03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

EYLÜL P CUMA E R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z Enis BATUR Sezai Karakoç okuma saati Y irmi yıl olmuş, edebiyat dünyamızda iki "cephe"nin biribirine sağır kalışını eleştiren yazılar kaleme almıştım peşpeşe. Şüphesiz, o dönemde de bu ayrışmaya yüz sürmeyen iki avuç has şair, yazar vardı, şimdi de olduğunu gözlemliyoruz; ama önyargılar, dünyagörüşü ya da hayat anlayışı farklılıklarının körüklediği kafa çevirişler okur çoğunluğunu hep etkiledi, sonunda kaybedenlerin kendilerinden başkası olmadığını bile algılayamadı insanlar. Bu körelme, gün geldi, ait sayıldıkları "cephe"lere bakışlarını da miyoplaştırdı kaldı ki: Görmemeye alışmışlardı. Çevremdekilere Dağlarca’nın İmin Yürüyüşleri (1999) ve Yapıtımla Konuşmalar II (2000) gibi iki başyapıt daha yayımladığını anımsattığımda bana inanmaz gözleriyle bakıyorlar yalnızca; kimse o kitapları aramaya kalkışmıyor. “KARŞI CEPHE”... Doğu’da yeniden kan gövdeyi götürmeye başladı. Bölgede neler olabileceğini kestiremeyen kimse yoktur sanırım. Sezai Karakoç, 19791988 arası yazdığı ve Alınyazısı Saatleri başlığı altında topladığı şiirlerinde bu coğrafyanın bütün iniltilerini, ağıtlarını, isyanını yoğunlaştırmıştı. Şiir ortamı dönüp oraya bakıyor mu? Bana öyle geliyor ki, o dar alandan başlayarak halka halka geniş okur kitlesinin dikkatine Karakoç’un şiirleri açılmalıydı hiç değilse Mehmet Ocaktan’ın, İhsan Bilgin’in elinden. "Şiir halktan koptu" serzenişine girişenlerin önce köprü mühendisliğini ciddiye alması gerekmez mi?Sezai Karakoç, "karşı cephe"nin uzun süre takibinde kalmışsa, bunu Mülkiye’den arkadaşları Cemal Süreya ve Ece Ayhan’ın ısrarlı hatırlatmalarına da borçluyuz; geçerken anımsatmak gerekir. KÜLTÜR COĞRAFYASI KULE CANBAZI SUNAY AKIN C 15 Oyuncaklara Kıymayın Kendi cephesinde, bir tür dokunulmazlığı oldu Özdemir İnce’nin, Karakoç’un; ama bu Yasakmeyve’nin 18. dokunulmazlığın, onun sayısında (Şubat 2006) yapıtına yaklaşılmasını "Ôscia Antica" başlıklı, on neredeyse güçleştirdiği üç parçalık önemli bir şiir ayrı bir gerçek. Bazı yayımladığından söz şiirlerinin (sözgelimi ettiğimde, "o gazete "Balkon"), bazı yazılarını yazanın iyi şiir kitaplarının (Gül Muştusu, yazamayacağı" yanıtını Hızırla Kırk Saat) haklı alıyorum. İşin kötüsü, bu ünü sonrasını haksız tepkileri verenler, bir biçimde gölgeledi. biçimde aynı "cephe"de Karakoç’un şiirinde, yeraldıklarını birkaç uygarlık ekseni ‘duruş’larından bildiğim, adıyla sanıyla çizilmiştir: kültür dünyamızın ufku İstanbulDiyarbakırBağdat, geniş temsilcileri. "Karşı KudüsKâbilKahire gibi. cephe"den bir ürüne dikkat Geniş bir kültür coğrafyasına çektiğimde ise, mermer kafa hüzün ve isyanla, umut ve eleştirmenimiz bana çıkışarak öfkeyle yüzünü döner ve bir haddimi bildiriyor. Bir tanesi de, bakıma yeni bir epiğin "sen kendi işine bak" demişti: tohumlarını saçar. Şiirokurunun "Şiirini yaz, başkalarının bir tuhaflığı da bu noktada yazdıklarını çentiklemekten vazgeç". biçimlenir: Mahmud Derviş’e ya da Besbelli iyi geçinmenin yolu oradan Adonis’e âşinadır da, bu defa geçiyor gerçek şu ki, benim pek hipermetrobu azdığı için burnunun dibini geçinmeye niyetim yok.Şiir ortamını, görmez: OrtaDoğu tragedyasının en çetin, edebiyat dünyasını 1980 Eylülünden bu yana sağlam şiirlerinden biri Sezai Karakoç’un pus kapladı. Kişi öne çıkıyor, çıkarılıyor; yapıtında beklemektedir. Sezai Karakoç, geniş bir kültür coğyapıt hiçesayılıyor, görülmüyor. Öyle ki, * rafyasına hüzün ve isyanla, umut ve Kimi ilgilendirir bilemem ama, anımsatmak takipçileri bile etkiliyor durum. M. Ş. öfkeyle yüzünü döner ve bir bakıma isterim: Benim Sezai Karakoç’la ortak Onaran, ‘bir vakitler’ etkili olmuş Nuri yeni bir epiğin tohumlarını saçar. Pakdil’in sırra kadem bastığını sanıyor. yönüm çok fazla olmasa gerektir aynı Oysa Pakdil, Otel Gören Defterler üst kuşaktan değiliz, dünyagörüşümüz ve başlığıyla vaftiz ettiği yeni yapıtlarını hayat anlayışımız neredeyse iki ayrı uçtadır, onun yeri cennetse benimkisi besbelli cehennemdir, peşpeşe yayımlamayı sürdürüyor; gitgide derinleşen bir dünyayı konumuz burada şiir olduğuna göre: Gün Doğmadan’ı gitgide incelen bir yazıyla kuşatarak hem de. "İyi de, ortalıkta görünmüyor", denilebilir. Birincisi, Pakdil zaten görünmezdi. okumadan, ince eleyip sık dokumadan olmaz derim. Sezai Karakoç, bırakın medya maymunluğunu, kısa süren bir İkincisi, görünmeyenin görülmesini gerektirir edebiyat tutkusu. siyasal parti serüveni sayılmazsa, hiçbir zaman ortalıkta Üçüncüsü: Ortalık neresi? Bizim yetişmemizde payı olanlar, ‘Fizan’daysa bulacaksın’ şiarını kafamıza kazımışlardı. Bütün bu görünmedi. Bu onun şiirinin hak ettiği ölçüde görülmesine engel tabloyu, sözü Sezai Karakoç’a getirmek için çizdim. İki buçuk yıl olmamalı. Alınyazısı Saatleri, son çeyrek yüzyıl içinde yazılmış en önce Amerika Irak’a demokrasiyi getirdi: Bugün herkes biribirini okkalı siyasal şiirleri buluşturan toplam, kederli bir OrtaDoğu destanı. öldürme özgürlüğünü kullanıyor artık. Bir buçuk ay oldu, Orta Aykırı Notlar/ Agâh Özgüç/ PMP Basım Yayın/ 190 s. Muzaffer Tema’nın Türkiye’de oynadığı filmlerin Amerika’da bir bakkal dükkânında bulunması, Fikret Hakan’ın ‘kovduğu zaman haysiyetli olup gidecek’ bir menajer aramasının nedeni, Öztürk Serengil’in oynadığı 267 filmin esrarı, Ayten Çankaya’yı film çekiminde öpmenin bedelinin 10 lira olması, Metin Erksan’ın kurduğu ‘ Sinema Çetesi’nin nasıl sona erdiği, sahneye çıkan ilk Türk kadının neden Afife Jale olmadığı, Arzu Okay’ın film setindeki ‘isyan’ı... ‘Aykırı Notlar’, Yeşilçam’dan anekdotlar sunuyor. Batı Sinemasında Türkiye ve Türkler/ Giovanni Scognamillo/ PMP Basım Yayın/ 244 s. ‘Batı Sinemasında Türkiye ve Türkler’, ilk ‘naif görüntü avcıları’ndan bugünün sinemasına kadar geçen süre içerisinde, Türkiye’nin değişen görünümünden, film çekimlerinde yaşanan olaylara kadar devam eden bir süreci anlatıyor. Sessiz sinema döneminden başlayıp uzun süre devam eden oryantalist bakış, neden Türkiye’yi egzotik, büyülü, estetik bir fon haline getirmiştir? Batı dünyası için, Türkiye hangisi? Bir ‘hayal’ mi? Yoksa, ‘mutsuz’ bir imge mi? Ya da kaybolmuş bir ‘rüya’ mı?’ Türkçe öğrenip zehir yapma sanatının inceliklerini kavrayan Cecilia, iki yıl boyunca, Osmanlı topraklarından kaçan Nefer isimli bir hadımdan haremin sırlarını dinler... Çocuklar Koğuşu/ JeanFrançois Elberg/ Çeviren: Cengizhan Yiğitler/ Agora Kitaplığı/ 166 s. İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’daki Drancy toplama kampında yaşananlar anlatılıyor ‘Çocuklar Koğuşu’nda. Romanya’dan Fransa’ya gelen Michel Erberg, toplama kampına götürülür. Doktor olduğu için çocuklar koğuşunda görevlendirilir ve Paula’yla karşılaşır. Michel Paula’yla birlikte çocukları iyileştirmeye ve bulaşıcı hastalığı öne sürerek kamptan kaçırmaya çalışırlar. Karşılarındaysa on dört günlük çocukları bile ölüme süren Nazi subayları vardır... Türkçemize Saygı/ İsmail Karaahmetoğlu/ Ümit Yayıncılık/ 184 s. “Atatürk’ün 12 Temmuz 1932’de kurduğu Türk Dil Kurumu, 1983 yılında 2876 sayılı Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu yasası ile devlet kurumuna dönüştürüldü. UralAltay dil ailesinden olan Türk dilini, yabancı kurallardan, yabancı sözcüklerden arıtma akımı, Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu ile gerçekleştirildi.” Bu kitapta İsmail Karaahmetoğlu, Türkçenin yabancı dillerin etkisinden kurtulması için Ilgaz dergisinde açtığı soruşturmayı sunuyor. Salome’nin Kız Kardeşleri/ Toni Bently/ Çev.: Mefkure Bayatlı/ Agora Kitaplığı/ 264 s. Salome: Karşılıksız kalan aşkı uğruna sevdiği adamın kellesini isteyen, toplumsal düzeni, uygar davranışları ve tekeşliliği tehdit eden, âşığı ve izleyici önünde striptiz yapmayı hayal edip bunu gerçekleştirmiş efsanevi kadın. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılda ‘femme fatale’ havalarıyla, genç bedenleriyle erkeklerin dünyasına kafa tutan ve toplumsal yasaklara karşı gelmeye cüret eden dört kadın: Kanadalı modern dansçı Maud Allan, Hollandalı ‘casus’ Mata Hari, Rus gösteri sanatçısı Ida Rubinstein ve Fransız yazar Colette. Işık Prensesi/ JeanMichel Thibaux/ Çev: M. Nedim Demirtaş/ İnkılap Yayınevi/ 336 s. 1535 yılında Venedik Cumhuriyeti, Kanuni Sultan Süleyman’ın fetih politikasının tehdidi altındadır. Venedik Dukası, Onlar Meclisi ve Engizisyon, ülkeyi demir yumrukla yönetmektedirler. Zengin bir tüccarın kızı olan ve kendisine yasaklanmış kütüphanelerde ruhunu günahla dolduran Cecilia Venier Baffo, Duka’ya yakınlığıyla bilinen bir aileye teslim edildiğinde henüz on dört yaşındadır. Burada İbranice ve Ortadoğu’nun Yeniden İşgali/ Mete Çubukçu/ Kalkedon Yay./ 284 s. “Ortadoğu yeniden işgal edilmiştir. Türkiye işgale ortak olmayarak, çocuklarımıza bırakacağımız, onurlu ve insani bir tarih kazanmıştır. Bizleri ayakta tutan ve tutacak olan da bu.” Bu kitap, özellikle işgalin yarattığı kaosun bölgeyi nasıl etkilediğini ve etkileyeceğini tartışıyor. Antik Yunan Tragedyaları/ Joachim Latacz/ Çeviren: Yılmaz Onay/ MitosBoyut Yayınları/ 400 s. Her imza günü ya da gösteri sonrasında karşılaştığım ‘Sizi tanıdıktan sonra okumaya başladım’ ya da, ‘Evimde büyük bir kütüphane var ama çocuğum okumayı sizinle sevdi’ gibi sözler birer ödüldür benim için. Bir şairi, yazarı bundan daha çok ne mutlu edebilir ki!?. Kütüphanemde özellikle yan yana durmasını istediğim kitaplar var. Bunlardan ikisi, Alberto Manguel’in ‘Okumanın Tarihi’ ve Ferhat Özen’in ‘Türkiye’de Okuma Alışkanlığı’ adlı kitaplarıdır. Birbirini tamamlayan bu iki kitabın arasında Necip Asım Yazıksız’ın ‘Kitap’ adlı eseri durmaktadır. Ben ki, mezartaşlarının her birini kütüphane raflarına konmuş birer kitap olarak gördüğüm nice mezarlık gezdim, dolaştım ama evimin birkaç yüz metre ötesinde olan ve içinde Necip Asım’ın da bulunduğu Sahrayıcedit mezarlığını şu ana kadar bir kez olsun ziyaret etmedim! Adnan Binyazar, eleştirel yöntemle kitap okumayanı şöyle tanımlar: ‘‘O, başkasının düşüncelerini, kendi varlığı gibi satmaya çalışır. Onun için iyi ya da kötü sonuca bilinçle varma söz konusu değildir. ‘Tabu’laştırdığı kişilerin iyi ya da kötü dedikleri önemlidir. Böyle kişilerin ‘orijinal’ bir çocuk oyuncağı gibi kurulmuşları azınlıkta değildir. Bir ‘hacıyatmaz’a taş çıkartanları da az değildir.’’ Binyazar’ın sözlerinin doğruluğu tartışılmaz. Tıpkı, Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözlerinin doğruluğunun da tartışılamayacağı gibi: ‘‘Bir ulus, varlığını ve hakkını korumak yolunda, bütün gücü ile, bütün görünür görünmez güçleriyle ayaklanmış ve karara varmış olmazsa, bir ulus yalnız kendi gücüne dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlayamazsa, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz.’’ Gündelik hayatta da kullanırız: ‘‘O iş çocuk oyuncağı’’... ‘‘Adamın elinde oyuncak olduk’’... ‘‘Bu iş çocuk oyuncağı değil’’... ‘‘Ben çocuk oyuncağı mıyım?’’... Enbiya suresinin 16. ayetinde bile karşılaşırız bu deyimle: ‘‘Biz göğü, yeri ve bunlar arasındakileri oyuncak diye yaratmadık.’’ Ömer Asım Aksoy, ‘Çocuk oyuncağı haline gelmek’ deyimini, ‘Deyimler Sözlüğü’ adlı eserinde şöyle açıklıyor: ‘‘Bir işi, sık sık gün ve biçimini değiştirerek küçümsenir duruma düşürmek.’’ Yukarıda verdiğimiz örneklerde anlatılmak istenilenler doğru olsa da, oyuncağın küçümsenmesi hep rahatsız eder beni. Yaşantımızın bir döneminde ne bir sevgili, ne bol maaşlı bir iş, ne de cennet bizim olsun istiyorduk. Tek beklentimiz, vitrinde gördüğümüz bir oyuncağı ellerimizin arasına almaktı. Montaigne’in dediği gibi, çocukluğumuzda oyunumuz oyun değil, en ciddi uğraşımızdı. Çocuğun gelişiminde son derece önemli bir yere sahiptir oyuncak. Bilim insanları, oyun oynayan çocuğun saldırganlık dürtüsünü yendiğine dikkat çekiyorlar. Çocuk ruh doktoru Atalay Yörükoğlu, bu konuda şu bilgileri verir, ‘Çocuk Ruh Sağlığı’ adlı kitabında: ‘‘Çocuk oynadıkça duyguları keskinleşir, yetenekleri serpilir, becerisi artar. Çünkü oyun, ço cuğun en doğal öğrenme ortamıdır. Duyduklarını, gördüklerini sınayıp denediği, öğrendiklerini pekiştirdiği bir deney odasıdır.’’ Çocuğun gelişiminde oyuncağın büyük bir pay sahibi olduğu ve her çocuk da yarının büyüğü olduğuna göre, oyuncaksız bir dünyada büyüklerin yaşamının sağlıklı olması beklenemez. Oyuncağın küçümsenmesi, çocuk gelişiminin önemsenmemesidir aslında. Atalay Yörükoğlu’nu okuyoruz: ‘‘Oynayan çocuk kendi hayal dünyasındadır bir bakıma. Ancak oyunda işlediği konular gerçek konulardır. Dış çevrede algıladıklarını oyun ortamında evirir çevirir, kendine özgü bir yorumda birleştirip bütünler. Başka bir deyişle oyun çocuğun yaratma ortamıdır. Çocuk kendi dar sınırlarını aşma çabası içindedir. Oyunda erişkinler gibi güçlü ve beceriklidir. Bindiği sopa değil, azgın bir attır! Elindeki oyuncak uçak, ona dünyanın dört bir yanını dolaştıran gerçek uçaktır. Oyuncak tabancasıyla herkesten güçlüdür. Bu tür oyunlarla çocuk, yaşının ve boyunun küçüklüğünü, güçsüzlüğünü hayalinde de olsa aşmıştır. Özendiği büyüklerle boy ölçüşebilir artık.’’ Oyuncak paylaşmayı, uyum içinde bir arada olmayı öğretir çocuklara. Yörükoğlu, oyunu, bir ayağı hayal dünyasında, öteki ayağı da gerçekler dünyasında olan bir köprü olarak tanımlıyor. Bu tanım, yaşamın ta kendisi değil midir? Trabzon’da, bir uçak yapmıştım evimizin terasında. Babam, mal almak için İstanbul’a giderdi ve geri döndükten birkaç gün sonra terasımıza içi boş kasalar taşınırdı. İşte, o tahta kasalardan yapmıştım uçağımı. Trabzon Havaalanı’na inen uçaklara bakıp, onlara benzetmeye çalışmıştım. Pervanesi olmasa da, kanatları vardı uçağımın!.. Uzaklara, çok uzaklara gidecektim... Yolda karnım acıkacaktı elbette. Bu yüzden her gün, annemin yaptığı reçellerden bir dilim ekmeğe sürer, uçağın içine koyardım. Yolda karnımın acıkması halinde çözümü böyle bulmuştum! Her gün terasa çıktığımda, reçelli ekmeğimin üstünde yüzlerce karınca görmek tüketmedi umutlarımı; her seferinde yeniden hazırladım ekmeğimi... O reçelli ekmekler, uçağımın yakıtıydılar sanki... Sonra, sonra bir gün babam aldı uçağa götürdü beni... Bindik ve havalandık; o yaşıma kadar hiç uçağa binmemiştim!.. Düşlerim gerçekleşmişti işte, bulutların arasında uçuyordum! Babam Ankara’ya, Atalay Yörükoğlu’na götürdü beni. O güzel insanla oyuncak dolu bir odada oynadım üç gün... O saatler, ömrümün en unutamadığım anlarıdır. Onu sevdiğim için uçağımı anlattım... Ben anlatırken ilgi dolu bakışlarıyla dinleyişi gözümün önündedir hâlâ... Benim en dost, en sıcak, en güvenilir çocukluk arkadaşlarımdam biridir Atalay Yörükoğlu... Ne mi oldu sonra?.. Düşlerimden, terasta yaptığım uçağımdan doğal olarak ürken babama şunları söylemiş arkadaşım: ‘‘Bu çocuğun kanatlarını sakın kırmayın!..’’ David Lynch’e başarı ödülü Kara filmlerin usta yönetmeni David Lynch, Venedik Film Festivali Seçici Kurulu tarafından Ömür Boyu Başarı Ödülü’ne değer görüldü. Filmlerinde, gerçekle hayal arasında gidip gelen takıntılı, kırılgan, çarpık ve sapkın karakterleriyle insanı sorgulayan Lynch, seyircisine her zaman olduğu gibi ‘‘daha fazla çaba’’ göstermesini öğütledi: ‘‘Her film yeni bir dünyaya girmektir, bilinmeyene gitmektir. Sezgilerinizi kullanmaktan çekinmeyin, duyumsayın, deneyimi yaşayın ve iç sesinize güvenin.’’ ‘Fil Adam’, ‘Mavi Kadife’, ‘Vahşi Duygular’, ‘Kayıp Otoban’ ve ‘Mulholland Çıkmazı’ gibi kara film klasiklerine imzasını atan Lynch, yeni filmlerinde de insanı sorgulamayı sürdürmeyi tasarlıyor. (REUTERS) Alman Prof. Joachim Lacatz’ın bu çalışması, ‘Antik Yunan Tragedyaları’ konusunda şu bilgileri içeriyor: Yunanistan’da başlamış olan tiyatronun ortaya çıkışı ve işleyiş biçimi; tiyatro türü olarak tragedyanın ortaya çıkışı; İÖ 550480 yılları arasında tragedyanın ilk gelişimi; Atina’nın üç büyük tragedya yazarı Aiskhulos, Sofokles ve Euripides’in yaşamları, yapıtları, bugüne ulaşmış olan tüm oyunlarının, Atina yurttaşları için yorumunun, çağı ile bağlantısının ve işlevinin sergilenmesi; bu üç yazar dışındaki o dönem tragedya yazarlarının oyunları ve yaşamları üzerine bilgiler; Klasik Yunan tragedyasının daha sonraki tarihçesi ve bugüne gelişi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle