05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

23 ŞUBAT 2007 CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN C 15 Gerçek bir kahraman Enis BATUR Rozet ve tasarım ehmet Müfit bir ara Osmanlı damgalarına, mühürlerine taktıydı; yıllar içinde, neredeyse bütün posta ağını kat eden bir tatar gibi çalıştıktan sonra şimdi başka bir alana sıçradı: Rozet topluyor nicedir, o küçük lekelerin arkasında tutkulu koleksiyoncusunu bekleyen puslu tarihi kat ediyor ağır ağır. Bilmem bunun ne kadarını yakasını bırakmayan Şiir’den uzak durmak için yapıyor; şiirindeki hafif külhân edâsını özleyenler arasında yer alanlardanım. Edebiyat Dünyamızda susuz toplayıcılar vardır, Mehmet Müfit tek örnek sayılmaz. Eser Gürson bakır, Ferit Edgü resimden kilime pek çok zanaat ürünü, Arif Damar deniz kabukluları, Roni Marguelies fotoğraf ve efemera peşindeydiler. Büyük, dipsiz koleksiyoncular ayrı: Rasih Nuri İleri, Taha Toros, Turgut Çeviker, Pars Tuğlacı, başkaları. Eski bir tanıdığım, İstanbul’un mühürlü tuğlalarını biriktiriyor. Öbürüsü musluk hastası. Ben, kendini toplamaya çalışanlar türündenim. Rozetler konusunda epey söyleştik Mehmet Müfit’le. Osmanlı döneminde, uzun süre yurtdışına ısmarlanmış erkek takıları. Mine işçiliği sonradan gelmiş bize, tehlikeli hastalıklara yataklık eden bir uğraşmış. Özellikle Ermeni ustalar revaçtaymış. Şimdi kullanılmaz oldu rozet, uzak taşraya ait bir giyim kuşam aksesuvarı gözüyle bakılıyor ona. İleride, bir kitapta toplansın istiyor Mehmet Müfit, önemli örnekleri ve tarihçesiyle o zanaatın öykülü tarihi; dilerim başarır bunu. Rozetler, bizim aidiyet tarihimizin göstergeleri arasında ciddi bir yer tutuyor. Kıymetli parçalara yakından baktıkça: Küçücük bir alanda ne hüner! Tasarım serüvenimizde büyük boşluklar göze çarptığının bir kanıtı daha: Rozet ustalarının adını sanını, çalışma yöntemlerini, estetik tasalarını bilmiyor, tanımıyoruz. Güçlü olasılık, dağınık meraklıların köşelerinde kazılarını sürdürüyor olması. Öyleyse, onları buluşturacak akademik bir mekanizma yaratılmalı. Gerçi toplayıcılar alabildiğine kıskançtır, ama belli mi olur… Son çeyrek yüzyılın en gözde alanlarından biri tasarım. Bizde de, hem eğitim alanında, hem uygulamada hızla mesafe kat edildiğini gözlemliyoruz. Yaratıcılar çıkardık. Çoğu iş dalında, tasarımcının katkısı küçümsenmez oldu artık. Yayıncılık bağlamından biliyorum: Eskiden kitap tasarımı için işi bilene gereksinme duyulmaz, korkunç gaflar pahasına, dahası hırsızlamaya gönül indirerek sorunlar çözülürdü; son yıllarda tasarımcıya başvurmayan, özgün yaklaşım beklemeyen yayınevi sayısı bir hayli azaldı diyebiliriz. Peki, tasarım üzerinde yeterince düşünüyor muyuz, o aşamaya geldik mi? Burada, gecikmeli olduğumuzu itiraf etmeliyiz. Tek tük çalışmayı ayırırsak, üretim hayli düşük tempoda. Belki bundan, rozet konusu açıldığında dağarcığımızdan ses gelmiyor. Birkaç yıldır, Akın Nalça Kitapları bu bağlamda önemli adımlar atıyor. Uğur Tanyeli, Akın Nalça, Bülent Erkmen M esim Ömer elinde mektup zarfları Cağaloğlu’nun yolunu tutar. Postacı yine yanlış mektuplar atmıştır, kapı aralığından... Mektup zarflarına bir göz attığımızda üstlerinde “Besim Ömer” yazdığını okuruz, nefes nefese... Nefes nefese diyorum, çünkü bu Besim Ömer’e yetişmek hiç de kolay değildir. Öyle hızlı yürümektedir ki, sanki arkasından atlı koşturuyor. Oysaki, beş yaşına kadar yürümek şöyle dursun, ayağa bile kalkamamıştır. Yürümeyi geç öğrenmenin hırsından olsa gerek, Besim Ömer Bey’i durdur durdurabilirsen... Evet!.. Bir daha baktım, mektup zarflarının üstünde “Besim Ömer” yazıyor! Yanlışlık nerede mi?.. O yıllarda iki Besim Ömer yaşamaktadır İstanbul’da: Biri, Doktor Besim Ömer, öteki ise ünlü atlet Besim Ömer... Ülkemizi uluslararası müsabakalarda başarıyla temsil eden Besim Ömer Koşalay, adaşının mektuplarının kendi adresine getirilmesine o kadar üzülmüştür ki, “Koskoca Besim Ömer Paşa kim, ben kimim?” diyerek bu yanlışlığa bir son vermek için adını “Ömer Besim” olarak değiştirmiştir. B AZILARIYLA HALKI AYDINLATTI Yağmurlu bir gece, Besim Ömer Paşa’nın Cağaloğlu’ndaki evinin kapısı öylesine yumruklanır ki, sokak kedileri gizlendikleri yerde iki büklüm olurlar. Doktor Besim Ömer Bey, kapıyı açtığında karşısında saray askerlerini görür. Besim Ömer’in bindirildiği at arabası İstanbul sokaklarında akortsuz bir piyanonun tuşlarında yol alır gibi geçerek sarayın Harem kapısının önünde durur... Padişahın gözdelerinden olan bir kadın o gece doğum yapmaktadır... Doğumun zorlu olacağı ebeler tarafından söylenince Fransa’ya başvurulmuş, Fransız uzmanlardan “İstanbul’da Besim Ömer varken, bize ihtiyaç yoktur” yanıtı alınmıştır. Doğumu başarıyla gerçekleştiren Besim Ömer, böylelikle Osmanlı Haremi’ne giren ilk kadın doğum doktoru unvanını da alır. Gülhane Parkı, tarihimizde birçok yeniliğe sahne olmuştur. Gülhane Hattı Hümayunu Mustafa Reşit Paşa tarafından burada okunmuş, ilk Atatürk heykeli bu parkın içine, Sarayburnu kıyısına konmuştur. 1892 ise yalnızca Topkapı Sarayı’nın dış bahçesi olan bu parkın tarihinde değil, ülkemizin aydınlanma tarihinde çok önemli bir yıldır. Bu yılda, Besim Ömer Paşa tarafından Gülhane Parkı’nda ilk doğumevi (Viladethane) açılmıştır. Oysa o dönemlerde kadınlar evlerde ebeler yardımıyla doğum yapıyorlardı. Bu yüzden, bilime sırtını dönen çevreler Besim Ömer Paşa’yı “Piçhane” kurmakla suçlarlar... “Öyle ya, hangi kadın gider de doğum yapar, Besim Ömer Paşa’nın hastanesinde!?. Doğacak çocuğun babası belli olmayan!..” Besim Ömer Paşa, tıp eğitimini İstanbul’da birincilikle tamamladıktan sonra Paris’e gitmiş, orada da kadın doğum konusunda dört yıl eğitim almıştır. 1891 yılında İstanbul’a geri döndüğünde, doğum esnasında ölen kadınlar, sakat kalan ço Y cuklar konusunda bir an önce bir şeyler yapma konusunda kararlıdır. Dönemin padişahı II. Abdülhamit, doğumevini reddetse de, Besim Ömer Paşa insan hayatının en önemli, en güzel anı olan doğum olayının hatalar sonucunda kâbusa dönüşmemesini istiyor ve bu gerçeğin yolunda karşısına çıkacak ham taşları yontacak gücü kendisinde görüyordu. Gülhane Parkı’nda bulunan Askeri Tıbbiye’nin yanındaki “üç oda ve bir sofa”dan oluşan küçük bir binada “gizli” olarak açılan ilk doğumevine doğum yapacak kadın bulmak için kolları sıvayan Besim Ömer Paşa, gerçeği bulma yolunda en büyük güç olan yazıyı kullanır. Besim Ömer Paşa gazetelerde yazdığı yazılarla bilimin çatısı altında yapılacak doğumun yararlarını halka anlatır ve cehalete karşı büyük bir savaş başlatır. Tüm bunları yaparken, doğumevinde görev yapacak doktorları, hemşireleri de eğitmekte, adeta büyük bir sağlık ordusu hazırlamaktadır. Besim Ömer Paşa’nın hakarete uğradığı, kimileri tarafından “şeytan” ilan edildiği ve bir gün doğumevinin kapısında taşlanırken, içeri girmesini söyleyen öğrencilere, “Bunların karşısında bir adım dahi geri atmayacaksınız” dediği dilden dile anlatılır... Tıbbiye son sınıf öğrencilerinin altışar kişilik gruplar halinde 24 saat nöbet tuttuğu ilk doğumevi tahmin edebileceğiniz tüm zorluklara karşı gelmeyi başarmış ve kendini topluma kabul ettirmiştir. 17 yıl hizmet veren, içinde Besim Ömer Paşa gibi bir devi barındıran bu küçük bina 1909 yılında terk edilir... Doğumevi, II. Meşrutiyet’in getirdiği soluklanma fırsat bilinerek Kadırga’da inşa edilen daha büyük bir binaya taşınır. İLLETİN GERÇEK KAHRAMANLARI... Eğer bir gün yolunuz Gülhane Parkı’na düşecek olursa, koca ağaçların altında yürürken etrafınızı iyice dinleyin... Besim Ömer Paşa’nın doğumevinden yükselen seslere kulak verin... Yaşamı kurtarılan annelerin mutluluktan ağlayışlarını, sapasağlam doğan bebeklerin dünyaya merhaba diyen çığlıklarını duyacaksınız. Günümüzde kadınlar bilimin ellerinde doğum yapmakta, erkekler bilimin kapısı önünde baba olmanın müjdesini beklemektedirler. “Bu millet her şeyi hazır aldı, bu yüzden kıymetini bilmiyor” sözü çok yanlıştır. Biz, gerçeğe ulaşma yolunda çok büyük bedeller ödedik, hâlâ da ödüyoruz. Sorun şudur ki, ödenen bedelleri unuttuk. Doğumhanelerin kapısı önünde yaşanan mutlulukların bedelini de Besim Ömer Paşa ödemiştir. Bilimin ışığı altında anne olan her kadının, bilimin eşiğinde baba olmayı bekleyen bu toplumdaki her erkeğin Besim Ömer Paşa’ya bir teşekkür borcu vardır. Ülkemizde kahraman diye elleri kanlı katiller sunuluyor topluma... Oysa, bu milletin gerçek kahramanları Besim Ömer Paşa gibi bilim insanları, sanatçılarıdır. Kahraman olmak için ille de “kan” gerekiyorsa kabul... Besim Ömer Paşa’nın da elleri doğumevinde her gün kan içindeydi!.. üçlüsünün oluşturduğu bir yayın kurulu yönlendiriyor bu dizideki kitapları. 2005 sonunda, Faruk Ulay’ın Sürekli Bir Yenilginin Gölgesinde başlıklı "grafik tasarım manifestosu" yayımlanmıştı. 2006 sonunda, Tasarımın Özüsözü geldi: Celâl Üster’in çevirisiyle, tasarım dünyasının ustalarının okkalı cümleleri, paragrafları düşünsel alıştırmalara yatkın okurlar için bir gömü sandığı oluşturuyor. Faruk Ulay’ın manifestosunda da aforizma üslubu ağır basıyordu ama, tek kalemden çıkan parçaların aralarındaki bağlantılar göz ardı edilemezdi. Tasarımın Özüsözü’nün içeriği daha az sistemli is ter istemez, bir tür havai fişek mantığıyla uçuruyor kitaptaki billur sözler, okuru. Akın Nalça Kitapları bir soru doğurdu zihnimde: Nesnekitap kavramında aşırıtasarım söz konusu olmuyor mu bir yerde? Sorunun yanıtını deneyimli usta Bülent Erkmen’e bırakmak en doğrusu, ne de olsa kitaba öbür kıyıdan bakan biriyim ben. Kaygımı ifade eden bir cümleyi kaç yüzyıl önce La Rochefoucauld kurmuş zaten: "İnsanın yeteneğini gizlemeyi bilmesi büyük maharettir". Başkasını bilemem, aforizma bende rozet çağrışımı yapıyor öteden beri. M Türk Kurmay Subaylarının Gözüyle Çanakkale Savaşı/ Yayına Hazırlayan: Dr. Burhan Sayılır/ Salyangoz Yayınları/ 324 s. Türk tarihindeki en önemli olaylardan biri olan Çanakkale Savaşı’nın gerçek tarihini bilmek için, birincil kaynak özelliğini taşıyan harp cerideleri ve birlikler arasındaki yazışmalar gibi arşiv belgelerinin yanı sıra bizzat bu savaşa katılmış olan subay düzeyindeki kişilerin kaleme aldıkları günlük, hatıra, kitap, makale ve savaş sonrasında verdikleri konferanslara bakmak ve incelemek de oldukça yararlıdır düşünceyle; savaşa katılmış subayların savaş bittikten sonra verdikleri konferanslara yer verilerek Çanakkale Savaşı ile ilgili kaynakların topluma kazandırılması amaçlanmış bu çalışmada. Söz konusu konferanslarda Anafartalar, Arıburnu, Seddülbahr ve Kumkale’de yaşanan çarpışmalara değiniliyor. Fanfarlo/ Baudelaire/ Çeviren: Tozan Alkan/ Salyangoz Yayınları/ 104 s. “Fanfarlo”, Baudelaire’in 1847’de kaleme aldığı, tek kısa romanı. Bu romanda Baudelaire, bir süre aşk yaşadığı Jeanne Duval ile arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Baudelaire, lüks düşkünü olan bu kadına özlediği hayatını veremeyince ilişkileri kâbusa döner ve her iki taraf da büyük acılar çeker. Balzac’ın etkisini taşıyan bu küçük yapıta şair, “büyük bir miskin, tutkun bir kederli ve mutsuz bir ünlü” olan Samuel’in kişiliğinde kendi portresini çiziyor. Cebimdeki Düşünceler/ Balzac/ Çeviren. Mehmet Cenan/ Salyangoz Yayınları/ 144 s. Balzac, not defterleriyle romanlarının mutfağında bir gezintiye çıkarıyor okuru bu kitapta. Kadınlar, kız kuruları, borca batmış insanlar, politikacılar... Evler, mobilyacılar, lüksün ve ihtişamın kirli suç ortaklığı... Salyangoz Yayınları, Balzac’ın “Tours Papazı” adlı yapıtını Simsiyah dizisi arasında okuyucuya sundu. “Tours Papazı”nda Balzac, çöken bir dönemin bütün dramını ve ironisini, yükselen yeni bir dönemin gerilimiyle ve endişesiyle anlatıyor. Güzelliğe Dair/ Zadie Smith/ Çev.: Berna Kılınçer/ Everest Yay./ 554 s. Âşık eden, özleten, yeri geldiğinde yöneten, verdiği mutluluk kadar hırpalayıcı da olabilen güç: Güzellik. Howard Belsey ve Monty Kipps’in akademik bir çerçevede başlayan Rembrandt çatışmaları, Kipps ailesinin Londra’dan Belseyler’in yaşadığı New England’a taşınmasıyla yepyeni bir boyut kazanıyor. Smith bu romanında, güzellik kavramını sanattan insan bedenine uzanan geniş bir yelpazede irdeliyor. Atlas’ın Yükü/ Jeanette Winterson/ Çev.: Dilek Şendil/ Merkez Kitaplar/ 114 s. Eski Yunan mitolojisinde Titanlardan Atlas, Olymposlu yeni tanrılara baş kaldırmış ve yenilgiye uğrayarak Hesperidlerin bahçesindeki kutsal Yaşam Ağacı’nın bekçisi olarak dünyayı ve gök kubbeyi sonsuza dek sırtında taşımakla cezalandırılmıştır. Kahraman Herakles, Yaşam Ağacı’nın altın elmalarını çalmak istediğinde, bu işe gücü yetebilecek tek tanrı olan Atlas’ın yardımını ister ve bir süreliğine yer değiştirmeyi teklif eder. Herakles, zamanla dünyanın yükü altında ezilir, bir an önce eski günlerine dönmek istese de Atlas’ın yüzyıllar sonra yeniden ele geçirdiği özgürlüğü bırakmaya niyeti yoktur… ‘Tabernaculum/ Orhan Teoman ÖzdemirAli Süha Uyar/ Anfora Yayıncılık/ 550 s. Bizans İmparatorluğu adını kim, neden icat etti? Bizantion, Konstantinopolis, Yeni Roma, İstanbul... Peki Çargrad? Ya Üçüncü Roma? Londra’da işlenen esrarengiz cinayetlerle başlayıp Viyana’da gelişen olayların ve Ayasofya’dan Tekfur Sarayı’na, Sultanahmet’ten Adalar’a, İstanbul’un yeraltı ve üstünde yaşanan gerçeklerin yer aldığı bir El Turko serüveni “Tabernaculum” Platero İle Ben/ J. R. Jiménez/ Çeviren: Akşit GöktürkAyşe Nihal Akbulut/ YKY/ 190 s. “Bu kitap, dile getirdiği insanca duyarlıkla gerek Avrupa’da gerekse Amerika’da büyük bir ilgi uyandırmış, birçok dile çevrilmiştir. Tıpkı ‘Don Quijote’ gibi hem büyüklerin hem de küçüklerin sevebileceği niteliktedir; bu iki yapıt arasında kuruluş bakımından bile benzerlikler vardır. Ancak, Cervantes’in kahramanını ardından sürükleyen ‘adalet’, Platero’daki ozanın ülküsü ise ‘güzellik’tir. Güzellik uğruna yollara düşmüş üzgün bir ozanla şen bir eşeğin öyküsü…” diyor Akşit Göktürk. YKY, İspanyol ozan Jiménez’in “Platero İle Ben” yapıtını tam metniyle sunuyor. Sodom/ Marquis De Sade/ Çevren: Birsel Uzma/ Chiviyazıları Yayınevi/ 438 s. Kitap için, “Sade, şehvet oyunları için, özellikle dünyanın bir ucundaki şatoları ve tek başına duran evleri seçiyor ve böylece romanlarını ürkütücü bir eksene yerleştiriyordu. ‘Sodom’um 120 Günü’nün geçtiği yer, ülkenin diğer yerleşimlerinden, uygarlıktan çok uzak hem gerçek hem de mecazi anlamıyla ıssız bir kaledir” yorumunu yapıyor Noelle Chatelet. 5 bin yıllık âşıklar birlikte sergilenecek ROMA (AA) İtalya’da kısa süre önce ortaya çıkarılan, 5 bin yıl önce birbirlerine sarılmış halde gömülen iki iskelet birbirinden ayrılmayacak. İtalya’nın kuzeyinde bulunan Mantuva’daki kazıları yöneten Elena Menotti, “Sevgilileri ayırmak söz konusu değil” dedi. Genç çiftin iskeletlerinin Mantuva Arkeoloji Müzesi’nde olduğu gibi sergilenmesi kararlaştırılırken bazı bilim adamları iki iskeletin duruş biçiminin hâlâ kafalarında soru işareti yarattığını söylüyorlar.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle