05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler 23 ŞUBAT 2007 CUMA 301 Tartışmalarında Gözden Kaçan... ürk Ceza Kanunu’nun (TCK) 301. maddesi üzerindeki tartışmalara katılacak değilim. Bu konuda çok önemli bir ilkeyi anımsatmakla yetineceğim. Ama önce, on beş kadar davada 301’in eski TCK’deki karşılığı olan 159’dan yargılanmış bir kişi olarak aşağıdaki “örnek olay”ı sunacağım. Sözünü ettiğim davalardan birinde. Ant dergisindeki bir yazı ile “devletin emniyet ve muhafaza kuvvetlerini tahkir ve tezyif etmek’’ten sanıktım. İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nin karşısına sanık olarak çıkarılmama yol açan yazı şuydu: “Uşaklığın Ücreti! / Dolmabahçe rıhtımında bulunan asker ve inzibatlar, bütün günü, güneş altında ekmek ve beyaz peynir yiyerek geçirirken Amerikan uçak gemisinden bir motorla, rıhtımda bulunan Türk polisine ‘Turkish Police Only’ (Yalnız Türk Polisi İçin) yazılı bir paket içinde kumanya gönderilmiştir. Polis öğle yemeğini bu kumanyadan yemiştir. (19.7.1968 tarihli gazetelerden)” Bu yazı “6. Filo Olayları” sırasında yayımlanmıştı. O tarihte İstanbul’a gelmiş olan Amerikan 6. Filo’su gençler tarafından protesto ediliyor; dönemin toplumsal olaylarını bastırmakla görevli “Toplum PENCERE Bu İş Şirazeden Çıkıyor... OKTAY AKBAL ‘Bütün’ü Görebilmek... urduğunuz yerden nereleri, ne kadarını görebilirsiniz? Boyunuzun uzunluğunca, gözünüzün keskinliğince seçebildiğiniz kadarını... Bir yüksek yere tarmandınız mı daha öteleri.. Bir kuleden baktınız mı bir mahalleyi, bir semti seyredebilirsiniz. Uçakla havalandınız mı tüm kenti ayaklarınızın altında bulursunuz. Bu, görmenin maddesel yanı... Bir de bir sorunu, bir konuyu bütünüyle görebilmek vardır. Görmeye, anlamaya çalışmak vardır. Diyelim ki kimsesiz çocuklar sorunu güncellik taşıyor. Çözüm nedir? Birkaç bakımevinin düzeltilmesi, daha iyi yöneticiler atanması, parasal olanaklarının iyileştirilmesi mi? Ya da bunlara birkaçının daha eklenmesi mi? Bir tutumdur bu da!.. Ama neyi ortadan kaldırır, hangi sorunu yok eder? Bu kadarını yapan bir yönetici “Oh bir şeyler başardım” diye sırtüstü yatabilir mi artık? ??? Her iş böyle.. Ayrıntıların ayrıntısı bir işi başarmak yetmiyor. Bütünüyle görmek, bütünüyle anlamak, bütünüyle çözümleme yöntemlerini bulmak, uygulamak gerekli... Ne var ki “bütün”ü görme öyle kolay bir iş değil. Bilgili olmak, bilinçli olmak, yurtsever olmak; bencil olmamak, dar görüşlü olmamak, çıkarcı olmamak... Birkaç nitelik size... Politikaya atılmış kişilerde aranan, beklenen özellik önce bu olmalı; bütünüyle görebilme yeteneği... Bakıyoruz çevremize, bakıyoruz ülkemize, bakıyoruz tarihimize, “bütünüyle görme”sini bilen, böyle bir yeteneği olan, böyle bir yeteneği geliştiren politikacılar öylesine az ki!.. Herkes ucundan, parçasından kesin yargılara varıyor. Ünlü fil hikâyesi gibi...Yalnız kendi bildiği, gördüğü kadarıyla yetinen politikacı en zararlı politikacıdır. Ondan daha zararlısı işine geldiğini söyleyen, gösteren politikacı tipidir. Bütünü az çok görüyor, anlıyor, ama çözümleme gücü yok, istediği de yok! Ne yapıyor? Gözden saklamaya, önemini azaltmaya, dikkatleri başka yöne çekmeye çalışıyor. Küçük çıkar hesaplarını öne sürüyor, hem kendisini, hem çevresindekleri, hem de toplumu yanıltmakla işin içinden çıkacağını sanıyor. Siyasal partilerin kadrolarında sivrilme olanağını bulanların pek çoğu, ya bütünü göremeyen ya da gördüğünü gözden saklayan kimseler!.. İlçe kongrelerinde başarı kazanmak, takım kurmak, “asker” toplamak, olay çıkarmak, partizanlarına çıkar dağıtmak; bir iki konuda göz boyayan işler becermek yetiyor bunların adam diye ayakta kalmalarına... “Bütün” umurlarında değildir... Sorunlar olduğu yerde yozlaşsın, ama onlar, şu ya da bu görevde önemlerini, etkinliklerini korusunlar! ??? Bir politikacıya iyice bakın, söyledikleri “bütün”ü kavramış, anlamış mı? “Bütün”ün çözümlenmesine yönelmeye niyetli bir tutumu benimsemiş mi? Yoksa günübirlik işler ardında mı? Halk bir politikacının gerçek kişiliğini tanımayı, anlamayı öğrenmeli... Gerçekten uygar bir toplumda bütün’ü göremeyen, kavrayamayan politikacılar sürekli ayakta kalamazlar. Fransız devrimcisi Babeuf şöyle diyor yasalar konusunda: “Ey halk, yasaları tam yapmazsan, yalnızca yarım doğruluk istersen, hiçbir şeyi elde edemeyeceğin kesindir.” Bunu şöyle çevirmeli; politikacıları, halkın lideri olmaya kalkışanları yarım yamalak tanırsan, gerçek politikacıları ayırt etmesini öğrenemezsen senin yararına hiçbir şey yapılamayacağı kesindir.. Burada ölçü, bir politikacının sorunları, konuları, olayları bir “bütün” olarak ele alıp almadığı, bütünü görebilip göremediğidir... T D Polisi” bu gençlere pek acımasız davranıyordu. 17 Temmuz 1968 akşamı Teknik Üniversite’yi basmış, Vedat Demircioğlu’nu pencereden atarak öldürmüş; 32 öğrenciyi giyinmelerine izin vermeden “atletli, pijamalı, külotlu” olarak gözaltına alıp mahkemeye götürmüşlerdi. Demircioğlu’nun ölümü ve bu sert tutum geniş tepki görmekteydi. Başlığındaki iki sözcüğün suç oluşturduğu öne sürülerek mahkemeye verilen yazı da bu tepkileri yansıtıyordu. Savunmam kısaca şöyleydi: 159. maddeye göre devletin “askeri veya emniyet ve muhafaza kuvvetleri” bir bütündür. Bunlardan bir kesiminin eleştirilmesiyle suç oluşmaz. Karar günü yargıçlar duruşmaya iki saati aşkın bir süre ara verdiler. Belli ki içerde tartışıyorlardı. Heyecanla bekliyordum. Sonunda karar bildirildi: Mahkeme Başkanı Ramiz Emre’nin katılmadığı, iki yargıcın oyuyla verilen karar şöyleydi: “Bir yıl altı ay hapis, bir yıl Kadıköy’de emniyeti umumiye nezaretinde bulundurma” (sürgün) cezası. Yasada öngörülen cezanın alt sınırı verilmiş, sürgün yerinin seçiminde de oldukça hoşgörülü davranılmıştı. Başka bir sanığa bu kadar hafif “sürgün” cezası verilmiş midir bilmem... Alpay KABACALI Yargıtay kararı bozdu; yazıda sert bir eleştiri yapıldığını, ancak eleştiri sınırlarının aşılmadığını belirtti; aklandım. 159’dan açılan hiçbir davadan mahkum olmadım. Öteki davalarda da yukarıdakine benzer savunmalar yapmıştım. Ama, açık söylemek gerek, eski TCK’nin yürürlükte bulunduğu yaklaşık seksen yıl (19262005) boyunca böylesi savunmalar yaparı herkesin aklandığını söyleyemeyiz. Uygulama, dönemden döneme, yargıçtan yargıca değişmiştir. Yargıtay kararları incelenerek bunun pek çok örneği ortaya konulabilir. Bugün 159’un yerini alan 301 tartışılırken, maddeden “aşağılama” sözcüğünün çıkarılıp yerine eski TCK’deki eski dildeki aynı anlama gelen “tahkir ve tezyif”in konulmasını isteyenlerin bulunduğunu görerek şaşkınlığa düşmemek elde değil. Sudan birtakım gerekçelerle, maddedeki kimi sözcüklerin değiştirilmesinden umar bekleyen hukukçulara da rastlanıyor. “Uygulamada hoşgörülü davranılırsa sorun kalmaz” diyen siyasetçiler bile var! Oysa, ceza yasalarındaki bütün maddeler için geçerli olmakla birlikte, özellikle 301. madde ve onun gibi toplumun hoşgörü ve demokratik gelişmişlik düzeyiyle, yaşanan siyasal çalkantılarla doğrudan ilişkili maddeler söz konusu olduğunda, önceliği hukukun üstünlüğüne vermek, hukuk devletine yaraşır düzenlemeler yapmak gerekir. Bunun için de suçun “unsurları” birer birer belirtilmelidir. Bırakınız “Türklük” gibi soyut, her türlü yoruma elverişli bir kavramı, yukarıdaki örnek olayda görüldüğü üzere, “devletin emniyet ve muhafaza kuvvetleri” (301’e göre “Emniyet Teşkilatı”) sözünün bile açıklanması (başka bir deyişle, suçun, bu teşkilatın tümünün hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak yolda aşağılanması halinde oluşacağının belirtilmesi gerekir. Kısacası, TCK’nin tümündeki, ama oldukça duyarlı bir konu olan “Millete ve Devlete Karşı Suçlar” başlıklı dördüncü kısımdaki suçların unsurlarının herhangi bir duraksamaya yer bırakmayacak biçimde belirlenmesi zorunludur. Bunu kavrayamazsak, havanda su döver gibi bugün 301’i tartışırız, yarın başka bir maddeyi... HAYAT EPİK TİYATROSU MUSTAFA BİLGİN hetiyatrosu?mynet.com Musul Gerçeği!.. Türkiye’de siyasal iktidar politik getiri beklentisiyle, kamuoyunda “Kuzey Irak”la ilgili mücadelenin sürdürüldüğü intibaını yaratmaya çalışmaktadır. Ne var ki hükümet bu alanda adım atma zorluğu içindedir. Çünkü karşısındaki güç Irak değil “ABD”dir.Ve Türkiye, ABD engellemesi nedeniyle hareket edememektedir!.. zun bir süredir kamuoyunu meşgul eden “Kerkük”ün geleceğine ilişkin tartışmalar, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı’nın “Biz 1926’da Musul’u verirken tek bir Irak’a verdik. Karşımızda tek bir Irak görmek istiyoruz” (7 Şubat 2007) şeklindeki açıklamalarıyla yeni bir boyut kazandı!.. Bugün ABD’nin işgali altında olan Irak toprakları, 1. Dünya Savaşı öncesine kadar Osmanlı İmparatorluğu’na aitti. Savaşın hemen başlangıcında (Kasım 1914) Basra (Güney Irak), daha sonra Bağdat (Orta Irak) ve sonunda (15 Kasım 1918) Musul (Kuzey Irak), İngilizler tarafından işgal edildi!.. İngiltere’nin işgaldeki temel düşüncesi; Ortadoğu ve Uzakdoğu’da sömürgeci varlığını devam ettirebilmek için uygun koşullar yaratmak ve bu koşulları elde bulundurmaktı. Zengin petrol yataklarının mevcudiyeti ve gelecekte İngiltere’nin ulusal çıkarları doğrultusunda kullanabilecek nitelikteki halkların varlığı, bölgeyi İngiltere açısından çekici kılıyordu!.. O. Doğu SİLÂHÇIOĞLU İkili görüşmelerden sonuç alınamayınca (5 Haziran 1924) İngiltere sorunu “Milletler Cemiyeti”ne götürdü. “İnceleme Komisyonu” önce iki ülke arasında geçici bir sınır belirledi (30 Eylül 1924). Ve daha sonra, Türkiye’nin Musul vilayeti topraklarını Irak’a bıraktı (16 Aralık 1925). Nihayet Türkiye, İngiltere ve Irak arasında “Ankara Antlaşması” imzalandı (5 Haziran 1926). Antlaşma; sınırın her iki tarafında 75 kilometre derinlikte bir sınır bölgesi oluşturuyor; bu bölgede yağmacılık ve eşkıyalığın önlenmesi amacıyla işbirliği yapılmasını; bölgede diğer devletin aleyhine yönelmiş hiçbir propaganda örgütüne ve topluluğa izin verilmemesini kapsıyordu (Md.10,12). Bu antlaşmanın ve sınır güvenliği ile ilgili diğer antlaşmaların hükümleri 2003 yılına kadar uygulandı. Bu tarihten sonra durum değişti. Çünkü Irak’ı işgal eden ABD, Türkiye’nin Kuzey Irak’ta askeri operasyon yapmasına karşı çıkmaktaydı!.. Sınır güvenliği ortadan kalktı. Ve işgalle başlayan istikrarsızlık sonrasında Irak’ta iç savaş yaygınlaştı!.. sı’yla çözülmüştür. Türkiye bu antlaşmayla, Musul vilayetinin topraklarını bir devlet olarak Irak’a bırakmıştır. Irak’ın ortadan kalkması halinde başlangıç aşamasındaki durum yeniden ortaya çıkar. Ve o zaman da, Türkiye Cumhuriyeti’nin Musul vilayeti toprakları üzerinde yeniden tasarruf hakkı doğar.” Bu mantıklı bir yorumdur. Ne var ki uluslararası ortamda her mantıklı yorumun gerçekçi ve uygulanabilir bir politika olma özelliği yoktur. Türkiye hukuka göre (de jure) tümüyle haklı olduğu Kıbrıs müdahalesinde bile, büyük zorluklarla karşı karşıya kalmıştır!.. Bugünün dünyasında uluslararası politikada, kaybedilmiş olan süreğen duruma (status quo) dönüş yerine, yaratılmış olan fiili duruma (de facto) yakın olmak, genelde daha kabul gören bir davranıştır. Dünyada Türk karşıtlığının doruğa tırmandığı bir dönemde, Türkiye’nin güç kullanımına dayalı politikalar benimseyen bir devlet konumunda olmaması ulusal çıkarları yararınadır. U lişmelerin olumsuz yönde seyretmesi üzerine “Ulusal Ant’ın öngördüğü belli bir sınır çizgisi bulunmamaktadır. Bu sınır güçle saptanacaktır” diyerek (16 Ekim 1921), Musul’un geleceğinin güç dengelerine göre belirleneceği işaretini verdi. 1. Dünya Savaşı sırasında ve “Ulusal Mücadele” döneminde Türkiye’nin karşısında yer alan sömürgeci İngiltere, Musul’u, himayesindeki Irak devletine katmak için diretmekteydi. Türkiye bu dönemde doruk noktasına ulaşmış olan askeri ve siyasi gücünü daha ileriye götürebilecek olanağa sahip değildi!.. “Kurtuluş Savaşı” devam etmekteydi!.. İngiliz destekli “İç İsyanlar” sürmekteydi!.. Musul’a karşı girişilecek bir askeri harekât karşısında İngiliz gemilerinin yeniden Çanakkale Boğazı önlerinde demirlemesi gündemdeydi!.. Ankara Hükümeti bu zor koşullarda dahi Musul için askeri girişimlerde bulunmaktan yine de geri durmadı (Aralık 1921Nisan 1923). Lozan görüşmeleri başladığında (21 Kasım 1922) sorun hâlâ devam etmekteydi. YENİ DURUM Türkiye’nin bugün Irak’ta karşı karşıya olduğu sorun, “Kuzey Irak”ın Türkiye’nin güvenliği açısından yaratmış olduğu tehlikedir. Bu tehlikenin üç boyutu vardır. Bunlardan birincisi, bölgenin bölücü/ayrılıkçı terör örgütü için hareket kolaylığı sağlaması; ikincisi, bölgede ortaya çıkabilecek bir devletin, Türkiye, İran ve Suriye’nin de üzerinde bulunduğu bir düzlemde istikrarsızlık nedeni yaratması; üçüncüsü ise, Irak’taki Türk varlığının büyük oranda baskı ve şiddete maruz kalmasıdır. Bu tehlikeler karşısında Türkiye’nin haklı endişelerini dikkate alan bazı çevreler, antlaşmalara getirdikleri yorumlarla şu noktaya varmaktadırlar: “Irak, Lozan Antlaşması’yla varlığı kabul görmüş bir devlettir. Bu devletle Türkiye arasındaki sınır sorunu, Lozan Antlaşması’nın tamamlayıcısı olan Ankara Antlaşma GELİNEN NOKTA Türkiye’de siyasal iktidar politik getiri beklentisiyle, kamuoyunda “Kuzey Irak”la ilgili mücadelenin sürdürüldüğü intibaını yaratmaya çalışmaktadır. Ne var ki hükümet bu alanda adım atma zorluğu içindedir. Çünkü karşısındaki güç Irak değil “ABD”dir. Ve Türkiye, ABD engellemesi nedeniyle hareket edememektedir!.. ABD artık, Kuzey Irak’ta kendisi için yeni bir müttefik ülke oluşumunun altyapısını tamamlamıştır. Kerkük’te yapılacak halkoylaması da bunun bir parçasıdır!.. Genel resme bakıldığında şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Türkiye, atması gereken adımları atmakta çok geç kalmıştır!.. Gerçekler bugün Türkiye’yi, Irak’ın toprak bütünlüğünün muhafazası ve bölgede Türk varlığının korunması için, barışçıl gayret göstermekten öteye bir hareket tarzından alıkoymaktadır!.. nsan evinde dinlenceye çıktığı zaman, öteye beriye serpilmiş ya da tıkıştırılmış ‘evrakı metruke’yle ister istemez ilgileniyor; ben de tatil ya da izin günlerimde, sağda solda, kitaplık raflarındaki gazete kesiklerine göz atarken elime 21 Ocak 2003 günlü bir “Pencere” geçti... O gün postadan gelen bir duyuruyu yayımlamışım... ? Aşağıda 21 Ocak 2003 tarihli bu yazıyı yine yayımlayacağım; ama, önce Cumhuriyet’te çıkan haberden birkaç satırı birlikte okuyalım: “ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Maliye Bakanlığı, Kanaltürk televizyonuna ait bütün şirketleri ve kanalın kurucularıyla program yapımcılarını ‘mali gözaltına’ aldı. Maliye Bakanlığı’ndan bütün bankalara gönderilen resmi yazıda, kanala ait şirketlerle, Cüneyt Arcayürek, Tuncay Özkan ve 7 kanal elemanının, bankalar aracılığıyla yaptıkları bütün işlemlerin bilgisi ve belgesi istendi. Hukukçular bu girişimi ‘medyaya baskının ve hükümete muhalif yayın organlarını susturma girişiminin belgesi’ olarak değerlendirdi.” Vay canına!.. Sen şu işe bak!.. Başbakan Tayyip Erdoğan, Cüneyt Arcayürek, Tuncay Özkan ve öteki gazeteciler hakkında mali soruşturma ve kovuşturmanın girişimini tetikliyor... İnanılır gibi değil... Dünya tersine mi döndü?.. ? Şimdi bu köşede 21 Ocak 2003 Salı günü yayımlanan yazıyı okuyabiliriz: “Dokunulmazlıkları kaldıracağım, yolsuzlukları kovalayacağım” diye yeri göğü inleten AKP, iktidara geçince yolsuzluktan kovuşturulan milletvekillerini başının tacı yaptı... Medya susuyor... Ancak ben postadan bir mektup aldım, içinden aşağıdaki liste çıktı. ? “Yolsuzluk sanığı milletvekilleri: İdris Naim Şahin, AKP İstanbul Milletvekili.. (Üç yolsuzluk davasından sanık.) Mehmet Mustafa Açıkalın, AKP İstanbul Milletvekili.. (Dört yolsuzluk davasından sanık.) Akif Gülle, AKP Amasya Milletvekili.. (Bir yolsuzluk davasından sanık.) Hilmi Güler, AKP Ordu Milletvekili.. (Bir yolsuzluk davasından sanık.) Adem Baştürk, AKP Kayseri Milletvekili.. (Beş yolsuzluk davasından sanık.) Hüseyin Besli, AKP İstanbul Milletvekili.. (Bir yolsuzluk davasından sanık.) Mikail Aslan, AKP Kırşehir Milletvekili.. (Bir yolsuzluk davasından sanık.) Zülfü Demirağ, Elazığ Milletvekili.. (Bir yolsuzluk davasından sanık.) Mustafa Ilıcalı, AKP Erzurum Milletvekili.. (Bir yolsuzluk davasından sanık.) AKP hükümetinde en önemli üç bakanlık, yolsuzluk suçlamasından sanık üç kişinin elinde... Enerji Bakanlığı, zanlı Hilmi Güler’in elinde.. Ulaştırma Bakanlığı, zanlı Binali Yıldırım’ın elinde.. Maliye Bakanlığı, zanlı Kemal Unakıtan’ın elinde.. Üç stratejik Bakanlık yolsuzluk sanıklarının avuçlarının içinde... Ama bu yetmiyor, şimdi bu hükümete bir yolsuzluk sanığını Başbakan yapmak için hazırlık sürüyor. Hakkındaki 5 yolsuzluk davasından toplam 36 yıl hapsi istenen Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlık koltuğuna oturtulması için anayasa bile değiştirildi... Dünyada böyle bir ‘skandal’ şimdiye dek hangi ülkede yaşandı?.. Laik çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin Ankara’daki yöneticilerinin durumunu belirten bu acı tabloyu gençyaşlı her bireyin okuması gerekiyor, lütfen siz de çevrenize duyurunuz. Türk ulusu böyle bir SKANDAL’a layık değildir.” ? Yıl 2007!.. Bu Başbakan, bu Maliye Bakanı, bu bakanlar, bu milletvekilleri, bu AKP Hükümeti üyeleri sırtlarında 2003’ten beri doksan dokuz kez kamburlaşan yolsuzluk dosyalarıyla ‘dokunulmazlık’ koruması altında yaşarlarken kendilerini eleştiren gazetecilere ellerindeki devlet yetkilerini kullanmak cüretini de göstererek savaş açıyorlar... Ülkemiz bu yönetimle zıvanadan çıkmaya zorlanıyor... Recep Tayyip’le Unakıtan, Başbakan ile Maliye Bakanı gazeteci Cüneyt Arcayürek’in peşindeler... Cüneyt sen hiç böylesini gördün mü?.. İ ULUSAL ANT VE MUSUL İşgal devam ederken Osmanlı Meclisi, “Ulusal Ant” ile ülkenin sınırlarını belirledi (28 Ocak 1920). Bu belirlemede, “Mondros Ateşkes Antlaşması” (30 Ekim 1918) esas alınmıştı. Ulusal Ant, “Bağdat” ve “Basra”nın geleceğini, bölge halkının özgür oylarına bağlamıştı!.. Ama “Musul Vilayeti” için durum farklıydı. Çünkü Musul, ateşkes sonrasında, antlaşmaya aykırı şekilde işgal altına alınmıştı. Ve hukuken Türk toprağı sayılmaktaydı!.. İngiltere’nin yönlendirme ve baskılarıyla yapılan tek seçenekli halkoylaması, “Bağdat, Basra ve Musul vilayetlerinin bir devlet altında yer alması ve Emir Faysal’ın kral olması”yla sonuçlandı (19191921). “Irak” devleti kurulmuştu!.. “Atatürk” Musul’la ilgili ge ANTLAŞMALAR DÖNEMİ Musul konusu Lozan’da, konferansın gündeminden hiç eksik olmadı. Türkiye çok ısrar ettiyse de sorun çözüme kavuşturulamadı. “Musul sorununun Türkiye ile İngiltere arasında bir yıl içinde barışçıl yoldan çözümlenmek üzere konferans programından çıkarılması” kararına varıldı ve antlaşmaya şu hüküm eklendi: Türkiye ile Irak arasındaki sınır; antlaşmanın yürürlüğe girişinden başlayarak dokuz aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır. Öngörülen süre içinde, iki hükümet arasında anlaşmaya varılmazsa, anlaşmazlık Milletler Cemiyeti Meclisi’ne götürülecektir (Md: 3/2). CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle