23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

EYLÜL CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Bir insanlık utancı kölelik ERDOĞAN AYDIN Tarihin olumsuz sayfaları resmi tarihçilerce genellikle gizlenir. Tarih üzerinden toplumu manipüle eden ülkelerde bu durum daha da belirgindir. İnsanlık tarihinin en yüzkızartıcı uygulamalarından olan kölecilik, gizlemeye en çok muhatap olan konulardan biri olmuştur. Oysa, insan hakları belgelerinde yasaklanmaya başlanacağı 19. yüzyıla kadar, gerek dinsel gerek dünyevi hukuklarca ‘‘meşru’’ görülen bir uygulama olmuştur. Bugün artık, ‘‘bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar’’ (İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, Madde I); ‘‘hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz, kölelik ve köle ticareti her türlü şekliyle yasaktır’’ (Madde IV) diyen bir evrensel hukuk içinde yaşıyoruz. Buna rağmen sorunu köklü olarak çözebilmiş ve onunla gerçek anlamda hesaplaşabilmiş değiliz. SİYAH YASA İnsanlığın ve insan emeğinin en kaba anlamda istismar edildiği bir kurum olan kölecilik, uygulanma alanı ve zamanı olarak tarihte çok ciddi bir yer kaplamıştır. M.S. binli yıllara kadar dünyaya egemen bir üretim tarzı olarak yaşanmış olan ve bu dönem hukuklarınca da, bir dizi yasal düzenlemeye konu olmuştur. Sonraki dönemde de ondan kurtulmak kolay bu temelde vahşileşen siyah köle ticareti, aynı zamanda giderek büyüyen bir insani tepkiyi de beraberinde getirecekti. Öyle ki ‘‘başta İngiltere olmak üzere Batı Avrupa’da gittikçe yoğunlaşan ilgacı düşüncelerin Atlantik köle ticareti üzerinde büyük bir etkisi olacaktı. (Bu kapsamda) İngiltere 1807’de köle ticaretini yasaklamış ve 1833’te Karaip sömürgelerindeki kölelik statüsünü kaldırmıştı. Daha sonra, Afrika’dan köle ticaretini bastırmak amacıyla diğer Avrupa güçleriyle de bir anlaşmalar ağı oluşturulmuş, yüzyılın ortasına kadar Fransa, Avusturya, Prusya, Rusya, Hollanda, Portekiz ve İspanya, isteksizce de olsa, İngiltere ile, bu amaca yönelik olarak, bir biçimde anlaşmaya razı edilmişlerdi.’’ (E.R. Toledano) TARİHİN DOĞRU BİLİNCİ Bütün bu dönemler içinde köleciliğin, dinlerin de desteğiyle yasal bir realite olması, onu bizzat o dönemler için bile meşru kabul edebileceğimiz anlamına gelmemeli. Kaldı ki bütün bu dönemler içinde köleciliğe bulaşmamış toplumlar söz konusu. Örneğin ‘keşfedilip’ köleleştirildikleri döneme kadar Amerikan medeniyetlerinin kölelik kurumunu bilmediğini, keza Müslümanlaştırılma yanı sıra yaygın bir köleleştirmeye muhatap olacakları döneme kadar Türki halkların da köleciliğe bulaşmadığını biliyoruz. Üstelik anımsamalıyız ki, köleciliğe dair bütün bu ağır realitenin tamamlayıcı diğer parçası da, ona karşı gerçekleşen eleştiriler, ayaklanmalar ve insanca yaşanılabilir alternatif sistem kurma girişimleridir. Bu açıdan örneğin Roma özgülünde medeni bir geleceği temsil eden taraf, köleci medeniyete başkaldıran Spartaküs’tür. İnsanlığın kendini Krasyus’ta değil de Spartaküs’te bulması da bunun yansıması. Özetle köleliğin yasaklandığı günümüz realitesi, sadece kölelerin verimliğini aşan maddi teknik gelişmelerle değil aynı zamanda insanlığın binyıllardır yürütegeldiği mücadelelerin, aydınlanmanın ve vicdanın egemen gerçeklere galebe çalmasının bir ürünü. Esasen köleliği bir insanlık ayıbı olarak yasaklayan insan hakları belgeleri de bu gerçekliğin yansıması. Durum buyken insana, toplumların hayatına dair bir bilim dalı olan tarihçiliğin de bu kapsamda şekillenmesi zorunlu. Realiteye teslim olan, kendi inandığı din veya ait olduğu etnisiteden egemenlerin yaptığı hak ihlallerini savunma baskısını aşamayanlar, insanlığın ilkel dönemleri önünde secdeye yatmaktan kurtulamayacakları gibi, bu kapsamda kulluktan vatandaşlığa da yükselmezler. BİZİM SPARTAKÜS’ÜMÜZ Sorun Batı kadar Doğu’nun, dünyevi sistemler kadar dinlerin de sorunudur. Üstelik kabullenilmeli ki Batı medeniyeti ve dünyevi sistemler, kölecilikteki kötü sicillerini göğüslemeye çalışan bir insan hakları ve hukuk damarının da üreticisi olacaktır; dinler ve Doğu medeniyeti ise bunu başaramamıştır. Bu açıdan öncelikle kendimizle yüzleşmek ve kendi bahçemizi temizlemekle işe başladığımızda, İslam tarihinin bu konuda ne yazık ki temizler arasında olamadığını gerçeğiyle karşılaşıyoruz. İşin teorik/ teolojik boyutunu bir başka yazıya bırakıp pratiğe baktığımızda, ‘‘İslam devleti bünyesinde daha ilk devirlerden itibaren esir ve köle ticaretine rastlandığını görüyoruz. Abbasilerden önce savaşlarda elde edilen esirler pazarlarda satılmakta idi. Abbasilerin iktidara gelmesiyle zaten yavaşlamış olan fetihlerin durması, buna mukabil zırai ve iktisadi hayatın gittikçe gelişmesi neticesinde kölelere olan ihtiyaç daha fazla hissedilmeye başlandı. Bu devirde köleler Afrika’dan, Slavların yaşadığı bölgelerden ve az olmakla beraber diğer Asya ülkelerinden, köle tacirleri vasıtasıyla temin ediliyorlardı. Basra’da Suk elNahhâsîn, Samarra’da Suk elRakîk ve Bağdat’ta da Dâr elRakîk ve Şâri Dâr elRakîk gibi mevki isimlerinin bulunması, Irak’ın mühim şehirlerinde köle ticaretinin varlığını açıkça ortaya koymaktadır. Çeşitli yollarla temin edilen köleler ziraat ve diğer ağır işlerde çalıştırılıyordu. Hiçbir siyasi ve sosyal hakları yoktu. Bu ağır çalışma şartları sebebiyle kölelerin isyan ederek devletin dahili güvenliğini tehdit ettikleri görülmektedir.’’( H.D. Yıldız) Kölelerin insanlık dışı koşullarından çok ‘‘devletin güvenliğini’’ kendine sorun yapan bir tarih yazıcılığının özeleştirel bir yaklaşım geliştiremeyeceği gibi ahlaki bir arınma da sağlayamayacağı özellikle belirtilmeli. Ancak bu süreçte her biri başlıbaşına yazılmayı gerektiren vahşi uygulamalar ve bunlara karşı destansı ayaklanmaların yaşandığı da bilinmeli. İNSANCA YAŞAM KOŞULLARI Bu noktada İslami egemenliklerin ürettiği bir dizi ‘Sapartaküs’ten sadece birini anımsatmakla yetinelim:Köle emeğine yönelik sömürü ve baskının dayanılmaz hal aldığı Basra’da, Ali bin Muhammed önderliğinde 10 bin köle, hürriyet ve insanca yaşam koşulları talebiyle ayaklanır. Yıl 869, iktidarda Halife Mühtedi vardır. İsyan Mühtedi’nin sonu olurken yerine Mutemid gelir. Ancak üzerlerine gelen orduları yenen kölelerin sayısı yeni köle ve köylülerin katılımıyla 300 bine varır. Hedeflerini eşitlikçi bir cumhuriyetle büyüten köleler, Muhtara adlı bir başkent kurup, egemenliklerinin sembolü olarak para bastırırken, Basra dahil genişleyen bir bölgeye egemen olurlar. 15 yıl boyunca üzerlerine gelen tüm Hilafet ordularını bozguna uğratırken, kendilerine katılım da gittikçe büyür. Nihayet 883’te köle Türklerden kurulu Abbasi Lejyon ordusu tarafından ezilirler. Bundan sonra bizzat dönemin Arap kaynaklarının verdikleri bilgilere göre, başta Ali bin Muhammed olmak üzere 500 bin ile 2,5 milyon isyancı katledilecektir (M. Demirci). Ancak isyanın etkisi o denli büyük olacaktır ki, Abbasi imparatorluğu birdaha iflah olamayarak parçalanacaktır. AB’de Kıbrıs Rüzgârı ya, Rumların vetolarını aşarak Kuzey Kıbrıs’a yönelik mali yardımı en kısa zamanda hayata geçirir ve doğrudan ticaret tüzüğü konusunda muhteşem bir formülle gelir. Bu formül AB Komisyonu’nu, Güney Kıbrıs’ı, KKTC’yi, Yunanistan ve Türkiye’yi memnun eder. Kıbrıs Rum Kesimi, Kuzey Kıbrıs’a yönelik tüm açılımları veto etmeden kabul eder. Kuzey Kıbrıs limanları uluslararası ticarete açılır ve Kıbrıslı Türklerin AB üyelik hedefleri yolunda somut adımlar atılır. Buna paralel olarak adada BM çatısı altında çözüm çalışmaları hızlanır. Taraflar birbiriyle sık aralıklarla görüşür ve birleşmeye doğru somut adımlar atılır. Garantör devletler bu çabalara açık destek verir. Kıbrıs’taki bu çözülmeler Türkiye’nin geçen yıl imzaladığı ek protokolü uygulamasına yönelik siyasi engelleri ortadan kaldırarak Güney Kıbrıs’a limanların açılması sağlanır. Gümrük birliği ek protokolünün uygulanmaya konulmasıyla ABTürkiye ilişkileri birden canlanır ve müzakereler tüm hızıyla devam eder. AB içindeki Türkiye karşıtı ülkeler yaptıklarından utanarak Türklerle dost olur ve orta vadede Ankara, AB başkentlerinden biri haline gelir.’’ Bu senaryoya hafifçe gülümsememek elde değil. Ayrıca tüm bu gelişmelerin yıl sonuna kadar gerçekleşmesi gerektiğini bilmek bu umutsuz tablonun en önemli faktörü. AB anayasa, bütçe ve genişleme gibi geçen yıldan beri yaşadığı krizlere yönelik ilginç bir politika oluşturdu. Ne zaman başları sıkışsa AB liderleri hemen bir ‘‘düşünme dönemi’’ getiriveriyorlar. Kıbrıs kriziyle Türkiye ile ipleri koparmanın olumsuz sonuçlarından çekinen AB, süreci biraz yavaşlatarak ya da sorunun çözümünü ileri bir tarihe atarak bu işten sıyrılabilir. Türkiye ise elinde patlamaya hazır bir bomba ile bir sonraki ‘‘randevuyu’’ beklemeye bırakılır. Bu konu ise Türkiye’nin AB’yi ne kadar bekleyeceğine bakar. C 13 B olmayacaktır. Nitekim Köleci Toplumdan Feodalizme geçilmeye başlandıktan sonra da, yaygın olarak uygulanacaktır. Öyle ki, fethedilen ve ‘keşfedilen’ toprakların halkları, dinlerin de desteğiyle önemli oranlarda köleleştirilmeye devam edilecektir. Ardından 18. yüzyılda, yükselen kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda sanayi bitkileri üretiminde genişleyen bir köle kullanım ile karşılaşıyoruz. Ki bu dönemde özellikle ABD’nin pamuk plantasyonlarına taşınan siyah köle ticaretinin, avcılığının ve koşullarının iyice vahşileşmesine tanıklık edeceğiz. Bugün Fransız resmi tarihçilerince ‘sanat dostu’ yanıyla sunulan XIV. Lui, gerçekte köleci toplum sonrasında köleliği yeniden yasallaştıran isim olacaktır. Onun 1685’te hazırlattığı ‘Code Noir’ (Siyah Yasa), yükselen Fransız sömürgeciliğinin köle emeği gereksinimini karşılayacaktır öncelikle. Köleliğin yeniden yükselişinde bu yasa, uygulama alanındaki gereksinimleri karşılayan bir talimatname işlevi görecektir. Köleleri ‘taşınabilir mal’ olarak tanımlayan ‘Code Noir’, onlar için Katolik inancı zorunlu hale getirecek, Fransız sömürgelerindeki çok kaba sömürü ve çok ağır hak ihlallerinin yasal kılıfı olacaktır. Ancak yeniden artan köle kullanımı ve rüksel’e sonbahar geldi. Kıbrıs meraklılarının heyecanla beklediği günler ise artık çok yakın. AB’nin bir yıl boyunca savurduğu tehditler Ankara Hükümeti’ni limanlar konusunda harekete geçirmeye yetmedi. Şimdi Brüksel ve Ankara, Kıbrıs açmazında buluşmaya hazırlanıyorlar. Brüksel’de ise heyecanlı bir maç gibi beklenen ‘‘kriz’’ henüz daha başlamadan AB kulislerini meşgul etmeye başladı bile. AB içinde Kıbrıs meselesinden bir hayli memnun olan bir çevre olsa gerek ki ‘‘krize’’ kesin gözüyle bakılıyor. Daha taraflar silahlarını bile çekmeden Brüksel’in çok bilenleri ‘‘kriz yönetimi’’ konusunda ders vermeye başladı. AB’nin geçen yıl 21 Eylül’de yayımladığı Kıbrıs deklarasyonu bir iki haftaya Rumları kaşındırmaya başlar. Türkiye’nin ek protokolden doğan yükümlülüklerini yerine getirmediğini ayaklarını yere vurarak söyler ‘‘Avrupalı’’ Rumlar. AB ise önce kendi üyesini dinler sonra Türkiye’ye dönerek okkalı bir tehdit savurur. Ancak tehditler de bir yere kadar. AB’nin yeterince baskın olmadığını gören Güney Kıbrıs, Fransa, Avusturya gibi ülkeler müzakere başlıklarını bir bir veto edebilirler. Kasım ayına kadar Türkiye’den limanlar konusunda hiçbir açılım görmeyen AB liderleri aralık ayında müzakerelerin tamamen durmasını salık verebilirler. AB Komisyonu ise başta genişleme komiseri Olli Rehn olmak üzere Türkiye ile müzakerelerin durmasından yana değil. Bunun ABAnkara ilişkilerine büyük zarar vereceğini düşünen yetkililer dönüşü olmayan bir sürece girilmesinden korktuklarını saklamıyorlar. Türkiye’nin kısa vadede AB yolculuğu iyi haberlere gebe değil. Elbette bardağın yalnızca boş tarafını görmek olmaz. Biraz Pollyannacılıkla Kıbrıs meselesine iyimser bir tablo çizelim: ‘‘AB Dönem Başkanı Finlandi Arkeologların yüzü güldü öner Sermaye İşletmeleri Merkez Müdürlüğü’nde yaşanan sorunlar aşılınca ikinci dilim ödemeler yapılabildi. Arkeologların istemleri doğrultusunda serbest bırakılan yarım milyonluk ek ödemeyle DOSİMM katkısı 5 milyon YTL’ye çıktı. ÖZGEN ACAR ANKARA Türkiye’de yapılan çeşitli arkeolojik ve kurtarma kazıları ile yüzey araştırmaları için Kültür ve Turizm Bakanlığı şemsiyesi altında sağlanan ekonomik destek, bu yıl yaklaşık yüzde 20 oranında bir artışla 10.6 milyon YTL’ye ulaşıyor. Geçmiş yıllarda bütçeden ödenek almakta sıkıntı çeken Türk arkeolog ve sanat tarihçileri, Döner Sermaye İşletmeleri Merkez Müdürlüğü’nün (DÖSİMM) güçlü bir biçimde devreye girmesiyle geçen yıl rahat bir soluk almışlar, kazı kapsamını ve mevsimini uzatmanın yanı sıra bugüne değin el atılamayan bazı önemli yapıların korunmasına yönelik çalışmaları da başlatmışlardı. Ancak, bu yıl DÖSİMM’de 721 Ağustos tarihleri arasında yaşanan bazı sorunlar nedeniyle, öngörülen ikinci dilim ödemeler gerçekleşememişti. DÖSİMM Müdürü Enver Altıntaç, sorunun giderilmesinden sonra arkeologların istemleri doğrultusunda planlanan ikinci dilim ödemelere başlandığını söyledi. Bakanlar Kurulu kararı ile yapılan Türk kazılarına geçen yıla kıyasla bu yıl DÖSİMM kanalı ile yarım milyon YTL artışla 5 milyon YTL’lik katkıda bulunuldu. Bu yılki arkeolojik kazılarda en yüksek ödenek Bitlis Selçuklu Ahlat Mezarlığı’na 245, Antalya Rhodiopolis antik kentine 225, Aydın Nysa’ya 170, Gaziantep Zeugma’ya 145 bin YTL verildi. 100 bin YTL ödenek ayrılan kazılar ise şöyle: Antalya Alanya kalesi, Çorum Ortaköy ve Alacahöyük, Denizli Laodikeia, Eskişehir Küllüoba, İzmir Bayraklı, Klazomenai, Klaros, Fokaia, Kayseri Kültepe, Manisa Aigai, Muğla Stratonikeia, Knidos, Kaunos, Burgaz, Lagina, Şanlıurfa Harran, Balıkesir Kzykos. Bunların dışında 52 kazıya da 2580 bin YTL arasında değişen ödenek çıkarıldı. Ayrıca, Efes antik kentinde Kuretler ve Liman caddelerindeki çalışmalar için Avusturya Arkeoloji Enstitüsü’ne 100, 58 yüzey araştırmasına toplam 162 bin, müze başkanlığındaki ortak kazılara 724 bin, müze kurtarma kazılarına 803 bin, temizlik çalışmalarına 195 bin, kazılara işçi ödeneği olarak da 609 bin YTL olmak üzere toplam 7.8 milyon YTL ayrıldı. Baraj ve karayolları yapım öncesinde arkeolojik kazılar için ayrıca DÖSİMM, DSİ, GAP gibi kurumlarca da toplam 3 milyon YTL ödenek sağlandı. Gâvurun baskısıyla kölecilikten kurtulmak! D K ölecilik aynı zamanda Türk Arap ilişkilerinin birinci dönemine de damgasını vuran öğelerden biri olacaktır. Soyulup soğana çevrilen Türk yurtlarında süregelen savaş, ‘‘değeri gittikçe artan bir meta ticaretine kaynak sağlar ki, o da köleliktir. Türk köleler, Abbasi saraylarında ve ordularında artan ölçüde aranır. (...) Bağımlı egemenler, yükümlü bulundukları haracı köle olarak öderler. Kâbil’deki Türk Şahî egemeni, Horasan’daki Abbasi valisine her yıl 2 bin Oğuz köle sağlar. IX. yüzyılın İranlı coğrafya bilgini İbn Hurdadbih, 2 bin Oğuz kölenin bedelini 600 bin dirhem olarak hesaplar ki, bir kölenin değeri 300 dirhem eder. X. yüzyıl Arap coğrafyacısı İbn Havkal, çok abartılmış biçimde, Türk kölelerin fiyatlarının müthiş yüksek olduğunu söyler...’’(D. Avcıoğlu) Başta işaret ettiğim, dünyadaki kölelik karşıtı gelişmenin İslam ve Osmanlı coğrafyasını etkilemesi öyle kolay olmayacaktır. Egemenlerden farkla halkın faydalanabileceği uluslararası hukuk standartları söz konusu olduğunda ayrı bir gezegen örneği gibidirler Öyle ki Avrupa ülkeleri arasında yapılan ‘‘bu anlaşmalar ağının 19. yüzyılın ikinci yarısına dek Osmanlı köle ticareti üzerine görülebilir bir etkisi olmayacaktı’’. Örneğin 1840’larda Osmanlı İmparatorluğu’na yılda 10 binin üzerinde kölenin ithal edildiğini, tüm büyük kentlerde esir pazarları olduğunu ve bunun yasal güvencelerle açıkça gerçekleştiğini biliyoruz. Ve bildiğimiz diğer bir çarpıcı gerçek de, bu yüzkızartıcı uygulamanın, 19. yüzyılın sonuna doğru tasfiyesinin de, ancak İngiliz emperyalizminin süreğen baskıları sonucunda gerçekleştiğidir. ‘‘Atlantik (köle) ticaretindeki tedrici düşüşle birlikte (Batı) kamuoyunun ilgisi Osmanlılara yönelirken, Osmanlılar Avrupalı güçlere gittikçe artan bağımlılığı yüzünden kendi içişlerinin yönetiminde, yabancı müdahalesinden giderek daha etkilenir duruma gelmişti’’. İşte bu koşullarda köle ticaretinin kaldırılması yönünde gelişen İngiliz baskısı sonucunda Abdülmecit, ‘‘1857’de Afrikalı köle ticaretini, Hicaz hariç (çünkü orada şeriatın dayanılmaz ağırlığı söz konusu!) İmparatorluğun her yerinde yasaklayan bir ferman çıkaracaktı. (Ancak buna rağmen somut bir gelişme olmaması nedeniyle) 1880’de köle ticaretinin bastırılması konusunda bir İngilizOsmanlı anlaşması imzalanacak ve Osmanlı Hükümeti (ancak) 1890’da Afrika köle ticaretine karşı Bürüksel Anlaşması’nı imzalayacaktı’’ (E.R. Toledano) Bu ortamda yeni Osmanlıcı aydın hareketinin çok olumlu katkısını da unutmamalıyız. Örneğin ABD’de köleliğe karşı yazılan H. B. Stowe’un Tom Amca’nın Kulübesi’nin benzeri bir edebiyat, Ahmet Mithat (Esaret), Namık Kemal (İntibah), Sami Paşazade Sezai (Sergüzeşt) gibi yazarlarca üretilecek ve kamuoyunu etkileyecekti. Ama sıkı durun, örneğin bunlardan Sergüzeşt, panİslamist ‘ulu hakanımız’ Abdülhamit’in gazabına uğrayarak yasaklanacaktı!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle