28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler EYLÜL CUMA Barış: Bir Acı Çığlık! B irleşmiş Milletler Teşkilatı, 1948 yılında aldığı bir kararla 1 Eylül’ü Dünya Barış Günü olarak duyurdu. Bu günün barış günü olmasının kökeninde ise İkinci Dünya Savaşı, daha doğrusu İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın 1 Eylül 1939 günü başlamış olması yatmaktaydı. Anımsanacağı gibi 1 Eylül 1939’da Adolf Hitler önderliğindeki Nazi Almanyası orduları Polonya’ya saldırarak, insanlık tarihinin o güne değin tanık olmadığı en büyük yıkıma neden olan bu savaşı başlatmış oldu. Bütün savaşların ağır yükü sonuçta insanlığın sırtına yüklendiğine göre, bu savaşlar olmalı mıydı ya da neden oluyordu?.. Hemen belirtmek gerekirse, savaş sınıflı toplumların doğasında vardır ve bir sınıfın diğerine üstünlük sağlanmasında başvurulan bir zor kullanımıdır. İnsan hakları gibi, yaşama hakkı gibi temel değerler üzerine ne denli yazıp söylesek bile sınıf savaşımlarının olduğu toplum düzenlerinde şu ya da bu biçimde savaşlar da kaçınılmaz olarak yaşanacaktır. Bir ünlü düşünür ve strateji uzmanının da vurguladığı gibi, ‘‘Savaş, izlenmekte olan politikanın ancak silahlarla sürdürülebilir bir aşamaya gelmiş en yoğun biçimidir.’’ Savaşın acı gerçeğini daha yakından görebilmek için gelin, tarih boyunca yapılan savaşlar sonucunda yitirilen insan kaynaklarının kısa bir dökümünü yapalım. Bu konuda özgün bir çalışma yapan Çukurova Üniversitesi Felsefe Bölümü Başkanı Prof. Dr. Adnan Gümüş’ün çıkardığı sayılar, son derece ürkütücü. İÖ 3600 yılından İS 1965 yılına değin 14 bin 500 savaşın çıktığı ve bu savaşlarda toplam 3.5 milyar insanın öldüğü kestiriminde bulunuyor. PENCERE Dördüncü Kuvvet? lke çapında dinci gazetelerin sayıları ve ağırlıkları gün ‘‘Ü geçtikçe artıyor... Her gün yarım milyon gazeteyi Anadolu çapında, kapı kapı, ev ev dağıtabilecek cemaat ve tarikat patronajı, medyayı hızla ele geçirmektedir... Bunların para derdi yok... Bir büyük işadamının söylediği gibi: Tarikat ve cemaat kesiminin sermayesinde maliyet sıfır!.. Gazetenin maliyeti ne?.. Fiyatı ne?.. Dinci medyada bu sorunların ağırlığı da solda sıfır...’’ ? Yukarıdaki satırları dünkü ‘Pencere’den aktardım... Ne rastlantı!.. Aynı gün Tufan Türenç Hürriyet’teki köşesinde aynı konuyu ele almış; sayılarla çarpıcı ve uyarıcı gerçeği sergiliyor: ‘‘Zaman gazetesi tirajını 500 bin olarak ilan ediyor. Ancak Zaman gazetesi bu satışın sadece 31 binini tezgâhta satıyor. Geri kalanını kendi yöntemleriyle abonelerine dağıtıyor. Yeni Şafak da öyle. 105 binlik satışının 80 binini kendisi abonelerine ulaştırıyor. Tezgâh satışı ise 25 bin. Vakit, 68 binlik satışının 50 binini abonelerine yolluyor, tezgâh satışı 18 bin. Milli Gazete’nin tezgâh satışı 5 bin, abonesi 45 bin.’’ Türenç yazısını şöyle sürdürüyor. ‘‘Gazetelerin tirajlarını belirleyen ‘ABC Tiraj Denetim Kurulu’ belgelendirilmeyen abone rakamlarını satış olarak kabul etmiyor. Bu dört gazeteden sadece Zaman gazetesi ABC’ye üye olarak kabul edilmişti.. Ancak abone satışlarını belgeleyemediği için bu kuruldan çıkarıldı.’’ Tufan Türenç soruyor: ‘‘Bu gazeteler (...) milyarlarca lirayı nereden bulup bu kadar gazeteyi basıp dağıtıyorlar?’’ ? Türenç’in rakamlarına göre dört dinci gazetenin gerçek satışı 79 bin... Her gün bedava dağıttıkları gazete sayısı ise 645 bin... İçlerinde en güçlü gazete patronu Fethullah Gülen... Amerika’da oturan suçlu, güçlü, dinci patron, her gün Türkiye’de yaklaşık yarım milyon gazeteyi bedava dağıtacak sermayeye ve örgüte sahip... Dört dinci gazetenin stratejileri ilginç... Bedava dağıttıkları gazeteleri satış rakamına katabilirlerse o oranda reklam olanaklarına kavuşacaklar; ülkenin laik kurumları da dinci propagandaya destek verecekler... AKP iktidarı bu amaç yoluna ağırlığını koyuyor... ? Cumhuriyet fiyatını arttırmak zorunda kalırken dinci gazeteler bedava dağıtılıyor... Peki, bu paraların kaynağı nedir?.. Demokrasilerde dört kuvvet olduğu ileri sürülür: Yasama.. Yürütme.. Yargı.. Basın.. Dinciler işlerini biliyorlar, hedeflerine doğru yürüyorlar... Yarım milyonu aşkın gazeteyi ülkenin her yanında bedava dağıtacak bir örgüt kurduklarına göre, hedeflerine epey yaklaşmış sayılırlar... OKTAY AKBAL SÖNMEZ TARGAN Gezegenimiz, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sonlandığı 1945 yılından Sovyetler Birliği ve sosyalist dizgenin çöktüğü 1992 yılına değin aralıksız 47 yıl süren bir Soğuk Savaş dönemi yaşadı. Peki adı soğuk olan bu dönemde sıcak savaş hiç yaşanmadı mı? Gelin bu kez bu dönemde gerçekleşen savaşlara ve bu savaşlarda yitirilen insan sayılarına bir göz atalım. Bizim de, hem de TBMM kararı olmadan Adnan Menderes hükümeti tarafından bir tugay büyüklüğünde asker göndererek katıldığımız Kore Savaşı’nda toplam 2 milyon insan ölmüş. Yine ABD emperyalizminin başını çektiği Hindiçin sömürge savaşlarında Vietnam’da 6 milyon, Laos’ta 3 milyon, Kamboçya’da 1 milyon insan yaşamını yitirmiş. Başka bir anlatımla, ABD emperyalizmi tarafından Soğuk Savaş döneminde çıkan savaşlarda ölen insan sayısı neredeyse Nazi imparatorluğunun 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda neden olduğu insan yitimine ulaşmış. Savaşlar konusunda ABD emperyalizminin Nazi emperyalizmi denli sicilinin bozuk olduğu, yukarıda vermeye çalıştığımız sayısal verilerde de açıkça görülmektedir. Yine vurgulamak gerekirse bugün ABD emperyalizminin doğrudan ya da dolaylı olarak saldırılarına hedef olmuş Afganistan’da, Irak’ta, Lübnan’da yaşananlar bütün canlılığı ve çıplaklığı ile ortada. Bütün bu olgular ve veriler, ABD emperyalizminin de Nazi emperyalizmi gibi faşist niteliğini ortaya koyması açısından çarpıcı örneklerdir. ABD, salt kendi anakarasının dışında değil, kendi anakarası içinde de kirli bir geçmişe sahip. Türkkaya Ataöv’ün bir yapıtından öğreniyoruz ki, 1500’lü yıllardan 1960’lara değin uzanan büyük bir zaman diliminde Amerika’daki soykırımlarda yitirilen insan sayısının 50 milyona ulaştığı belirtiliyor. Bugün İran’da nükleer teknoloji alanında çalışmalar ve yatırımlar yapıldığı gerekçesiyle maraza çıkartmaya çalışan ABD’nin, dünyada ilk atom bombasını Hiroşima ve Nagazaki’ye atarak yaklaşık 400 bin insanın bir anda kül olup ölmesine, bir bu denlisinin de radyasyon zehirlenmesine uğrayarak kuşaktan kuşağa geçecek bir hastalıklar zincirine tutulmasına neden olduğu ne çabuk unutuluyor... ABD faşist imparatorluğunun bozuk ve kirli siciline yazılanlar bunlarla da bilmiyor. Kendi çıkarlarını korumak uğruna başta Latin Amerika olmak üzere gezegenimizin birçok ülkesinde darbeler yoluyla kıyıma neden olduğu binlerce masum insanın dökümünü de bu sicile işlemek gerekiyor. İçinde yaşadığımız emperyalizm çağında barış için savaşım vermek, sömürüsüz bir dünya dilemek ve bunları ezilen ve sömürülen tüm dünya halklarının ortak bir istemi durumuna getirmeyi küçümsemiyorum ama ne yazık ki bu girişimler acı bir çığlık olmaktan ileri gidemiyor. Kalıcı ve köklü bir dünya barışının sağlanmasının da, savaşsız sömürüsüz bir dünya kurmanın da yolu, yine emperyalizme karşı verilmesi gereken bilinçli, kararlı ve örgütlü bir savaşımdan geçiyor. Bu gerçekler ışığında, yine de 1 Eylül Dünya Barış Günü kutlu olsun diyorum. Kısa Yazmak rada bir Sevgili Genel Yayın Yönetmenimiz İbrahim Yıldız’dan uyarılar gelir... ‘‘Kısa yazın, şu kadar sözcük, bu kadar vuruşla yetinin. Uzun yazılara yer yok’’ gibi anlamlı seslenişler... Sonra bakarım gazetenin sayfalarına, arkadaşlar ne denli uymuş bu anımsatmalara!.. Zaman zaman bir kısma görülür, yazılar sayfanın üstünden dibine kadar inmez, sonra unutulur... Bir yazar arkadaşa, ‘‘Romanlarını önce bana ver, bir okuyayım, yazdıklarının yarısını çıkarıp atsam, çok daha başarılı bir yapıtın olacak” demiştim. Edebiyatta kısa yazmak önemlidir. Özellikle öyküde öyledir. Ben öyküyü de, öykücük yaptım! Neyi anlatıyorsam, neyi duyurmak istiyorsam, en özlü, en sağlam, en etkileyici bir kısalıkta vermek istedim. ??? Roman diye yayımladığım kitaplarımın gerçekte çok sayfalı olduklarını kimse bilmez. Yaşar Nabi’nin bir uyarısıyla ‘‘Garipler Sokağı’’ adlı ilk romanımın neredeyse yarısını çıkarmıştım... İyi de olmuştu. Öteki kitaplarımda da kendimce gerekli gördüğüm kısaltmaları yapmışımdır. Bir toplantıda genç bir yazarımızın öyküsünü dinledim. Uzun mu uzun. Sıkıntı bastı! Öykü, yüksek sesle okunmaya gelmez. Ne kadar kısa olursa o kadar etkilidir. Çehov’un, Mansfield’in, Sait Faik’in yazdıkları ortada... ??? Bir zamanlar edebiyat matineleri vardı. Şairler büyük ilgi toplardı. Attilâ İlhan, Özdemir Asaf, Behçet Necatigil gibi!.. Öykücülerse öykülerini ünlü tiyatro sanatçılarının okumasını isterlerdi... Kim öyküsünü okumaya kalksa hem kendisi, hem de dinleyiciler sıkılırdı. ??? Doğruyu söylemek gerekir. Gazetelerdeki uzun mu uzun yazıları okuyamıyorum. Kimi zaman bir başına, bir sonuna bakıp geçiyorum. Ama öyle uzun yazılar da vardır ki kendini zorla okutur. ??? Ben usta yazarların söyleşilerini severim. Havadan sudan söz etseler de!.. Ama öyleleri azdır. Önce edebiyat bilgisi, sevgisi, deneyimi gerekir. Sonra da okurla bir dost gibi konuşabilme becerisi... İbrahim Yıldız’ın, biz yazarlara zaman zaman yaptığı ‘‘kısa yazın’’ uyarıları bana bunları yazdırdı, sağ olsun... A OTOBÜSTEKİLER KEMAL URGENÇ kurgenc?yahoo.com Milletçe Gözümüz Aydın G elen haberlere göre Mehmetçik Lübnan’a gidiyor ama savaşmayacak, el âlemin ülkesinde Türk kanı akmayacakmış. Orada beş yıldızlı bir otel hazırlanıyormuş. Sabah, öğle, akşam yemekleri dahil, odalarda duş, klima, hatta saunası da varmış. O otele gidip tam pansiyon yerleşecekler ve orada uzaktan kumandalı barışı sağlayacaklar, savaşa katılmayacaklarmış. Ben bu habere inandım ve de çok sevindim. Niye inandın derseniz; gene haber alındığına göre, o yaşta oğulları olan tüm AKP milletvekilleri, Lübnan’a gideceklerin listesinin başına tek tek oğullarının isimlerini yazdıracaklarmış. Başta Sn. Başbakan, bizzat oğlunu savaşa göndermek için ta Amerika’dan getirtecekmiş. Ama “Mehmetçik’in sadece beş yıldızlı otelde oturmaya gideceği kararı üzerine, MACİDE TANIR oğlum Amerika’da da beş yıldızlı otelde oturuyor. Aynı tarz otel için çocuk niye yorulsun” diye düşünmüş ve bu nedenle vazgeçmiş. BENİM ÇOCUĞUM DEĞİL YA! Yoksa, Lübnan’a gitmemek ihanettir, cümlesindeki ihaneti koskoca başbakan, hem söyler hem de oğlunu göndermez miydi? Ben AKP milletvekili olsam, gelecek seçimde gene seçilmek, menfaatlarımı kaybetmemek için, yoksulları, aç insanları, başka ülkede yok uğruna, anaların evlatlarının şehit olmalarını düşünemem doğrusu... Bana ne!!! Ben aldığım avuç dolusu maaşıma ve ek gelirlere, parasız seyahatlerime, dünyanın neresinde hangi Devlet Sanatçısı en başarılı doktorların bulunduğu hastane var ise oraya gitmek, ölünceye kadar kan bağı olan hısımlarıma da aynı imkânları ödeyen TBMM varken menfaatlarıma bakarım. Benim çocuğum değil ya! Ölürse ölsün der, Sn. Başbakanımın tüm düşüncelerine önümü ilikler, hazır ol vaziyetinde derim ki: evet efendim, siz haklısınız. Vatanın bir değil, bütün evlatları sizin düşüncelerinize feda olsun. Biz onları vatanımızı korumaları için doğurduk. Siz ve AKP milletvekilleri, seçimleri kazansınlar, Amerika’ya boşuna gitmediğinizi anlasınlar, düşünsünler, sizler hep başımızda olun, hedeflediğimiz şeriat yasaları gelsin, bu ülke seksen dört yıl geriye gitsin diye doğurduk. Yalnız dikkat! Şeriat gelirse eller kesilecek!.. Benden söylemesi. Lübnan Tezkeresi Mitingi ve ‘İhanet’ A radan üç buçuk yıl geçtikten sonra, AKP hükümeti yine Türkiye’yi büyük bir maceraya atma peşinde. 1 Mart 2003’te, başta CHP olmak üzere, demokratik kitle örgütleri, sendikalar, aydınlar ve AKP’de başkanlarını dinlememeye cesaret eden vekillerin baskısı sayesinde kıl payı büyük bir suçun ortağı olmaktan kurtulduktan sonra, ülkemiz şimdi yine malum güçlerin baskısıyla kendisine yakışmayan bir ortama sürükleniyor. İsrail’in Lübnan’da başta çocuklar ve sivil halk olmak üzere insanlığa yaşattığı dehşet ortada. Aslında medyada yayımlananlar buz dağının görünen yüzü. İnternette dolaşan korkunç görüntülerdeki yanmış kül olmuş, uzuvları kopmuş, beyni dağılmış bebekler, savaşın iğrenç, affedilmez ve barbar yüzünü ortaya koyuyor. Ateşkes kararlarına keyfi olarak bir gün uyan, bir diğer gün uymayan, hâlâ her an katliamlara son hızla devam edebileceklerini açıkça söyleyen İsrail hükümeti, tüm dünyada barış çağrısı yapan ülkeler ve grupların hepsiyle küstahça alay ediyor. Lübnan’a asker yollamamızı savunanlar bunun tarafsız bir barış gücü olacağını hatırlatıyorlar. Aralarında buna inanan var mı? BM’nin, bugün herhangi bir tarafsızlığı veya etkisi kaldı mı? Hunharca öldürülen kendi görevli personelinin ardından protesto etmeyi beceremeyen bir BM, Lübnan’da güçlü bir barış arayışının sesi mi olabilecek? Yoksa bu senaryo, ABD güdümlü tansiyon alma operasyonunun sıradan bir hamlesi mi? BEDRİ BAYKAM Bu masallara inanan malum koro dışında, aklı başında kaç insan kaldı? Daha önce Kore’den Kosova’ya kadar birçok yere asker yollamış olduğumuzu hatırlatanlar da Lübnan’ın bunlardan farklı olmadığını söylüyorlar. Kore Savaşı dönemini, bu yeni uluslararası ortamla kıyaslamayı akıl etmek ciddi bir insan için mümkün olamaz. 2. Dünya Savaşı’nın hemen ardından iki kutuplu dünyada ‘‘dost, demokratik, özgürlükçü’’ bir role soyunmuş, Avrupa’yı Nazizm ve faşizmden korumuş bir ABD ile, bugünkü hükümetinin elinde, son yarım asırda adım adım faşizmin ve emperyalizmin büyük kalesi haline dönüşmüş ülke kıyaslanabilir mi? Kosova’da, Bosna’da yaşanan dramlarda, barış gücünü talep eden çok daha birleşik bir halk varken Lübnan ve Ortadoğu’da, ABD’nin yarattığı ‘‘kimin eli kimin cebinde’’ belli olmayan ‘‘Büyük Ortadoğu Kaosu’’nun orta yerinde, Türk askerleri kimi kimden korumaya gidecek, kimin sözünü dinleyecek? BM’nin, ABD talimatlarının dışına çıkması mümkün mü? Zaten uzaktan İsrail’e yeşil ışık yakarak katliamları dünyaya seyrettiren ABD değil mi? Kim kimi kandırıyor? Zaten yine ABD’nin Kürtler konusunda izlediği iki yüzlü siyaset ayyuka çıkmadı mı? Erdoğan ve Gül, başlarını 2003’e çevirip ‘‘o gün ABD askerleri topraklarımıza girseler, hangi felaketleri yaşayacaktık ve bugün onları sı nır dışı etmiş olabilecek miydik’’ sorusunu nasıl yanıtlarlar acaba? Aslında onların yerinde olmak da zor. Bush’a şirin görünmekle şeriatçı odaklara karşı çıkmamak ikilemi arasında sıkışıp kaldılar(!). Bütün Türkiye’nin duyarlı insanları, dernekleri, sivil toplum kuruluşları ayakta, Yurtsever Hareket’ten, ADD’ye, ÇYDD’den Barolar Birliği’ne kadar herkes uyarıyor, AKP hükümeti ise şu saatlerde tüm bu kamuoyu duyarlılığına rağmen, Türkiye’yi bu çirkin kapışmada ‘‘taraf’’ haline getirecek adımı atmaya hazırlanıyor. Bugün Ankara’da yapılacak ‘‘Tezkereye Hayır’’ mitingine, umarım yüz binlerce insan katılır! Bu çok anlamlı bir eylem. 1 Mart 2003’te Ankara’da Sıhhıye Meydanı’nda belki 100 bin kişi buluşmuştuk, ama büyük medya görmezden gelmişti. Bakalım bugün neler yaşanacak? Erdoğan ve AKP yalnız kalmışların inadı içerisinde, TBMM içi ve dışından gelen ikazların hiçbirini kale almadan kararlarını alırken bir de bunun üstüne, tezkereye karşı çıkanlar hakkında ki aralarında Sayın Cumhurbaşkanı da var ‘‘ihanet’’ kelimesini kullandıklarında, bu toplum ‘‘pes’’ ve ‘‘yeter artık’’ diyor! Son sözümüz ‘‘Yeni bir dünya düzeni oluşurken bu kadar sivil kayıp hep olmuştur, olur böyle şeyler’’ diyenlere: Savaşlara o kadar meraklıysanız, kendi çocuk, torun ve yeğenlerinizi yollayın cephelere!.. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle