08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

EYLÜL P CUMA E R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z Enis BATUR Okuma dürbünleri Dostum Samih Rifat, Hadrien’in Anıları’nı yeniden okuyormuş. Yirmi yıl önce okuduğu o olağanüstü romanı hepten unutmuş olduğunu söyledi bir ara. İçimden, Yourcenar’ın kitabını çok iyi anımsadığımı geçiriyordum ki, yazarın arka notlarda değindiği, bu çok önemli ayrıntıyı unutmuş olduğumu fark ettim, ayıldım. Şüphesiz ‘bütünüyle’ unutmayız bir kitabı. Yourcenar, Hadrien’in ağzından bir şeftaliyi anlatır; dalından koparılıp bir tabakta önüne getirilmiş o meyvenin içinde ölüm artık harekete geçmiştir, hastalığının bünyesini kemirmesi nedeniyle onunla özdeşleşir, bir yandan da yediklerimizin bize can katışı üzerinde oyalanır. ‘YENİDEN OKUMAK İÇİN YAZIYORUM’ tutkulu okurlar kütüphanelerde, kitapçılarda, sahaf dükkânlarında vakit geçirmeye bayılır; her ‘sefer’de onlarca kitabı ele alır, karıştırır, yerlerine koyarlar. Aralarından bir ikisini seçip aldıklarında, evdeki okunmayı bekleyenler rafındaki yerine koymazdan önce, bir tanışma seansı daha gerçekleştiği de olur. Bu ön ilişkiyi, Benjamin ve benzeri araştırmacı boyutu hafifsenemeyecek yazarlar bağlamında kullanılan "kitabı görme"yle bir tutmamak yerinde olur. Bir konuyu araştırmaya büyük bir susuzluk duygusu içinde yöneldiğinizde, alanı tararsınız. Yüzde yüz kütüphane sorununa daha önce değinmiştim: Bugün, eksiksiz bir bibliyografyanın tüm parçalarını kişisel kitaplığınızda birleştirmeniz olanaklı mıdır bilemiyorum ama, çok anlamlı bir girişim değildir. Çekirdekte karar kılarsınız genellikle. Bazen, çekirdek bile çok sayıda kitap demeye gelir. Zamanla, "nektar"ı seçmeyi, ayırmayı, onu ulaşmanın yollarını öğrenir insan. İşte bu işleme "kitabı görmek" diyebiliriz. Kendimden örnek vereceğim, lütfen yadırgamayın: Kravat’ı yazarken, binlerce sayfanın içinden yüzlerce sayfa okudum. TARİFSİZ BİR AMAÇ Bir kitap okuma listesi yapıyor olsaydım, o sayfaları listeye geçiremezdim. Okurluk başka, kurcalamak, eşinmek, ‘nektar’a ulaşma çabası vermek bambaşka. Gerçek okumanın, tarifsiz bir amaç tarafından yönlendirildiğine inanıyorum. Alberto Manguel’in ben olsaydım çoktan yayımlamıştım türünden küçük ama dopdolu kitaplarından biri, Pinokyo ve Robenson. "Pinokyo Okumayı Nasıl Öğrendi?", "Robenson’un Kütüphanesi" (Aries’te çıktıydı) ile başlayıp süren kitapçığın son parçası "Ülküsel Okuru Bir Tanıma Ulaştırmaya Doğru" adını taşıyor. Aforizmalarla ördüğü metinden kimi örnekler seçtim: "Ülküsel okur bir öyküyü takip etmez: Ona katılır". "İyi okumak için mucit olmak gerekir". (Emerson)."Ülküsel okur sözlüğe bakmayı sever". "Birkaç yüzyıl öncesinden bir kitabı okuduğunda, ülküsel okur kendisini ölümsüz hisseder". "İyi bir okur, büyük bir okur, etkin ve yaratıcı okur, yeniden okuyan okurdur". (Nabokov)."Ülküsel okur çoktanrılı ve çokeşlidir". "Ülküsel okurun belirgin bir milliyeti yoktur"."Bir yazar asla kendi yazdıklarının ülküsel okuru değildir". Alberto Manguel, bu yılın kasım ayında, Montalban’da düzenlenecek ve bir hafta boyunca sürecek bir etkinlikle selamlanacak. BAŞKALAŞIMLAR... Çağrı komitesinden gelen mektupta, Manguel’in saptadığı iki ayrı listedeki isimlerin ‘kadim dostlar’ ve ‘yeni dostlar’ olarak tasnif edildiklerini, benim elbette ikinci listede yer aldığımı öğrendim; bu çağrıdan kıvanç duydum. Şunu anlatmaya karar verdim, orada: Manguel’i nasıl, nerede tanıyacaktım ki, onu okurken tanıdım, tanımaya başladım. Şeyh Galip’le ya da Lautréamont’la tanışma olanağım yoktu, olamazdı (bunu da sorguladığım olur ya…), Alberto’yla tanıştık, dahası kaynaştık; görüşmeyi, görüşemediğimizde yazışmayı sürdürdük. Bir seferinde, tek kelimesini anlayamadığı Başkalaşımlar’ın iki okkalı cildinin sayfalarını dikkatle katetti, resimleri kerteriz alarak ilgi alanlarımızın ortaklığı karşısında keyifli bir şaşkınlık yaşadı, bir sonraki kitabını bana imzalarken adını çizip yerine benimkisini yazdı. Zamanla anladım ki, Alberto ve ben, MSV. yüzyılda Efes Kütüphanesi’nde karşılaştığımızda, birbirimizi daha önce İskenderiye’de görmüş olduğumuzu anımsamış, sonraları Endülüs sokaklarında, Paleologolos çağı İstanbul’unda, Petersburg’da, Rouen’da ayı Flaubert’in evinde rastlaşmış iki okurduk aslında. KULE CANBAZI SUNAY AKIN Struma’yı Anımsamak! gan’ın kitabında buluruz. Yazar, Struma’nın batırılışıyla bir bağ kurmasa da, söz konusu yıllarda elektriklerin kesildiği önemli bir İstanbul gecesini anlatarak sorumuza bir parça ışık tutar: ‘‘İsmet Paşa hükümetinin, savaşın başlangıcında Nazilere kolaylık yaptığına, Alman savaş gemilerinin Karadeniz’e geçmesine göz yumduğuna, bir rastlantı sonucu şahsen tanık oldum. Meslektaşım ve dostum Abdülbaki Gölpınarlı’nın Salacak’ta Kız Kulesi’nin karşısında, bahçesi deniz kıyısına kadar inen bir evi vardı. O bahçede geceleyin arkadaşlarla demlenirken, İstanbul’un tüm elektrikleri aynı anda kesildi. Tam tarihini anımsamadığımız aysız ve yıldızsız bir geceydi. Zifiri bir karanlık içinde kalmıştık. Ama bir süre sonra, gözlerim karanlığa alıştı. Masadan kalkıp, sahildeki çakıl taşlarının üstüne oturdum ve dört beş savaş gemisinin önümden geçtiğini gördüm. Arkadaşları çağırdım, onlar da gördüler. Eğer Alman savaş gemileri değilse neydi bu gemiler, bilemem. İstanbul’un ışıkları, çok daha sonraları, sabaha karşı yandı.’’ ‘AYSIZ VE YILDIZSIZ BİR GECE... Mîna Urgan’ın dediği gibi ‘Aysız ve yıldızsız bir gece’de Karadeniz’e doğru geçenler ayyıldızlı bayrağın görmemezlikten geldiği Alman savaş gemileri miydi? Boğaz’ı satıhtan geçmek zorunda olan denizaltılar gemilerin arasında gizleniyorlar mıydı? Bu soruların yanıtını Salacak’ın az ötesinde, deniz içindeki kayalıklara oturan beyaz elbiseli kız verebilir. Ama, ne var ki, tüm olup bitenleri gören o kız dilsizdir!.. Struma ile Ece Ayhan’ın ‘Morötesi Requiem’ adlı kitabınında da karşılaşırız. Ne var ki, Struma, Yahudilerin koparıp yere attıkları düğmeler gibi kitabın sayfaları arasında dağınık durmaktadır: ‘‘1941 yılı Aralık ayından beri İstanbul limanında bekletiliyor Struma Yahudileri. Sefine de denebilir Struma’ya, insanlar ‘sersefil’ olmuşlardır Karadeniz’de boğulmadan önce. Evet, insanı karada bile donduran 1942 Şubat’ında İngilizlerin eliyle batırıldı gemi. Kimse de kurtulamamıştır. Kimse de kurtulamazdı zaten. Cesetler ve iyice ıslanmış olarak birkaç tahtadan oyuncak ayı, Riva deresinin döküldüğü kıyıya kadar gelmiştir.’’ Yahudilerin geleneğini öğrendikten sonra kabanımın bir düğmesinin kopuk oluşu başka bir anlam kazandı. Düğmeyi çantamda gezdirsem de fırsat bulup yerine dikemiyordum bir türlü. Oysa anladım ki, düğmenin koptuğu yerdeki küçük ip parçacıkları İstanbul limanından sökülen halatlarıdır Struma’nın... Ve ben, o ip parçacıklarına bakarak Mîna Urgan gibi suçluluk duygusuna kapılıyorum. C 15 Kitaplar da öyle: Bize kattıklarını kattıktan sonra unutulmuşlardır, belleğimizde yer ettiğini ilk elde göremediğimiz ne çok şey almışızdır onlardan. Yeniden okumak bana hep çok anlamlı geldi. Bunca okumadığımız, okumak istediğimiz kitap bizi kuşatırken gidip daha önce okumuş olduğumuz bir metni seçiyorsak, ciddi gerekçelerimiz var demektir. Gide’in "Yeniden okunmak için yazıyorum ben" sözüne daha önce değindiydim. Ne demeye getirir? ‘Bir seferde tüketilesi metinler değil kaleminden çıkanlar' mıdır burada vurguladığı? Yoksa, ‘kitabımın, onu okumuş birini yeniden çağırmasını sağlayacak ölçüde dolu, zengin, haz verici boyutları var’ mı? Belki ikisi de. Bir Okuma Tarihi’nde, Alberto Manguel, "Aynı kitaba da, aynı sayfaya da dönmeyiz asla" der: "Çünkü, değişen ışığın altında biz de kitap da dönüşümden geçeriz ve anılarımız ışık alır, kararır, gene ışık alır ve hiçbir zaman kesin olarak öğrendiğimizi ve unuttuğumuzu, bizde kazılı kalanı bilemeyiz". Bundandır, bir kitabın içeriğini farklı yaşlarda, farklı okumayla katettiğimizi sezer, görürüz. Bunca kısıtlı bir yaşama süresinde, bir vakitler okudukları kitaba dönmeyi gereksiz bulan, her seferinde ‘ilk okuma’nın mıknatısına kapılan okurlar tanıdım. Öteki kefede, ikide bir aynı yapıtlara dönmeden edemeyenler durur. Kimsenin işine karışılmaz, birini öbüründen üstün tutmak hakkımız olsa bile, birinin öbüründen üstün olmadığı kesindir. Hem, kaç kitap okunabilir ki, ortalama bir ömürde? Sıkı bir okur da olduğunu yazdıklarından kestirebildiğimiz Walter Benjamin’in "okuma listesi"ni önüme alıyorum. Listenin ilk 461 parçasını içeren kâğıtlar kaybolmuş, son ve zorlu geçen aylarında ne okuduğunu bilemiyoruz; 462’den 1712’ye sıralanan kitaplar, 19161939 arası, yaklaşık çeyrek yüzyılda, 1250 kitabı baştan uca okuduğunu görüyoruz. Ortalama, haftada bir kitabı buluyor. Jennifer Allen, Benjamin’in kütüphane ve koleksiyon üstüne metinlerinin toplandığı seçkiye yazdığı önsözde, Benjamin’in "okuduğu" ve "gördüğü" kitaplar arasındaki ayrıma Alberto Manguel dikkat çekiyor. Yazdıkları, yazacakları çerçevesinde kaynak araştırmasına yönelen yazarın, ikinci bir okurluk serüveni doğar. Bunu asıl okur statüsünden ayrı bir yere koymak gerektiğini düşünüyorum. Şüphesiz kitap "görme"yi bir nesneyle göz teması kurmaya indirgemek doğru bir değerlendirme olmaz. Bütün kitapseverler, tatürk’ün top arabasına konulan cenazesini görmek isteyen Mîna Urgan, aile dostu bir avukatın Karaköy’de caddeye bakan bürosuna gider. Top arabası görününce dolu yağıyormuşçasına ‘çıt çıt çıt’ sesleri duyulur aniden. Giysilerinin düğmelerini koparıp yere atan Yahudiler çıkarır bu sesi. Ölenin ardından düğme koparıp yere atmak bir yas geleneğidir Yahudilerin. Mîna Urgan’ın tanık olduğu olaylar arasında Struma’nın İstanbul’a gelişi de vardır. Yazarın, en çok okunan kitaplar listesinde dev adımlar atan ‘Bir Dinozorun Anıları’ adlı eserinde Struma’daki bekleyiş de yer alır: ‘‘Eski püskü, battı batacak, küçük, paslı bir gemiydi bu. Ve salkım saçak Yahudi sarkıyordu her bir yanından. O gemide 769 Yahudi varmış kimine göre. Bizlere uzaktan sesleniyorlardı; ‘Yardım edin bize’ diye yalvarıyorlardı sanki. Nasıl yalvarmasınlar ki? 1941 yılının Aralık ayıydı. Nazi orduları ülkelerini işgal etmişti. Romanya’ya sığınmışlar, Filistin’e gitmek niyetiyle Struma’ya binmişlerdi. Ama Struma’nın onları oralara kadar götürecek durumda olmadığı besbelliydi. Korkunç bir suçluluk duygusuna kapılarak, onlara bir süre için neden sığınma hakkı vermediğimizi düşünüp dururum hâlâ. Yahudi sorunu konusunda aşırı duyarlı olmamın bir nedeni de bu Struma olayıdır zaten. Çünkü toplama kamplarını sadece okudum. Ama Struma’daki Yahudileri, çoluklarıyla çocuklarıyla uzaktan da olsa, kendi gözlerimle gördüm. Hatta çocukların ağladığını duyar gibi oldum.’’ A ‘CİNAYET KİMİN TARAFINDAN İŞLENDİ?’ Struma’nın, römorkörlerle Karadeniz’e çekildiğini yazan Mîna Urgan, orada bir fırtınada kendiliğinden battığını ya da bir denizaltı tarafından batırıldığını belirttikten sonra şu soruyu sorar: ‘‘Kimine göre İngilizler yapmış bu işi. Neden İngilizler? Bunu hiç anlayamadık?’’ Tek dilekleri yaşamak olan onca insanı Karadeniz’in soğuk sularına gömen nedenin fırtına olabileceği hiç inandırıcı değildir. Gemiden yalnızca bir kişinin kurtulmuş olması torpillenme sonucu infilak ettiği olasılığını daha güçlü kılıyor. Gazeteye ilan verip, Struma’ya yolcu toplayan şirketin sahiplerinden Yunan asıllı Pandelis de, Romanya’da yargılanır ve geminin çürük olduğu için değil, bir denizaltı tarafından batırıldığı gerekçesiyle beraat eder. Üstelik, o günün hava raporlarında da fırtınaya rastlanılmamaktadır. Asıl soru, bu cinayetin kimin tarafından işlendiğidir? Struma’ya ateş edenin bir İngiliz denizaltısı olduğu iddialarına Almanları da katabilir miyiz? Bu sorunun yanıtını Mîna Ur Firavunların Laneti/ Elizabeth Peters/ Çeviren: Nazan Tuncer/ Oğlak Yayınları/ 390 s. “Bu insanlar firavunun lanetiyle mi vahşice katledildiler? Eğer öyleyse...” Emerson cümlenin burasında ara verdi. İnsanlar gözlerini kırpmadan ona bakıyorlardı. “Eğer öyleyse ben laneti üzerime alıyorum! İşte beni yere yıkmaları ya da kutsamaları için Tanrılar’a meydan okuyorum. Ölülere, Öteki Dünya’nın yolunu gösteren çakal başlı varlık, soylu ve güçlü yüce Anubis, Osiris’ten olma ve İsis’ten doğma Yüce Horus...” Yüzü kor haline gelmiş sönmekte olan ateşe döndü... Aynı anda sönmekte olan ateş gökkuşağının renklerini saçarak gürler gibi bir ses çıkardı. Kalabalığın arasında bir uğultu koptu. Birkaç saniye kadar mezarın girişi halka halka yükselen sarı dumanın arkasında gizlendi. Duman dağılmaya başlayınca, sarı gözleri kor gibi parlayan dev bir siyah kedi ortaya çıktı. Boynunda mücevher işli bir tasma vardı. Yakut ve zümrüt taşlar ateşin solgun ışığında ışıl ışıl parlıyordu... Ormana Doğru/ V. C. Andrews/ Çeviren: Ayşe Aslı Özer/ İnkılâp Kitabevi/ 472 s. Denizci bir babayla büyüleyici bir annenin tek çocuğu olan Grace, ailesinin onun için yarattığı evrenin merkezinde yaşamaktadır. Bu evren, aniden meydana gelen bir trajediyle yerle bir olunca Grace ve annesi Jackie Lee, Virginia’daki donanma üssünden Florida’daki gösterişli Palm Beach’e yeni bir başlangıç yapmak üzere taşınırlar. Annesi, ona yeni çevresi tarafından kabul görecek biçimde davranması için baskı yaparken Grace’in tek isteği gözlerini kapatarak yok olmaktır. Kısa bir süre sonra Jackie Lee, sosyeteye giriş bileti olan sofistike milyoner Winston ile evlense de yakalandığı zannedilen mutluluk bir kez daha gölgede kalır. Erişilen yeni servet ve Grace’in masum güzelliği işleri yoluna koymaya yetmez; karmaşa arttıkça genç kız içine kapanır ve bu iç dünyanın fırtınaları hayatı bir daha asla eskiye döndürülemez şekilde değiştirir... Gün Eksilmesin Penceremden/ Cahit Sıtkı Tarancı/ Can Yayınları/ 232 s. ‘Otuz Beş Yaş’ adlı şiiri ile tanınan Cahit Sıtkı Tarancı, genç yaşta yaşamını yitirmiştir. Bu yüzden sağlığında yayımladığı yapıt çok değildir. Ölümünden sonra bir araya getirilen düzyazıları ve konuşmalarının dışında, yirmi iki öyküsünü de kapsayan bir çalışma da 70’li yıllarda yayımlanmıştı. Tarancı bu öyküleri bir dönem Cumhuriyet gazetesinde düzenli olarak yayımlamıştı. Cahit Sıtkı’nın bir dizesinden adını alan bu kitap, şairin bütün öykülerini bir araya getiriyor. Kitapta ayrıca, M. Sadık Aslankara’nın bir incelemesi bulunuyor. Sahtekâr/ Jeffrey Archer/ Çeviren: Pınar Öcal/ Altın Kitaplar/ 414 s. 11 Eylül’den bir gece önce, yaşlı bir kadın hunharca öldürülür. Ertesi gün New York’lu bankere sabah postasıyla bir zarf gelir. İçinden öldürülen kadının sol kulağı çıkar. Ünlü ve iyi bir avukat yalnızca bir müvekkili adına çalışmakta ve asla ücret almamaktadır. Genç profesyonel bir kadın, bir Van Gogh tablosu çalar, ama aslında hırsız değildir. Bir jimnastikçiye bir milyon dolar ödenmiştir ama kadının banka hesabı yoktur. Üniversiteden birincilikle mezun olan birine büyük bir miras kalmıştır, ama bu kişi geçici olarak bir işte çalışmaktadır. Japon çelik kralı ilk kez karşılaştığı bir kadına elli milyon dolar vermiştir. Birbirleriyle hiçbir bağlantısı olmayan bu kişiler ve olaylar, ortaya koca bir düğüm yumağı olarak çıkar. Kula/ Menis Kumandareas/ Çeviren: Berin Myisli/ YKY/ 46 s. Bu kitapta orta yaşlı, evli bir kadınla 21 yaşında bir delikanlının tutku dolu aşkını anlatıyor Kumandareas. İşi ve evi arasında gidip gelen, kapalı denebilecek bir çevrede hayatını geçiren Kula, bir akşam trende tanıştığı Mimis’te, günlük hayatın rutinlerinden kaçıp sığınabileceği bir liman bulur. Ama bu limanın dışarıdan göründüğü kadar sakin olmadığını zamanla anlayacaktır. Kendisini büyük bir ikilemin ortasında bulan Kula, tutkuları ve bu yeni heyecanla ailesi, o güne kadar ona sıkıcı da olsa huzur vermiş olan hayatı arasında bir seçim yapmak zorunda kalacaktır. Nijinsky’nin Günlüğü/ Vaslav F. Nijinsky/ Çeviren: Orçun Türkay/ YKY/ 30 s. Vaslav Nijinsky, olağanüstü dans yeteneğiyle izleyicileri büyüler ve çok genç yaşında üne kavuşur. Ne var ki alışılmadık düşünce ve duygu evreniyle dış dünyanın uyuşmaması sonucu ömrünün yarısını akıl hastanelerinde geçirir. Bu zorlu yolculukları öncesinde kaleme aldığı ve çok sonraları kızının eşyaları arasında bulunan günlüğü, bir dâhinin dünyanın normal insanları ve çarkları arasında nasıl yitip gittiğini ortaya koyuyor. Satırlar Arasında Aylaklık/ Oğuz Demiralp/ YKY/ 268 s. ‘Satırlar Arasında Aylaklık’, Oğuz Demiralp’in 19792005 yılları arasında kaleme aldığı, uzun bir döneme yayılan yazılarını bir araya getiriyor. Yazar, ‘Satırlar Arasında Aylaklık’ta, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Samet Ağaoğlu’na, Yusuf Atılgan’dan Safiye Erol’a, Oğuz Atay’dan Enis Batur’a, Thomas Bernhard’dan Marx’a, Sartre’dan Mistral’e, Freud’dan Jacobsen’e uzanan bir okuma portresi sunuyor. Kitap, yazarların metinlerini ve düşüncelerini titiz ve çözümleyici bir tavırla ele alıyor. Wunder der Prarie Festivali Almanya’da Kültür Servisi Zeitraum ex!t Büro für Kunst’un düzenlediği Wunder der Prarie Festivali 31 Ağustos 9 Eylül tarihleri arasında Almanya’nın Manheim şehrinde RheinNeckar metropolitan alanında gerçekleşiyor. Konusu ‘mutluluk’ olan festival, tiyatro, performans, dans ve güzel sanatlar alanlarından oluşuyor. Sanatsal olayları pek görmeye alışmadığımız varoş mekânlarda yapılan festivalde yer alan sergide, fotoğraf, video, yerleştirme, resim çalışmaları bulunuyor. Festivale Türkiye’den ‘Klaksonlu Kurbağa’ adlı videoart çalışması ile Şinasi Güneş katılıyor. Çalışma 70’li yıllara ait 8 mm’lik ailelerin çektikleri amatör filmler ile çizgifilmlerin kesitlerinden oluşan kolajlardan kurulu. Sanatçı, amatör çekim ve çizgi filmler gibi genel geçer algılanan görüntülerden sosyolojik ve siyasal örgülü ironik mizansenleri, görünmeyen görünenleri açığa çıkarıyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle