Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
16 ECE TEMELKURAN'LA "OĞLUM KIZIM DEVLETİM" KİTABINI SUSKUNLUĞUN SEBEPLERİNİ KONUŞTUK C H söyleşi LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL EYLÜL CUMA Ne Anlatayım Ben Sana? ÖZLEM ALTUNOK içbir şeyi, aynı zamanda çok şeyi anlatan bir cümle: Ne anlatayım ben sana! "Tutuklu annelerinin, açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında en sık kurduğu cümlelerden biri" diyor Ece Temelkuran. Çaresizliği, acıyı, en çok da "hangi birini anlatayım"ı içeriyor. Bu cümle, aynı zamanda Ece Temelkuran'ın 96'dan bugüne F tipi cezaevlerinin kurulma sürecinde yaşananları, ölüm oruçlarını anlattığı kitabının adı. Her ayrıntıyı, hatayı, çabayı, buluşamamayı, suskunluğu anlatmak, daha çok konuşabilmek için yazıldı. "Çünkü" diyor Temelkuran," ancak hikâyelerimizi eksiltmeden anlatırsak birbirimize ulaşabiliriz." Ece Temelkuran'la yeni kitabını, bu kitabın yazılmasına vesile olan "Oğlum Kızım Devletim" kitabını, suskunluğun sebeplerini konuştuk. GAZETECİLİK HUNHAR VE VAHŞİ BİR MESLEK "Ne Anlatayım Ben Sana" kitabını doğuran 10 yıl önce yazdığınız "Oğlum Kızım Devletim" kitabı. Daha doğrusu geçen 10 yılda ölüm oruçlarının, F tipi cezaevine karşı mücadelenin yalnızlaşmasının hikâyesi. Bu kitap hem gazeteci olarak kendinizle hem de toplumla bir yüzleşme, hatırlama kitabı mı? Gazetecilik hunhar ve vahşi bir meslek; insan hikâyelerini yanınıza alıp yola devam ediyorsunuz. Sonra zamansızlık içinde bazı isimlerin, hikâyelerin peşinden gidemiyorsunuz. Sanıyorum ben de o süreçte Fatma Teyze'nin (Özçelik) ve bir sürü annenin peşini bıraktım. Bu işin bir yanı... Diğer yandan bu 10 yıllık süreçte ölüm oruçları konusunda herkes bir sessizliğe gömüldü. "Oğlum Kızım Devletim"in yeni baskısını yapmak gündeme geldiğinde, özellikle Fatma Teyze benimle konuşmadığında vicdan azabım somutlaştı. Yani bu kitap, sadece siyasi, toplumsal sorumluluğumu yerine getirmek için değil, aynı zamanda vaktiyle beraber ağlayıp güldüğüm insanlara ulaşamamanın acısıyla da ortaya çıktı. En çok da anlatma, paylaşma isteği dikkat çekiyor. Biz bunları yaşadık, ama konuşmadık vurgusu... Ölüm orucunu eylem biçimi olarak doğru bulmuyorum, ama bu onaylamama halinin, muktedirin onaylamamasına, sessizliğine benzediğini de düşünüyorum. Bizim sessizliğimizle iktidarın sessizliği farklı. Ben bizim sessizliğimizin nereden geldiğini anlatmak istedim. EN BELALI HİKÂYE Aslında kitap sadece ölüm oruçlarına değil, onun üzerinden Türkiye'deki solun, muhaliflerin niye bu kadar dağıldığını, parçalandığını da sorguluyor... Evet. Bunu anlatmak için en belalı hikâye ölüm oruçlarıydı. Buradan hareketle, "yeni bir dil kurabilir miyiz, kopan toplumsal bağlar yeniden örülebilir mi?" düşüncesiyle yola çıktım. Kitap bu anlamda bir manifesto, Türkiye için yazılmış şahsi bir dil önerisi. Nasıl bir ezber bozmadan bahsediyorsunuz? Türkiye'de söz sahibi insanlarda bir körlük ve noter hissiyatı var. Oysa sokakta yeni bir dil oluşmuş durumda. Dünyayı bir grup elit değil, sokaktakiler değiştirecek. Bu dile kulak vermek gerek. 96'dan bugüne uzanan kopuşu, sessizliği nasıl özetlersiniz? Bence darbe tamamlandı. Muktedirlerin 20 30 yıllık süreçte olmasını istedikleri her şey oldu. Bu, sadece ölüm orucunda yiten 122 insandan haberdar olmamak meselesi değil, artık sokakta herhangi bir insanın, herhangi bir nedenle öldürülebileceğine ve bunun normal olduğuna dair bir kanaat var. Ne oldu da böyle oldu? Ben "Oğlum Kızım Devletim"i yazarken 22 yaşındaydım ve o kitabı yazarken hem ideolojik olarak hem de hayat deneyimsizliğinden kaynaklanan yanlışlar yaptım. Şimdi memleketi, insan denen varlığı, buradaki siyasetin nasıl işlediğini daha iyi biliyorum. Eskiden onları "örgüt dili ne fena bir şey" diyerek iterken şimdi bu insanların anormal koşullarda yaşayan normal insanlar olduklarını biliyorum. Ne oldu da böyle oldu? Hepimiz vicdan yorgunuyuz. 200 yıl önce dünyaya gelen biri,ömrü boyunca bizim bir günde gördüğümüz kadar acı görüyor muydu, emin değilim. Biz şu anda dünyanın her tarafından gelen kötü haberlerle ve herhangi bir şey yapamayacağımız bilgisiyle eziliyoruz. Üstelik Türkiye'de muhalefet denen işi bir avuç insan yapıyor, aynı insanlar bir oraya, bir buraya koşuyor... Kitapta da diyorsunuz, "Okyanus aşırı bir memlekettir bazen Türkiye". Kendi sorunlarından çok, dışarıya, başka acılara yönelmenin payı nedir bu suskunlukta? Venezuella'yı yazarken kendi ülkem söz konusu olduğunda sözsüz, kekeme kaldığımı gördüm. Bu hepimiz için geçerli. Ölüm oruçları meselesinde de herkes konuyu çok karışık bulduğu için uzak durdu. Bence hikaye tam da burada gizli. Neden net bir şeyler söyleyemiyoruz? Her Eksik Bir Bush Demek ??? Yıllar önce çalıştığım gazetenin penceresi bir zamanların en popüler gazetelerinden Günaydın’ın binasına bakardı. Bizim gazeteyle yapılan bir anlaşmayla biz de yemeklerimizi Günaydın’da yerdik. Zevkle okuduğum, yüzde yüz yerli malı bir karakter olan Tarkan’ın yaratıcısı Sezgin Burak’ı ya yemekhanede ya da onun da odasına bakan gazetemizin penceresinden görürdüm. Müthiş bir çizer, olağanüstü bir öykücüydü Burak. Dünya çapında bir çizer olduğu da konuşulurdu. Bir gün evinin penceresinden atlayarak canına kıydığını duyduk. Kim bilir, içinden çıkılamaz ne sorunları vardı. Ama yaşamda mutlaka bir çaresi olduğunu bilmeliydi sıkıntılarının. Tarkan’ı en zor durumlardan kurtaran, o durumlardan kurtulması için zeka ürünü yollar bulan Burak, aynı çabayı kendi yaşamındaki sıkıntıları gidermek için göstermemişti. Müthiş zekalarının, kendileri söz konusu olunca hiç bir işe yaramadığına iyi örneklerden biri olduğuna inandığım için Sezgin Burak’tan söz ettim. Daha onlarcası var bildiğim. Mantık basit: “Dünyaya gelmeyi ben seçmedim, o halde gideceğim zamanı ben seçmeliyim”. Eğer aranırsa bu cümlenin içinde bir mantık var elbette. Ama unutulmamalı ki, dünyada sadece bir kez yapılabilecek iki şey var: Doğmak ile ölmek. Bu süre içinde insan yaşamayı esas almalıdır. Benim gibi düşünmeyenler olduğunu biliyorum. “Onursuz, rezil bir yaşamda mı yaşanmalı” diyenler de vardır muhtemelen. Onursuz, rezil yaşamdan bedenimizi ortadan kaldırmadan kurtulma şansımız olduğunu bilmeyenler için bu soru doğru olabilir. Benim için doğru değildir. ??? Peki, Irak’ta çocukları öldüremeyeceği gerekçesiyle intihar eden genç İngiliz askeri saygın bir iş mi yapmıştır? Bence saygıdeğer bir iş değildir yaptığı. Gerekçesi çok soylu da olsa yaptığının saygınlıkla bir ilgisi yoktur. Sevenlerini üzmek istemem, ama karşılaşma şansım olsa onlara da söylerdim. Ona duyduğum tüm sempatiye karşın aldığı kendini öldürme kararı bir akıl yanılsamasıdır. Çünkü zorunlu değil, gönüllü olarak seçtiği bir meslekti askerlik. Bu seçimi yaparken onu, akıl çelici propagandaların dışında, zorlayan yoktu. Askerlikte karşı olunması gereken uygulamaların farkına vardığında, bunu savaş karşıtlarıyla paylaşsaydı, barış cephesinde saf tutsaydı, o pek temiz olduğu belli olan yaşamına son vermesi gerekmeyebilirdi. Kuşkusuz farkında değildi ama, onu seven yakınlarını, onu sempatik bulan bizleri “bencilce” bir kararla terk etmiş oldu. Bir insansever olarak ölümüyle bizi Bushlarla baş başa bıraktığını, bunun çok kötü bir şey olabileceğini keşke düşünebilseydi. Keşke. kemalerdemol?yahoo.co.uk Ü Ece Temelkuran "Ne Anlatayım Ben Sana"da açlık grevleri ve ölüm oruçlarıyla, bu mücadelenin gölgesinde açılan F tipi cezaevlerine uzanan süreci, bugüne taşıyor. Bugünde onca çabanın, ölümün ardından gelen sessizliği sorguluyor. Yorgun ya da umutsuzlaşmış insanlara suskunluğu kırmak için yeni bir dil kurmayı öneriyor. Çaresizlik ve öfke Nedir bunun yanıtı? Bu bir döngü. Hikâyeler dinlenmedikçe ölüler, yeni ölüleri çağırıyor. Ölümler başlayınca o döngünün dışına çıkmak, o ölüleri sevenler için ihanet anlamına geliyor. Siz de dışarıdan izleyen biri olarak çaresizliğinizi görüyor, kurbanın kendisine kızmaya başlıyorsunuz. Böylece insanlar birbirinden uzaklaşıyor, uzaklaştıkça sertleşiyor, sertleştikçe gruplar küçülüyor, küçüldükçe marjinalize ediliyorlar. Böylece ölüm oruçları tek bir örgütün meselesi oluyor. Bu konuşmama ve kekeme hal bana, Türkiye'nin gırtlağında uzun bir ağlama varmış hissi veriyor. 12 Eylül, Mamak, Diyarbakır Cezaevi... Bu ülkedeki binlerce olay için önce uzun uzun ağlamamız gerek. Oysa bize "Yanılıyorsunuz, öyle bir şey olmadı" diyorlar. Ölüm oruçlarından çıkardığım ve korktuğum şey, bundan sonra ölecek kim bilir kaç 122 insanın isminin bilinmeyecek olması. Oysa Deniz'in, Yusuf'un adını herkes biliyordu. Aktarılmayan, sekteye uğratılan bu süreçte sizce solun, aydınların hatası ne? Hikâyelerini doğru dürüst anlatmamaları. Ya yas tutuyolar, ya "sen bu işlere bulaşma", "biz zamanında ne biçimdik" temel cümlelerini kuruyorlar. Oysa hikayelerimizi eksiltmeden ve bileyerek anlatırsak birbirimize ulaşabiliriz. zerinde konuşulması her zaman zor konulardan biridir intihar. “Yaradılış gayesine ters olduğu” gerekçesiyle üç büyük dinde yasaklanmış, büyük günahlar arasında sayılmıştır. Giden neyse, ama geride kalanlar için içinde bulunulan acıdan öte, bir de sosyal çevre etkisi vardır ki, cenaze sahipleri acılarını doğru dürüst yaşayamazlar bile. İntihar edenin işlediği “günahtan” kendilerine de pay çıkaran nice ailenin, oğul ya da kızlarının intiharlarından hiç söz etmediklerine, eğer ölüm nedenleri bilinmiyorsa bu ölümlerin kazadan ya da hastalıktan meydana geldiğini söylediklerine çok rastladım. Geride bıraktıklarına yaşattıkları acıya bakarak, intiharı seçenin, amacı ne olursa olsun, kendini öldürmekle bencilce bir tutum aldığına inanırım. “Ben dertlerimden kurtuluyorum, siz ne yaparsanız yapın” dediğini düşünürüm canına kıyan birinin. Kendi acılarını dindirmek bahasına sevenlerini acı içinde bırakmak nereden bakarsanız bakın, bencilliktir. İntihar eden bir yakınım olmasaydı belki de böyle düşünmezdim, kim bilir? ??? İntihar teorilerinden, olguyu değerlendirebilecek kadar haberdarım. Camus, Durkheim okumuşluğum vardır. Aslolanın yaşamak olduğuna inananlardan olduğum için, intihara yüklenen bir kısmı soylu anlayışların pek de etkisi altında kaldığımı söyleyemem. Ancak kimi intiharlar var ki, sadece bir bedeni yok etmek için gerçekleştirilmezler. Bir çaresizlik durumundan öte, içinde protesto saklı olan intiharlar da vardır. Protestonun bu biçimine hiç sıcak bakmasam da, örneğin işkencede yol arkadaşlarını ele vermemek için intiharı seçenlere saygı duymama engel değildir bu. Üç büyük dinin karşı olduğu bir “eylem” dedim intihar için, ama önceleri çok da büyük bir günah sayılmazdı intihar. Özellikle Hıristiyanlık’ta neredeyse övülecek bir olguydu. Hıristiyan büyüklerinden Tertullian, İsa’yı yüceltmek amacıyla onun intihar ettiğini bile söylemişti. İnsan yaşamının, dinlerin ilk ortaya çıktığı zamanlarda pek de önemli olmayışından, daha doğru bir ifadeyle ölümün belki de kaçınılacak kadar korkunç olmamasından ötürü, kişinin kendine dönük eylemi günah çerçevesinde ele alınmazdı. Örneğin “Old Testament”te Samson’un, Saul’un, Abimelech’in, Achitopel’in olmak üzere dört intihar kayıtlıdır, ama buna rağmen hiç de bu adamlar hakkında kötü yorumlarda bulunulmamıştır İncil’de. İsa’dan sonra 6’ncı yüzyıla kadar intihar bir suç değildi Hıristiyanlık’ta. Ta ki Aziz Augustine, Platon’un Phadeos’uyla buluşuncaya kadar. Yani Hıristiyanlık’ta intiharın günah olduğu fikri İncil’den değil, eski Yunan filozofu Platon’un Phaedo adlı kitabından alınmadır. Agora Kitaplığı Che’nin kitaplarını yayımlamayacak Kültür Servisi Agora Kitaplığı, Che Guevara’nın tüm kitapları ve koleksiyonunun telif haklarını elinde bulunduran Havana’daki Centro de Estudios Che Guevara (Che Guevara Araştırmaları Merkezi) ve Avustralya’daki Ocean Press’le anlaşarak 19 kitaplık koleksiyonun yayın haklarını satın almış ve ilk kitapları çıkarmak için gerekli hazırlıklara başlamıştı. Agora Kitaplığı editörü Osman Akınhay yaptığı açıklamada; belirtilen süreç içinde, mayıs ayında yüzde 30 oranına varan bir devalüasyon yaşanması ve 2006 sonbaharıyla 2007 yılında, Ortdaoğu’daki siyasal gelişmeler doğrultusunda ve cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde ciddi bir ekonomik kriz daha gelmesi ihtimali karşısında, Ocean Press’e yapılan revizyon önerileri ‘‘Sizin koşullarınız bizi ilgilendirmez, şu tarihe kadar parayı yatırmazsanız sözleşmeniz iptal edilir’’ tavrıyla reddedilince, yayınevi olarak Che tasarısını iptal etmeye kararı verdiklerini açıkladı. S abancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nde, Rodin sergisini geziyoruz. Oyun Atölyesi’nin ‘Hırçın Kız’ provasını sürdüren genç ekiple birlikteyim. Ancak ekip, müzeye girişimizin hemen ardından galerilerde dağılıyor. Herkes, haklı olarak, şaheserlerin serpiştirildiği bu salonlardan kendine göre bir şeyler alabilmek peşinde. Haklı olduğu kadar, doğru da sayılması gereken bir tutum. Çünkü yaratıcılığın bireyselliğinin karşısında, sanatla karşılaşanın, sanatın alımlayıcısının bireyselliği de söz konusu; belki de, yaratıcılığın bireyselliğini tamamlayan koşul niteliğini taşıyan bir bireysellik. Sanırım bu genç tiyatrolar açısından serginin en çarpıcı yanlarından biri, Rodin’in heykel sanatı için söylediklerinin tiyatro sanatına da ne kadar uygun düştüğü gerçeğiyle karşılaşmak. Çünkü sergide, Rodin’in heykellerinin yanı sıra sözleri de var. Bu sözler boyunca heykelin büyük ustası, sürekli olarak kompozisyonun, yani heykelde bütün parçaların bütüne hizmet etmesinin önemini, ‘esas’ olanı seçip bunun dışındakileri atmanın gerekliliğini, salt biçimselliğin, biçimlerle ve renklerle oynaşmanın bir sanat eserini var etme bağlamında asla yeterli olamayacağını yineliyor. ODAK NOKTASI AHMET CEMAL Auguste Rodin ya da Görmekte Direnmek iyi hocalar bile başaramamışlardır. Sanatçıya gelince, ortalama insanın tersine, o görür; başka deyişle, gücünü yüreğinde bulan gözleri, doğayı en derin noktalarına kadar okur. İşte bu nedenle sanatçı, yalnızca gözlerine güvenmelidir...’’ ??? Sadece bakmakla yetinmeyip görebilmek; görmeyi sağlayabilecek bütün donanımı eksiksiz edinmek; tıpkı Rodin’in yaptığı gibi, geleneği, yani sanatın başlangıcından kendisine kadar uzanan yolunu kıyasıya sindirmek ve bugünden geleceğe uzanan yolları bu tür bir beslenmişliğin rehberliğinde inşa etmek. Bu yönüyle Rodin, sadece heykelin malzemesinin, mermerin, bronzun, çamurun büyük ustası değildir; o, geleneği kullanabilmenin de büyük ustasıdır. Sanatçı, sanatçı olmayanlardan farklı olarak, görebildiği içindir ki, on dördüncü yüzyıl İtalyan ressamların Bunlar, yalnız heykel için değil, tüm sanatlar için geçerliliği tartışmasız olan vurgular. Yalnızca bakmakla yetinmeyip görebilmek ise, belki de Rodin’in temel meselesi. Eve döndüğümde, sanatçının ‘Sanat ve Doğa’ başlıklı, Paris’te kaleme alınmış, ancak üstüne tarih konulmamış bir yazısına bakıyorum: ‘‘...Sanatçı, doğayı sıradan insanlara göründüğü gibi görmez, çünkü duyguları, onun görünüşlerin ötesindeki gizli gerçeklere inebilmesini sağlar... Tek önemli olan, görmektir. Doğayı kopya eden, orta düzeydeki bir insan hiçbir zaman bir sanat eseri üretemeyecektir; çünkü o, gerçekten de görmeden bakar; her ayrıntıyı not edebilse bile, sonuç sığ ve karakterden yoksun olacaktır. Ancak, sanatçının uğraşı, ortalama insanların üstesinden gelebilecekleri bir uğraş değildir ve bu ortalama insanlara yetenek kazandırmayı en dan Cennino Cenini’nin söylemiyle: ‘‘Başkaları için var olmayanı görünür kılar.’’ İnsanoğlunun düşünme eylemi, sadece bakmakla algılanabilecek bir eylem değildir. Ama Rodin’in ‘Düşünen Adam’ından bu yana, bu eylemi bizler de görebiliyoruz! Picasso, ardından aynı salonlarda Rodin deyince, bu sanatçıları bizler için görünür kılan Dr. Nazan Ölçer’den söz etmemek, elbette olanaksız. Her iki serginin de projesinin ve konseptinin mimarı Nazan Ölçer, Sakıp Sabancı Müzesi’nin müdürü. Ama o, yönetimini ‘konserve’ etmekle sınırlayan müze müdürlerinden değil. Sergileneni yaşanır kılma yaratıcılığına sahip. Sergiden çıkarken, müzenin küçük dükkânında Rodin’in ‘Öpüşme’sinin nefis bir modelini görüyorum. Asla yazı masamdan ayıramayacağım, her cümleden sonra başımı kaldırıp bakabileceğim kadar değerli; ama, koşullarımla hiçbir zaman bağdaştıramayacağım kadar da pahalı. Ben de bundan böyle biraz farklı bir alanda yaratıcılığa soyunmaya ve o model sanki yazılarımı yazarken hep karşımdaymış gibi davranmaya karar veriyorum! acem20?hotmail.com ahmetcemal?superonline.com