsözünde: “Onun istemeyeceği, kabul etmeyeceği hiçbir şeyi yazmak istemedim.” İdil Biret ona yazılı olarak vermiş metinleri. Radikal gazetesinde Ufuk Çakmak sormuş: “Bir anlamda (İdil Biret) kitabın yazarı (mı oldu)?” “Kesinlikle” diye yanıtlıyor onu Xardel. “Benim rolüm sadece onu kışkırtmak, cevaplarını derinleştirmeyi sağlamaktı” diyor. “Nehir Söyleşileri” adını alıyor bu tür kitaplar bütün dünyada. Ülkemizde de benzer teknikler kullanılıyor. Ancak böylesi özel bir konuda soru soracak kişinin de Xardel gibi müziğin içinden olması gerekiyor. Yoksa okura en alımlı gelecek şekliyle, sanatçının özel yaşamına girmek, onu sıradan insan gibi işleyerek popüler bir kitap hazırlamak, işten değil. Öte yandan Xardel’in de İdil Biret’in metinlerine eklediği sorular ve saptamalar yapay kalmış. Keşke İdil Biret’in o güzelim doğallığı; içten, sıcacık anlatımı hiç kimsenin müdahalesi olmadan, öylece akıp gitseymiş! Her bir anı ve her bir saptama gerçekten de altın değerinde. eçen hafta yitirdiğimiz Samih Rifat (19452007), Nâzım Hikmet’in eniştesi Samih Rifat’ın (18741932) torunu, çağdaş şiirimizin büyük ustalarından Oktay Rifat (19141988) ile çevirmen Sabiha Rifat’ın (19152006) oğluydu. Kültür hayatımızın seçkin çevreleri içinde büyüyüp yetişmiş, bu çevrelerin etkisiyle de çok yönlü bir kültür adamı olmuştu. Can Yücel, onun için biraz da şakayla, “Abidin Bey’in beğenmesi için yetiştirilmiş çocuk” derdi. Abidin Dino, nasıl ressamlığının yanı sıra edebiyattan sinemaya bütün sanatlarda söz söyleyecek, ürünler verecek denli yetkin bir kültür insanıysa, Samih Rifat da aynı soydan geniş ilgi alanları olan bir aydındı. Mimarlıktan fotoğrafçılığa, şiirden sinemaya, yayıncılıktan müzeciliğe dek türlü alanlarda etkinlik gösterdi. Bütün bu işleri yaparken de hep tek bir amacı vardı: Yaptığı işi iyi yapmak. Bu yüzden birlikte çalıştığı insanlar hep onun bu yönüne seslenebilenler oldu. Onat Kutlar’la mı çalışıyor, gelsin bulunmaz değerde belgeseller... Melih Cevdet Anday’ı çektikleri bir “simurg” belgeselini hatırlıyorum sözgelimi: Ozanın evinde yapılmış, sıradan bir televizyon çekimi gibi de görülebilir bu film. Ama öylesine iyi hazırlanılmış, öyle güzel sorular sorulup öyle can alıcı yanıtlar alınmış ki, konuşulanlarla edebiyatımız için, görüntüleriyle belgesel tarihimiz için benzersiz bir yapıt çıkmış ortaya. 199394 yıllarında TRT 2’de gösterilen bu dizide çekilen öteki kültür insanlarımıza bakıldığında (Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Abidin Dino, Ara Güler, Ekrem Akurgal, Cahit Arf, Turhan Selçuk, Cihat Burak...) toplamda nasıl görkemli bir görsel kültür tarihinin ortaya çıktığı anlaşılır. ??? Şiir yazmamış olup da bu denli yetkin şiir çevirebilen, sanırım kültür tarihimizde Sabahattin Eyuboğlu anılabilir bir de. Bizans ozanlarından, çağdaş şiirin çetin G Adrian gün ışığına çıktı Çeviri Servisi Burdur’un Ağlasun haftalarda diğer parçalarına da ilçesinin sınırlarındaki Sagalassos ulaşmayı umduklarını açıkladı. antik kentinde Roma İmparatoru M.S. 76 yılında doğan Adrian’ın Adrian’ın dev bir heykeli bulundu. heykelinin boyutlarının çok büyük BBC’deki habere göre kazı olduğunu, sadece bir ayağının 80, alanında 1990’dan beri kafasının ise 70 santimetre çalışmalar yapan uzunluğunda olduğunu Belçika’daki Leuven vurgulayan Waelkens, Katolik Kilisesi “Sandaletinin Üniversitesi üzerindeki özel arkeologları, heykeli armadan, Sagalassos bölgedeki bir hamamın halkının, kenti kalıntılarının arasında bölgenin merkezi bulundu. haline getirdiği için Kazı ekibinin çok sevdiği başındaki Marc imparatorun Waelkens, M.S. 117 ila heykelinin askeri 138 yıllarında kıyafetiyle yapıldığını imparatorluğu yöneten ve düşünüyoruz” dedi. döneminde barış ve refahın Ekip, birkaç gün önce de egemen olduğu bilinen Adrian’ın eşi Sabina’ya ait Adrian’ın Adrian’ın, yerin 5 metre olduğu sanılan bir altındaki heykelinin kafa, heykelin küçük heykelinin bir ayak ve bir bacağına ayağı 80, kafası ise mermer parçalarını ulaştıklarını, önümüzdeki bulmuştu. 70 santimetre. ilimsel bir dille açıklarsak gelişmişlikle azgelişmişlik arasındaki en önemli fark, o toplumları oluşturan bireylerin olayları algılayış biçimindedir. Gelişmiş toplumlarda bireyler, bilimsel verilere güvenir ve gelecekteki kendilerini bekleyen olumsuzluklara karşı önlem alırlar. Azgelişmiş toplumlarda ise bilimsel veriler devede kulak muamelesi görür. Kimse onların gerçekliğine inanmaz ve kendilerini bekleyen olumsuzluklara karşı hiçbir önlem almazlar. Öylece beklerler; ne zaman ki, bilimsel verilerin apaçık belirttiği olaylar gerçekleşmeye başlar, akılları başlarına gelir. Gelir de ne olur? İşi Allah’a bırakıp yağmur duasına çıkarlar. Farkındaysanız, günlerdir alışveriş merkezlerinde her türlü malın bulunmasını, kredi kartı kullanmayı, gsting giymeyi gelişmişlik saymanın, “Arkadaş bize bir şey olmaz” demelerin sahneye koyduğu dehşet bir senaryoyu bizzat yaşayarak öğreniyoruz. Dünyanın en yetenekli yönetmenleri bile böyle bir filmi kotaramazlardı. Melih Gökçek’in savunma diyaloglarını yazacak bir babayiğit ben düşünemiyorum. Demek ki, azgelişmiş bir ülkenin azgelişmiş belediye başkanı komedi açısından gerçek bir altın yumurtlayan tavukmuş. Tamam, Ankara susuzluktan kırılıyor, hastalıklar kapıda; peki, bundan ülkenin B AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Su da biter... kelerden biri Türkiye. Gene bilim söylüyor, öyle su zengini filan değiliz. Gene bilim söylüyor, öyle su zengini filan değiliz. Gene bilim söylüyor, su yoksa elektrik de yoktur, kısaca su olmazsa hayat biter. Bugünlerde benim aklıma çocukluğumda izlediğim bir film pek sık gelir oldu. Filmin adı “Kumsalda”ydı. Daha sonra kitabını da okudum. Filmde bir nükleer patlama sonucu dünya yok olmuş, geriye bir avuç insan kalmıştı. Onlar da öleceklerini biliyorlardı, o filmde annenin küçük oğluna siyanürlü çorba içirdiği sahnedeki yüzünü, o yüzdeki acıyı asla unutamam. Oğlunun öldüğünden emin olunca kendi de siyanür hapını içivermişti. O bir filmdi, ama insan düşüncesinin, korkularının filmiydi. Korkmak bazen insana çok yakışan bir duygu. Korktuğumuz zaman korktuğumuz şeye karşı kendimizi savunmaya geçeriz, önlemlerini alırız. Peki, biz neden susuz kalmaktan diğer kentlerinde yaşayanlar bir ders çıkarıyorlar mı? Bu sorunun yanıtı elbette hayır. Ankara sanki uzayda bir yer gibi, yakın bir tarihte aynı kaderi paylaşacak pek çok kent sırada ve kimsede tık yok. Çünkü ne yazık ki, biz bizzat başımıza gelmedikçe hiçbir şeyi kavrayamıyoruz. Öyle bir garip duruşumuz var ki, sanki felaketler bize dokunmazmış gibi, cahil cesaretiyle hayata devam ediyoruz. Biraz tarih bilgisi olanlar bilir, geçmiş yüzyıllardaki büyük kavim göçlerinin ana nedeni kuraklıktır. Dedelerimiz bu nedenle Afrika’dan koşarak kaçmış ve suyun bol olduğu yeni yerler keşfedip, yepyeni uygarlıklar yaratmışlardır. Örneğin Hitit krallarının duaları pek ünlüdür. İki şey için tanrıya yalvarırlar; vebanın bitmesi ve yağmurların yağması için. Kavimleri yurtlarından eden kuraklık, nedense bize dokunmazmış gibi, her şeye seyirci bekliyoruz. Bilim söyledi; küresel ısınmadan en büyük payı alacak ül korkmuyoruz? Neden başkentte insanlar sokaklarda değil? Neden cumhurbaşkanı için uzlaşma arayan partiler, bu son derece hayati konuda bir araya gelip, bir halk hareketine öncülük etmiyorlar? Su gerçekten bitiyor, tankerlere güvenmeyin, taşıma suyla değirmen dönmez, ayrıca o taşınan su da bitiyor. Bu arada bazılarında bir bilgiçlik bir bilgiçlik: “Bizim suyumuz asla bitmezmiş, çünkü üç tarafımız denizlerle çevriliymiş, olmadı deniz suyunu işleyerek su elde edebilirmişiz.” Doğrudur üç tarafımız denizlerle çevrili, ama şimdi başlasak, ki bu çok pahalı bir teknoloji, deniz suyu ancak sekiz yıl sonra musluklarımızdan akabiliyor. Deniz suyuna gelinceye kadar mutlaka, ama mutlaka yapılacak bir yığın iş, alınacak bir yığın önlem vardır. Öncelikli olansa, en yetkili kişilerin televizyona çıkıp “Evet, suyumuz bitiyor” diye konuşmaya başlamalarıdır. Önce yaklaşmakta olanı açıkça söyleyeceksin, yoksa hep birlikte radyasyonlu çay içimini teşvik için, elinde çay bardağı televizyonda çay yudumlayan Kenan Evren’in durumuna düşeriz. Ve sorarız; acaba kanser neden bu kadar arttı? Sorarız; yahu tifo, ishal, kanlı dizanteri neden bu kadar arttı? Su ne zaman bitti? ATATÜRK’ÜN ‘YILDIZININ PARLADIĞI’ AN ‘Komutan ve Evlatları’na büyük ilgi ANKARA (ANKA) Tarih araştırmacısı ve Türk Tarih Kurumu (TTK) Ermeni Araştırmaları Merkezi Başkanı Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in Atatürk’ün Çanakkale Savaşı’ndaki 10 Ağustos gecesini anlattığı kitabı “Komutan ve Evlatları” büyük ilgi gördü. Kitap bir haftada ikinci baskısını yaptı. Prof. Dr. Hikmet Özdemir, kitabın önsözünde şöyle diyor: “Bu çalışmada, 1915 Ağustos ayında Anafartalar Muharebeleri’nde, öngörüsü ve kılıcıyla ulusunun kaderini belirleyen bir komutan ve askerleri (evlatları) anlatılmaktadır. Türkiye’nin modern tarihinde ‘yıldızın parladığı an’ olarak tanımlanabilecek bu destanın yazımı bir kurgulama değildir, tümüyle belgelere dayandırılmıştır; her ayrıntı için, yerli ve yabancı tanıkların anlatımlarından yararlanılmıştır.” [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle