05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

23 ŞUBAT 2007 CUMA haberler SÖZ ÇİZGİNİN TURHAN SELÇUK DÜNYADA BUGÜN ALİ SİRMEN POLİTİKA GÜNLÜĞÜ HİKMET ÇETİNKAYA C 3 Böyle Politika Olur mu? ışişleri Bakanı ve ardından Genelkurmay Başkanı’nın birbirlerini izleyen ABD gezileri ve hemen ertesinde çıkan yorumlar dış ilişkilerimizin tam bir şaşkın ördek politikasıyla yönetildiğini açıkça gözler önüne seriyor. Olaya bu açıdan bakınca, daima tok sesle konuşan Sayın Büyükanıt’ın Washington’daki TC Büyükelçiliği’ndeki konuşmasındaki, “1923’ten bu yana hiç bu kadar tehdit ve sıkıntılarla karşı karşıya kalmadığımız” yolundaki sözlerinin haklı, hatta az bile olduğunu söylemek mümkündür. Washington’daki önemli odakların görüşlerini büyük bir isabetle yansıtan Yasemin Çongar yazısında çok ilginç noktaları vurguluyordu. Bazı bölümlerini birlikte okuyalım: “Nesweek International’ın yayın yönetmeni Fareed Zakaria ile sohbet ediyoruz. Abdullah Gül ile Washington’da kahvaltıda buluşmasını anlatıyor. ‘Kendisi ile defalarca görüştüm. Ama Gül bu kez çok farklıydı. Kuşatılmış görünüyordu’...” “...Beyaz Saray, Büyükanıt’a verilen mesajlar konusunda ketum. Ama paylaştıkları bir gözlem var: ‘Türk hükümeti bir dizi konuda asker bize engel diyor; iktidarsız olduğunu gizlemiyor. Aynı konuları generallere açınca, biz askeriz karışmayız, hükümete söyleyin cevabını alıyoruz’...” Görüyorsunuz tavır açık, siyasal iktidar, “Yaparız ama asker engelliyor” diye TSK’yi ABD’ye şikâyet ediyor. Asker ise haklı olarak, “Siyasal görüş ve isteklerinizin muhatabı siyasal iktidardır” diyor. ??? Bağımsız bir devlet böyle davranabilir mi? Bağımsız bir devletin politikacısı, yabancılara kendi ordusunu şikâyet edip, “Bizim elimizde bir şey yok, gidin askerlere baskı yapın!” yollu sözler söyleyebilir mi? Söyleyebiliyorsa eğer, gerçekten de Türkiye 1923’ten beri yaşadığı en büyük tehlike ile karşı karşıya değil midir? Bu akıl almaz durum, AKP’nin güttüğü ve ulusal çıkarlarla bağdaşmayan politikasını kendi halkı önünde savunamamasından, bunu göze alamamasından kaynaklanıyor. 1 Mart tezkeresi günlerini anımsayın! AKP o sıradaki Başbakanı (Gül) ile henüz parlamentoya girmemiş olan genel başkanı (Tayyip Erdoğan) ile, Amerikan güçlerinin ülkemizde konuşlanıp Irak’a kuzeyden girmesini öngören tezkerenin geçmesini canı gönülden arzuluyor, ama din kardeşlerinin kendi aracılığıyla vurulması politikasını seçmeni önünde savunmaktan korkuyordu. O yüzdendir ki, Frenklerin deyimiyle “kestanelerin ateşten alınması işini” askerlere bırakmak için MGK’den karar çıkarmaya çalıştılar ve askerin “Bu siyasi karardır, biz karışmayız” demesi üzerine başarı kazanamadılar. 1 Mart tezkeresi böyle bir çözümün Türkiye’ye yararlı olmayacağı konusunda kesin görüşü olan CHP’nin oyları, politikasını savunmaktan çekinen AKP’nin korkaklığı ve de nitelikli çoğunluğun ne anlama geldiğini bilmemesi yüzünden geçemedi, geçebilemedi. ??? Şimdi de, PKK konusunda durum aynıdır. Belirli güçler, Irak sınırının öte yanından destek gören ve bahar aylarının ilerlemesinden itibaren, saldırılarını yoğunlaştıracak olan PKK konusunda, yalnız askeri çözüm olmayacağını ileri sürüp bu terör örgütünü, insan hakları ve özgürlükler bağlamında başka bir platforma çekmek istemekte, ayrıca Türk yetkilileri bu konuda çözümler için Kuzey Irak’ta hiç de dostça mesajlar vermeyen makamlarla görüşmeye çağırmaktalar. Konunun askeri yönden çözülemeyeceğini söyleyen Amerikalılara Büyükanıt haklı olarak, “kendisinin asker olduğunu, bu tür konuları siyasilerle görüşmeleri gerektiğini” söylüyor. Bir askerin doğal ve de demokratik tavrı değil mi bu? Konu siyasilere götürüldüğü zaman ise, onlar bu isteğe karşı, olumlu ya da olumsuz tavır koyacakları yerde, kuşatılmış konumda olduklarını ima ediyorlar. Oysa, eğer istenenlerin ülkenin çıkarları açısından yararlı olduğunu düşünüyorlarsa, orada gerekli cevabı verir, Türkiye’de de, politikalarını, Türk halkına ve Silahlı Kuvvetlerine anlatarak yürürlüğe koyarlar. Bundan da, eğer haklıysalar, güçlenerek çıkarlar. Ama kendileri de buna inanmıyorlar, alamadıkları politik riski askerle paylaşmak istiyorlar. Bu iktidar kuşatılmıştır evet. Ama kuşatma, bir yandan çıkarlarımıza aykırı yabancı istekleri kabul ederken öte yandan da, “Kurban olam yıldızına ayına” diye hamaset edebiyatı yapma durumunda olan iktidarın konumundan kaynaklanmaktadır. Basın Özgürlüğüne Darbe... askın seçim yapılır mı yapılmaz mı? CNN televizyonu, Devlet Bakanı Ali Babacan’ın AB yetkililerine genel seçimlerin eylül ayında yapılacağını söylediğini duyurunca, ilk çıkış Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’den geldi ve: “Babacan’ın verdiği bilgi Türkiye’de takvimin işlediği yönündedir...” Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise Gül ve Babacan’ın söylediklerinin tersine bir açıklama yaptı: “Nisanmayıs aylarını bir atlatalım, ondan sonra bir değerlendirme yaparız...” Beklenen şu: Mayısta Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacak, eylül ortasında ise genel seçimler... Dün sabah, “Baskın erken seçim yapılır mı yapılmaz mı” sorusuna yanıt ararken Cüneyt Arcayürek, Tuncay Özkan, Mine Kırıkkanat ve Kanaltürk çalışanlarının tüm banka hesaplarının, bankalar aracılığıyla yaptıkları tüm işlerin bilgisinin istendiğini duydum... Orhan Erinç ve Mustafa Balbay Kanaltürk televizyonuna yönelik “mali gözaltı”nı yazmışlardı... Balbay, “çok kanallı tekseslilik” derken Erinç, olayı “vahim bir durum” diye nitelendiriyordu... Devlet erkini elinde tutanlar kendilerini eleştiren medyayı susturmak için hukuk dışı eylemlere girerlerken nasıl oluyor da demokrasiden, insan haklarından, özgürlüklerden ve hukuk devletinden söz edebilirlerdi? Yargının yapacağı işi kendileri yapıp Kanaltürk’ü susturmak isteyen AKP iktidarı demek ki “baskın seçim” için düğmeye basmış, hedef olarak da Kanaltürk’ü seçmişti... ??? AKP iktidarını eleştirmek, yolsuzluklarının üzerine gitmek, tarikatçı kadroların devletin duyarlı kurum ve kuruluşlarını ele geçirdiğini yazmak suç(!) öğesi oluşturuyordu kimilerine göre... Hürriyet yazarı Emin Çölaşan’ı yok etmek isteyenler, bugün Cüneyt Arcayürek’i, Tuncay Özkan’ı, Mine Kırıkkanat’ı, Kerimcan Kamal’ı, Havva Göksu’yu, Adnan Bulut’u, Emre Eren’i, Tuncay Mollaveyisoğlu’nu, Burak Mızrak ve Ahmet Gökbulut’u boğmak istiyorlardı... Neydi adlarını saydığım meslektaşlarımın suçu? Kara para aklamak mı; ihaleye fesat karıştırmak mı; Afrika’dan Orta Asya cumhuriyetlerine dek okul açmak, hastane kurmak mı? Haklarında bir suç duyurusu yoktu, olsa savcılık harekete geçerdi... Nakşilerin, Fethullahçıların, Süleymancıların malvarlıklarına, bankalardaki hesaplarına, bankalar aracılığıyla çevirdikleri dolaplara, kurdukları gazetelere, televizyonlara neden bakmıyor, Maliye Bakanlığı Gelir İdaresi Başkanlığı Gelirler Kontrolörü Metin Ölçek? Kanaltürk’ün yaşadığı olay topluma, basına, özgür düşünceye, insan haklarına, demokrasiye ve hukuk devletine yöneliktir!.. Peki, medyamız susacak mı? Sanırım susacak!.. Kırk yıldır gazeteciyim ve ben böyle bir siyasal iktidar görmedim!.. AKP’nin eleştiriye tahammülü yok!.. Yerden mantar biter gibi yeni haber televizyonları kuruluyor bugünlerde... Kim kuruyor bu televizyonları, paralar nereden geliyor? ??? Maliye Başmüfettişi Hamza Kaçar, terörü finanse eden (BM kayıtlarına bakın) El Kadı’yı incelemeye alınca görevinden ihraç ediliyor... Kanaltürk çalışanları bir açıklama yaptı, Cumhuriyet dışında hiçbir gazete yayımlamadı... Ne diyorlardı: “Hükümet, elindeki kamu gücü ve otoritesini siyasi ve kişisel amaçlarla kullanarak; özgür ve bağımsız medyanın temsilcisi olan Kanaltürk’e karşı hukuk dışı, doğrudan ve dolaylı, gizli ve açık biçimde keyfi, tehdit, baskı ve yıldırma politikası uyguluyor. Halkın haber almasını, düşünce ve kanaatlere ulaşmasını, kamuoyunun serbestçe oluşmasını engelleyerek anayasamızdaki temel hak ve özgürlükleri ihlal ediyor, suç işliyor.” Neden susuyor medya!.. Neden gazeteler, televizyonlar Kanaltürk’e yapılan “mali gözaltı”nın aslında AKP’nin yandaşları dışındaki tüm medyayı susturmak amacını taşıdığını gündeme getirmiyorlar? Bu ne biçim demokrasi, basın özgürlüğü, hukuk devleti anlayışıdır? D B Rıfat Ilgaz’ın sınırları aşan Köln’de ‘Hababam Sınıfı’nın renkli dünyası 50’nci yılı kutlandı Köln’de kısa bir süre önce kurulmuş olan kültür merkezi Creativum’da film gösterisi, tiyatro, konserden oluşan renkli bir programla Rıfat Ilgaz anıldı. Çok kişinin katıldığı etkinliğin ilk günü Aydın Ilgaz, Mehmet Saydur, Mevlut Asar ve Zehra İpşiroğlu’nun katılımıyla düzenlenen panelde, Rıfat Ilgaz’ın yapıtları, özellikle de “Hababam Sınıfı” üzerine konuşulup tartışıldı. Zehra İPŞİROĞLU KÖLN – “Hababam Sınıfı”yla çığırından çıkmış bir okulu anlatır Rıfat Ilgaz: Astığı astık kestiği kestik bir emekli polis olan müdür, öğrencilerin dünyasından fersah fersah uzak öğretmenler, türlü muziplik ve şaklabanlıklarla okuldaki tutsak yaşamı yaşanılır hale getirmeye çalışan öğrenciler… Hababam Sınıfı toplumuzun neredeyse küçük bir modeli gibi. Üçkağıtçılık, sahtekarlık, hırsızlık, rüşvet, ispiyonculuk, ezbercilik, baskı her şey var bu okulda. Gözleri görmeyen, kulakları işitmeyen, bir söylediğini bir sonra unutan içi geçmiş öğretmenler tarafından kuşatılan öğrencilerin tek savunma yolu kendilerini ezenleri ya da ezilmelerine araç olanları işletmek. Bu nedenle kopyanın bin bir çeşidini icat etmekten dersleri kaynatmaya, kendilerini yönetenlerle dalga geçmekten, okulda dönen yolsuzlukları açığa çıkartan üçkağıt oyunlarına değin çevirmedikleri dalavera yok. Hababam Sınıfı’nın “çift dikiş okuya okuya” yaşlanan öğrencilerinin her biri kendi tarzında zorbalığa başkaldırırken, onları ezenleri parmağında oynatır. Örneğin edebiyatın e’sinden bile anlamayan bir edebiyat öğretmenini, kendilerine ahlak dersi veren ahlaksız bir müdürü, ispiyonculuk yapan bir öğrenciyi akla hayale gelmeyecek oyunlarla canlarından bezdirirler. İşletme ve dalga geçme onların kendilerini ezen sisteme karşı tek savunma biçimi. lişmeden Hababam Sınıfı da payını fazlasıyla alıyor. “Hababam Sınıfı”nın ellinci yılını kutlarken, Rıfat Ilgaz’ı vurucu bir yergi yazarı olarak yok etmeyi amaçlayan bu tehlikeyi de sanırım gözden kaçırmamak gerekiyor. Köln’deki panelde Aydın Ilgaz’ın babasının yaşamıyla ilgili anlattıkları çok vurucuydu. Sanırım “Hababam Sınıfı”nı sadece filmlerden tanıyan genç bir kuşak, yaşamını ezilen, sömürülen geniş halk kitlelerine adamış olan Rıfat Ilgaz’ın duruşuyla bu ünlü yapıtı arasındaki bağlantıyı görmede zorlanmışlardır. Oysa, Hababam Sınıfı’nda çığırından çıkmış bir okul gösterilmiyor sadece, bütün çirkin yüzüyle bizim toplumumuzun bir modeli çiziliyor. Önemli olan, Ilgaz’ın düşünmeyle güldürmeyi bütünleştiren bu bakışını yakalayabilmek. BU KİTAP DA OKULLARA GİREMİYOR Rıfat Ilgaz’ın mizahı, eğlendirici olduğu kadar düşündürücü de. Gerek kendi çocukluğunda gittiği yatılı okulda yaşadıklarıyla, gerek öğretmenlik yıllarındaki deneyimiyle kaleme aldığı okul yaşantıları otoriter eğitim sisteminin çarpıklığını tüm vuruculuğuyla gündeme getirdiği gibi bu sistemi var eden toplumsal koşulları da sorguluyor. Bu nedenle de doğrudan gençlere seslenmesine ve onların gerçeklerini gündeme getirmesine karşın, tıpkı Aziz Nesin’in “Şimdiki Çocuklar Harika”sı gibi bu kitap da okullara giremiyor. Nitekim Bakanlığın çıkardığı 100 Temel Eser listesine baktığımızda, gençlerin dünyasıyla uzak yakın ilgisi olmayan bin bir çeşit kitap gündeme gelirken, doğrudan onların gerçeğini dile getiren taşlama türü kitapların bilinçle dışlandığı görülüyor. Gülmece alanında da Nasrettin Hoca öykülerinin dışında bir şey göze çarpmıyor bu listede. Gülmecenin taşlama ve yergiye dönüştüğü anda sistemi sorgulayan çok tehlikeli bir silaha çevrildiği bilinen bir gerçek. Belki de bu nedenle en büyük yergi ustaları, yazarlar, karikatürcüler baskılı toplumlardan çıkıyor. Baskının olduğu yerde taşlama önemli bir savunma aracı olarak yeşeriyor. Rıfat Ilgaz’ın kendisi bunu şöyle dile getiriyor: “Mizah, düzenin laçka olduğu, değer yargılarının ters yüz edildiği çağlarda geçim dengesinin egemen sınıf çıkarına bozulduğu dönemlerde vurucu gücünden ortalama bir şeyler katar, halkı atılımlara hazırlar, yüreklendirir, gerçekleri kendi kurallarına uygun bir biçimde bütün gülünçlüğüyle, zavallılığıyla ortaya çıkarıp ezilenlerin, haksızlığa uğrayanların gözüne sokar.” Hababam Sınıfı da resmi görüşe göre sakıncalı bir yapıt olmasına karşın, hem kaç kuşağın kendini bulduğu bir kült kitabına dönüşüyor, hem de usta komedyenlerimizin elinde tiyatroya ve sinemaya uyarlanıyor, böylece de yüz binlerce insana ulaşıyor. Bugün toplumuzda bu ünlü yapıtı küçük büyük tanımayan yok. Günümüzde taşlama türünün en büyük düşmanın medya kültürü olduğunu söyleyebiliriz. Neil Postman “Ölesiye Eğleniyoruz” adlı yapıtında medya kültürüyle yoğrulan çağımız insanının nasıl her şeyi ucuz bir eğlenceye dönüştürerek düşünme ve duyumsama yetilerini giderek yitirdiğini dile getirir. Günümüzdeki eğlenme endüstrisinin belki de en temel ilkesi “düşünmeyi bırak, eğlenmeye bak” görüşünün televizyon dizilerinden reklama, boyalı basından ucuz TV şovlarına değin uzandığını görüyoruz. Ne yazık ki son yıllarda bu ge renkli ilan asirmen?cumhuriyet.com.tr hikmet.cetinkaya?cumhuriyet.com.tr Faks numaramız: +90 0212/ 343 72 69
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle