25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

17 AĞUSTOS 2007 CUMA kitap A S I Z P E R T A V S I Z P E R V KULE CANBAZI SUNAY AKIN C 15 Can Yücel’in Zürafası!.. Enis BATUR Yayıncının sessiz katkı payı eyrek yüzyıl boyunca, yayıncılık alanında, “bir gerçekleştiren” olarak çalıştıktan sonra, üç yıldır “bir salık veren” konumuna geçtim: Bir cephesiyle profesyonel, daha örtük cephesiyle gönüllü, danışman olarak eyliyorum artık, bu alanda. Yeniden, en iyi koşullar ve olanaklar önerilse de, seçen ve gerçekleştiren koltuğuna dönmek istemem açıkçası. En azından, hayat çarkı bir biçimde böyle bir çözüme zorlamadıkça, o boyutta bir sorumluluk üstlenmek kesinkes seçimim olmaz. “Güç gereksinmesi”ni yıllar bir hastalığa dönüştürmedi bende; tersine, kalan gücümü, kalan zamanımda masama, tezgâhımı kuşatan çok sayıda tasarıya ayırmak, sorunun içimdeki tek seçmeli yanıtı olduğuna göre, Erk'in olsa olsa zararlarından, manâsız şehvetinden dem vurabilirim. “Bir salık veren” koşulunda, öte yandan, “bir salak olma” seçeneğinin barındığını gizleyemem. Size sorulmuştur, doğru bildiğinizi söyler, iletir, gösterirsiniz. Yapılır ya da yapılmaz, işin o tarafı elinizde değildir. Bazan, önerilerinizi gerçekleştirmemek amacıyla bekledikleri inancına kapılabilirsiniz, salak yerine koyulduğunuzu düşünmeden işi sürdürmeniz doğrusu olur. Geçen üç yıl içinde, salık verdiğim kimi yapıtlar iki kapak arasına sıkıştırılıp okur önüne çıktıkça, bir tür kıvanç duyduğum kesin. Bir kitabın çıkmasında payımın olması yaşadığım sürece heyecan verecek bana. Karşı kefede, buna karşılık, salık verdiğiniz, gerçekleştiren olsaydınız gerçekleştireceğiniz kitaplar birikir. Onları, bana hiçbir biçimde danışmamış, kendi akıl ederek yayımlamış kişileri içimde sessizce taçlandırır, bazan da bir yazımda elimin içiyle hafifçe okşarım. Kim inanır bilmem, 'bunu ben yapmalıydım' hırsı yoktur Ç pek, dünyamda; birilerinin yapması yeterlidir. Bunda, ola ki, yayıncılık etkinliğinin kursağımda kalmamış olmasının etkisi aranabilir. Salık verirsiniz, şu ya da bu gerekçeyle yapılmaz, yapılmayabilir. Küsülesi durum sayılmaz, hele bir yazı döşenip ortaya karışık sunma olanağı elinizin altındaysa. Öyle ya, “Aragon'un Henri Matisse başlıklı romanını üstlenecek gözüpek yayıncı aranıyor” cümlesini bir yazıya, örneğin şu yazıya içleştirmemiz engellenebilir mi? Wietkiewicz'in hem romanlarını, hem oyunlarını? Genjilerin romanını? Henüz ürünleri kitaplaştırılmamış genç yazarları: İsmail Pelit'i, Efsun Dürriye Namal'ı, Merih Sakarya'yı, başkalarını? Salık verdiğim yazarlardan bazıları için umut kesmiş sayılmam: Peter Esterhazy, Arno Schmidt, Botho Strauss, Roubaud, Alain Fleischer, Gustawe Herling, pek yakında, en azından birer yapıtlarıyla ziyaretimize gelebilirler. Altın ve Gümüş şairlerimiz sahiplenildi; ortalık Teneke'gillerin kitaplarından geçilmiyor, ama Bronz ve Pirinç şairlere yanaşmıyor kimse: Sırtı pek yayıncılarımızdan biri Salih Zeki'yi, Fazıl Ahmet'i, Ayhan Kırdar'ı, daha nicesini üstlenemez mi? Abdülhak Adnan Adıvar'ın ne çok değerli kitabı beklemede; Fikret Ürgüp'ün dergilere dağılıp kalmış yazılarını topladı Hasan Aydın dostum, kavanozda turşusunu yapıyoruz; Mehmet Seyda, Selçuk Baran aklımda çivi gibi duruyorlar; Attilâ Tokatlı'nın unutulmuş olması gücüme gidiyor… Uzar da uzar liste. Has listeciler, dökümü nerede keseceklerini, bohçalarındakilerin tümünü ortaya saçmadan çekilip susmayı bilirler. Liste demişken, dosyalarında kapsamlı listeler, kapı kapı dolaşan, yayın tasarısı peş peşe isimler ve cisimler sıralamaktır sanan toptancı ve perakendeciler türediğini biliyorum. Kısa ya da daha az kısa süreliğine bu mayın tarlasına yolu düşen girişim meraklılarına sonra sargılar içinde, ayak bacak fabrikası misâli, özürlüler asansörüne binerken rastlıyoruz. Yayıncılık kitap basmak, daha da kitap basmak türünden bir iş değildir. Büyük bir ticarethane kurabilirsiniz, tilkiye pabuçlarını ters giydirebilecek insanlar gördük. Tasa, evlerde okullarda, raftan rafa ilerleyecek, ama küçük ama büyük bir kütüphane kurmaktır burada. İyi kitap sınır tanımaz. İnternet kapıları açıyor şimdi; Harvard'ın, Bibliothèque Nationale'in, Hamburg Üniversitesi'nin kitaplıklarını kolaçan edin, Türkiye'de Türkçe yayımlanmış nice sıkı kitap çıkacak karşınıza. Kişi başına ulusal gelir payıyla bozmuşlar kafalarını. Kişi başına iyi iş çıkarma terbiyesini önemsemek, aslolan. Gerisi zaten gelir. e mutlu bana ki, Kavala’daki Mehmet Ali Paşa’nın heykelini bir kez daha gördüm… Kentin Ege Denizi’ne uzanan burnunun tam ucunda bir konağı var, Osmanlı’ya kafa tutan Mehmet Ali Paşa’nın. Heykel de konak kapısının tam karşısında duruyor; at üstündeki Mehmet Ali Paşa kılıcını kına sokmak üzere… PASOK milletvekili, Yunanistan’daki Türklerin aydınlık yüzü Galip Galip, paşanın heykeldeki duruşuna dikkatimi çekti ve dedi ki: “Mehmet Ali Paşa’nın gözü kılıcında, kılıcını kınına koymak isteyen bir insanın bakışıdır bu… Kılıcını çekmek isteseydi kınına değil, ileriye bakardı!..” Kavala’yı çok seviyorum… Çünkü bu kent Trabzon’un bozulmamış, çirkin yapılarla kirletilmemiş haline çok benziyor. Mübadele yıllarında Trabzon’dan gelen Rumların burayı tercih etmeleri de bu yüzden… Mehmet Ali Paşa’nın bir de Kahire’de bir sarayı var… Eee, adam ne de olsa Mısır Hıdivi!.. Kahire’deki sarayın mermerleri Datça’nın ucundaki antik kent Knidos’tan götürülmüş… Ve ben, bu yaz, hem Kavala’da, hem de Datça’da tatil yaptım!.. Öyleyse, bu yazımızda Kavala ve Datça’yı düğümleyelim birbirine!.. Bu zor iş için de Can Yücel’i yardıma çağıralım: Kavalalı Mehmet Ali Paşa, zürafayı kartvizit gibi kullanmış ve pek çok krala, kraliçeye armağan olarak bu zarif hayvanı göndermiştir… Eh, herhalde ayıp olmasın diye bir zürafayı da gemiyle İstanbul’a, dönemin padişahı II. Mahmut’a postalamış… Che Guevara Küba Adası’nı yeşil bir timsaha, Neruda Şili’yi taç yaprağına, Nâzım da Anadolu’yu bir kısrağa benzetir… Can Yücel içinse Datça Yarımadası’nın şekli bir zürafayı andırır!.. N Yüzyıllar öncesinde Datçalıların Ege ve Akdeniz’i buluşturma düşü gerçekleşmemiş olsa da Türk ve Yunanlı yüzücüler, her yıl, 1 Eylül gününde kardeşlik için birbirine kulaç atmakta, Datça kıyısı ve de Simi Adası’nın ortasında el ele tutuşmaktalar. Yıllarca her iki ülkede de politikacıların iktidarlarını güçlendirmek için alet olarak kullandıkları kıta sahanlığı sorunu, Kavafis’in ve Can Yücel’in şiirlerindeki kıtaların gücüyle yok olmaya mahkumdur oysa!.. ÇAĞIMIZIN STRABON’U Datça’nın saçlarına taktığı begonvil çiçeği, Güney Amerika kökenli bir bitkidir. Anadolu’da ilk kez Mersin’de, İtalya konsolosluğunun bahçesinde görüldüğü için “konsolos çiçeği” olarak da bilinir. Bir yörenin ilk sahipleri çiçekleri, ağaçları, otları, sazlıklarıdır… Sonra, böcekleri, kuşları, balıkları, hayvanları gelir… Sonra da âşıkları, şairleri, saz çalanları, sanatçıları alır sırayı… Akgün Akova’nın Bülent Sancakdar’la hazırladığı “Kırlangıcın Kanadı Datça” adlı kitap, bu duyarlığı içinde barındırıyor… Datça Belediyesi tarafından hazırlanan eser, fotoğrafları ve yazılarıyla büyülüyor okuru… Akgün Akova bunu hep yapıyor. Çağımızın Strabonu olan Akgün Akova, kuşağı şairlerinin ve elleştirmenlerinin sığ sularını çoktan aşmış, şiirin, sanatın derin sularında yüzen bir balina olmayı çoktan başarmış bir sanatçı… Bizim 80 sonrası şair kuşağı kıyıya vuran bir balina sürüsüdür!.. Yumurta tokuşturucu kimi eski eleştirmenleri örnek alan bu kuşağın içinden çıkan sözde eleştirmenler de balinaların danslarını, şarkılarını görmekten, anlamaktan uzak, çok uzak olan ve onların dizelerini bir kasap gibi kesen, biçen, örnek olsun diye de bazı dizeleri yazılarındaki çengellere asan “elleştirmen” olmaktan öteye gidememiştir. Akgün Akova ve birkaç şair, yaratıcı güçleriyle edebiyatın bu kirletilen sığ sularının çok uzağında kalıcı, geleceğe ışık tutan eserler bırakıyorlar, içimize su serpiyorlar. Datça’yı görmek, Türk Evi’nde kalmak, hayatın size sunduğu büyük bir armağandır. Ben, İstanbul’da eczacılık yaparken, ilaç kutularının arasından sıyrılıp, doğanın eczanesi Datça’da “Türk Evi” adında harika bir butik otel açan Ferda Gürsel Tekbacak’ın dünyasında nefes alıyor, kendime gelebiliyordum. Harika bir yer açmış Sevgili Ferda… Hele kahvaltısı, hele akşam emeği!.. Günümüz değil, iki bin yıl öncesinin Strabon’u ne de güzel söylemiş: “Tanrı yarattığı kulunun uzun ömürlü olmasını isterse onu Datça Yarımadası’na bırakır...” Öyle de yaptı; şiiri bir süsleme sanatı olarak gören, dizeyi bir yapıştırma işçiliği olarak algılayanlar yanılgılarını görsünler diye, evrenin ulu mimarı, Can Yücel’i Datça’ya gömdü… Şiir gibi şiirler, Octavia Paz’ın dediği gibi sidik ve zambak kokulu şiirler yazılsın, hiç tükenmesin diye Can Yücel Datça’yla anılır oldu… Aslanı çalındı ama Datça aslansız kalmadı!.. Canımızı, yücelimizi kaybettiğimizde torunu Ali şunu söylemiş: “Dedemi neden toprağa ektiniz?..” ŞİİRİN GÜCÜ... Her ne kadar şiirimizin en can alıcı şairi tarafından zürafaya benzetilse de Datça aslanıyla meşhurdur!.. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın zürafaları doğalarından uzaklaştırıp yabancısı oldukları kentlere sürgün olarak göndermesi gibi, Datça’nın aslanı da yurdundan çok uzaklarda yaşamaktadır!.. Datça aslanını görmek isteyenler, Londra’ya, “British Museum”a gitmeliler… Hayır, yanlış okumadınız; hayvanat bahçesi değil, müze dedim!.. Çünkü, Datça aslanı, yarımadanın ucundaki antik kent Knidos’tan kaçırılarak Londra’ya götürülmüş bir heykeldir... Ve ben, Afrika’da çekilmiş bir fotoğrafta zürafalarla aslanları bir arada ne zaman görsem, Datça’yı anımsarım!.. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın armağan olarak gönderdiği zürafanın başına neler geldiğini “İstanbul’da Bir Zürafa” adlı kitabımda yazmıştım uzun uzun… Can Yücel’in zürafasının ise az kalsın boynu kopuyordu!.. Datçalılar, yarımadalarını Perslerden korumak için en dar yerinden kazma, kürekle koparmaya, yurtlarını bir adaya dönüştürmeye karar verirler. İşe koyulunca da bunun çok zor olduğunu anlarlar ve yarım bırakırlar. Bahaneleri de şudur: “İsteseydi bunu biz değil, Zeus yapardı!..” … İşte o yarım kalan çaba, günümüzde Datçalıların “Balıkaşıran” dedikleri yerdir. İç Savaş/ Gaius Iulius Caesar/ Çeviren: Furkan Akderin/ Alfa Yayınları/ 188 s. İÖ 133 yılında Gracchus kardeşlerin reform girişimleriyle birlikte Roma’da başlayan iç savaş, Octavianus’un Marcus Antonius’u İÖ 31 yılında mağlup etmesine kadar devam etmiştir. İç savaş yıllarının en önemli simaları arasında Pompeius ve Caesar yer almaktaydı. Bir tarafta senatus tarafından desteklenen Pompeius, diğer tarafta Gallia Savaşı’ndan başarıyla ayrılmış ve Roma’da diktatörlük yönetimi kurmak isteyen Caesar... İç Savaş bir yandan bu dönemi ayrıntılarıyla gözler önüne sererken bir yandan da Caesar’ın siyasi propagandası niteliğini taşıyor. Zor Vatan/ Serkan Oral/ Arkadaş Yayınevi/ 216 s. 2006 Çağdaş Gazeteciler Derneği ödülü alan televizyoncuyazar Serkan Oral’dan Keşmir dramını Kıbrıs sorunuyla birleştiren bir değerlendirme “Zor Vatan”. Kitabında Serkan Oral, bu bölgelerde yaşayan insanlarla yaptığı görüşmeler ve elde edilen bilgiler ışığında yaşananları gün ışığına çıkarıyor. Politik, sosyal ve kültürel bağlamda Keşmir ve Kıbrıs’ta yaşananları ulusal ve uluslararası kaynaklara başvurarak ortaya koyuyor. “Zor Vatan” kitabıyla birlikte sunulan 35 dakikalık belgeselröportaj tarzındaki DVD Film KıbrısKeşmir ikileminde yaşanan savaşları, diplomatik atakları, zulme uğrayanların ağzından gerçek öyküleri ve gelinen son siyasi aşamaları anlatıyor. Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref, Pakistan Başbakanı Şevket Aziz, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, KKTC 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş gibi isimlerin özel röportajlarının yer aldığı DVD filmde belgesel görüntülere de yer veriliyor. Ararat’ta 320 Gün/ Dr. Cemil Aslan/ Kutup Yıldızı Yayınları/ 208 s. “Ararat: Kitabı Mukaddes’te geçen Ararat adı, İ.Ö. 97. yüzyıllarda Aras ve Dicle ırmakları arasındaki krallığın AsurBabil dillerindeki adı olan Urardhu ya da Urartu’nun İbranice karşılığıdır. Bir İran efsanesi de Ağrı’nın, insan ırkının beşiği olduğunu ileri sürer. 1 Ekim 2006 tarihinde Ermenistan’ı ziyaret eden Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chrac ise Ararat kelimesinin anlamına ilişkin, insanlığın ve medeniyetin doğduğu topraklarda bulunmaktan mutlu olduğunu bildirmiştir.” Bu kitapta Dr. Cemil Aslan, Kürt sorununa ilişkin bir inceleme sunuyor. Benden Sonra Tufan Olmasın/ Muhsin Ertuğrul/ Remzi Kitabevi/ 670 s. Modern Türk tiyatrosunun öncüsü Muhsin Ertuğrul’un, özellikle 20. yüzyılın ilk çeyreğine, çağdaş Türk tiyatrosunun ve bir ölçüde de Türk sinemasının az bili nen kuruluş dönemlerine tanıklık eden anıları yer alıyor bu kitapta. Muhsin Ertuğrul şu sözlerle giriyor anılarına: “Çocuktum, yaşamımı tiyatroya adadım. Hem sevdiğim bir işte, bir sanat kolunda çalışmak için, hem de bu sanat dalının toplumun yüreğinde çiçekler açtıracağına inandığım için...” Bir Ada, Bir Dava, Bir Savaş/ İ. Neş’et İkiz/ Alfa Yayınları/ 334 s. “Kıbrıs Davası, bir TürkYunan davasıdır. Yunanlıların milli hedeflerinde, ‘Megali İdea’larında, ilk günlerden beri hiç değişmeyen ‘Enosis ve yalnız Enosis’ hedefleri vardır. Bu dava, bizim milli güvenliğimizin ve yaşamsal çıkarlarımızın bir parçasıdır.” Kıbrıs Barış Harekâtı’na katılanlardan biri de, Ada’ya ilk çıkan birliğin komutanı İ. Neş’et İkiz’dir. İkiz’in anılarında Kıbrıs çıkarmasının tüm aşamaları yer alıyor. AKP’nin Sağlık Raporu/ Ata Soyer/ Evrensel Basım Yayın/ 120 s. “2002 Kasım seçimleri öncesinde, AKP dahil tüm siyasi partilerin programlarında sağlıkla ilgili neler yazdığını incelerken şöyle bir saptama yapmıştık: ‘... aynı politikaları savunan AKP’nin sağlık alanında vaat ettikleri, son 2022 yılın uygulamasından, yani Dünya Bankası formüllerinden çok farklı değildir.’ (Siyasi Partiler, Sağlıkta Ne Laf Ediyorlar? Evrensel gazetesi) Önceden gelişi belli olan AKP rüzgârını, bir kez de 58. ve 59. hükümet programları ile ‘Acil Eylem Planı’nda hissettik. Gördük ki sağlığın piyasalaştırılması yolundaki adımlar, AKP tarafından daha da hızlandırılacak. 2007 Mayıs’ına geldiğimizde, 2002 Kasım’ında başlayan AKPsağlık ilişkisinin geldiği noktayı herkes görüyor.” Bu kitap, 20022007 yılları arasındaki beş yıla yakın dönemin bir özeti niteliğinde. Bancroft Stratejisi/ Robert Ludlum/ Çeviren: Esat Ören/ Altın Kitaplar/ 496 s. Efsanevi saha ajanı Todd Belknap, başarısız olduğu bir operasyon sonucu teşkilattan kovulur. Aynı zamanda, meslektaşı ve en iyi dostu Jared Rinehart da kötü şöhretli bir grup militan tarafından Lübnan’da kaçırılır. Hükümet, Rinehart’ın serbest bırakılması için eyleme geçmeyi reddedince, Belknap kolları sıvar. Bu arada, mali analizci Andrea Bancroft sürpriz bir telefon alır. Hiç tanımadığı bir kuzeni ona on iki milyon dolar bağışlamak istemektedir, ama bir şartı vardır: Bancroft ailesinin kurduğu vakfın yönetim kurulu üyesi olması istenmektedir. Annesinin kısa bir süre evli kaldığı ve sonra tüm ilişkilerinin kesildiği Bancroft ailesinden hiç kimseyi tanımayan Andrea, bu teklifi duyunca merakına yenilir. Yardım amaçlı bir kuruluş olan vakfın iç yüzünü öğrendikçe merakı daha da artar. Çünkü vakfın görünen iyi yüzünün gerisinde tüm dünya ülkelerinin varlığını tehdit eden birtakım faaliyetleri vardır. Hatta coğrafi dengeleri bozacak ve milyonlarca insanın hayatına mal olacak bir planın başındaki Genesis isimli kişinin de bu vakıfla bağlantısı bulunmaktadır. 30. ÖLÜM YILDÖNÜMÜ Elvis Presley sergisi Almanya’da BERLİN (AA) “Rock’n Roll kralı’’ olarak dünya çapında ün yapan Elvis Presley’in yaklaşan 30. ölüm yıldönümü nedeniyle Almanya’nın başkenti Berlin’de büyük bir sergi açıldı. ABD’nin Berlin Büyükelçisi William R. Timken JR’ın himayesinde Ellington Oteli’nde açılan ve ABD dışındaki en büyük Elvis sergisi olduğu belirtilen sergide, Elvis Presley’e ait yüzden fazla eşyayla bugüne kadar hiç yayımlanmamış 80 adet konser fotoğrafı yer alıyor. Sergilenen eşyaların değerinin yaklaşık 5 milyon Avro olduğu bildirildi. Elvis’in konser fotoğrafçısı Ed Bonja’nın da bugün gezdiği sergi 1 Eylül’e kadar açık kalacak.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle