Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
EYLÜL CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Köleliğe payanda olmak! ERDOĞAN AYDIN Geçen hafta da aktardığım gibi kölecilik, sadece ona gereksinim duyan egemenler sayesinde değil, dinlerin de meşrulaştırması sayesinde, 19. yüzyıla kadar canlı bir kurum olarak yaşayacaktır. Kuşkusuz sınıflı toplum, devletleşme ve köle emeği kullanımı ile medeniyetlerin oluşumu ve gelişimi arasında doğrudan bağ sözkonusu. Hitit, Sümer, Mısır, Babil, Antik Yunan ve Roma, hep köle emeği üzerinde yükselmiş medeniyetlerdir. Doğaldır ki bunlar, kendi ideologları aracılığıyla köleciliği meşrulaştırmış ve hukukileştirmişlerdir. Örneğin Antikçağ Yunan demokrasisinin ünlü düşünürü Aristo; ‘‘İnsanlar kendi aralarında, bir ruh, bir bedenden ve bir insan bir hayvandan ne kadar farklıysa o ölçüde farklıdırlar. En alt sırada olanlarda emek verimi, beden gücünün kullanımına dayanır. Kaldı ki böyleleri de sadece bu işe yarar. Yaratılışları bakımından köledirler, köle olarak yaratılmıştır. Onlar için en daha yaşanılabilir bir dünyanın inşasıyla örtüşmek zorunda. Buna karşın amaç zafer ve gelişme için herşeyin mubah görülmesi olduğunda, en medeni atmosferde bile davranışlarımızı belirleyecek olan değer barbarlık olacaktır; ki halen dünyamız böylesi bir medeni barbarlığın saldırısı altındadır. TEK TANRILI DİNLER KÖLECİLİĞİ BENİMSİYOR Milattan önceki 10 bin yıl boyunca dünyamızı belirleyen üretim ilişkisi köleci toplum olarak anılacaktır. İşte bu ortamda doğacak olan tektanrıcı din düşüncesi, köleciliği tanrısal bir realite olarak kabul edecek, tanrıyı köleliğin meşruiyetinden yana konuşturacaktır. Ne yazık ki devreye tanrı katılınca, yani insanlığın bu en alçak icadı olan ilişki tanrı adına meşrulaştırılınca, köleliğin sonraki zamana karşı direnci çok daha büyük olacaktır. Bu sayede insan hakları mücadelesi çok daha zor, büyük bedellerle kazanılmış haklar da bilinmektedir. Yani dinleri kuran önderler, getirmeye çalıştıkları yenilikler nedeniyle, o zamana kadarki egemen algıyla mücadele etmek veya onların basıncını göğüslemek durumunda kalmıştır. Ancak yeni dinlerle eski dinler ve bunların temsilcileri arasındaki mücadelenin sınıfsal, yani mevcut üretim ve çıkar ilişkilerini değiştirmeye yönelik bir mücadele olmadığı da kesin. Bunların içinde ciddi bir emekçi duyarlılığı sergileyen, insanlığa, ‘‘artık kul değil oğulsun’’ diye çıkışlar yapan, bu nedenle de 375 yıl boyunca ezilenlerin dini olarak kalan Hıristiyanlık bile köleciliği reddeden bir perspektif üretememiştir. Özetle dinler köleci kültürü meşru gören sınıfsal ilişkiler zemininde oluştuğundan köleciliği red ve kaldırmak gibi bir misyon edinmediler. Örneğin, ‘ey insanlar, ne çok alçalmışsınız ki kölelik sizleri utandırmıyor. Eğer tezelden kölelerinizi azat etmez, köleliği lanetlemezseniz bilin ki cennetim sizlere haramdır!’ anlamına gelen bir ayeti, ne yazık ki hiçbir dinde göremiyoruz. KÖLELİĞİN TEVRAT’TA MEŞRULAŞTIRILMASI Esasen köleliğin ilk dinsel meşrulaştırılmasını bizzat Nuh Peygamber’e atfen Tevrat’ta buluruz; bu aynı zamanda köleliğin ilk ortaya çıkışının dinsel anlatımıdır: İnsanlara kızıp onları tufan ile yoketmesi sonrasında Tanrı, Nuh’un oğulları Sam Yafet ve Ham ile birlikte yaşadığı bir atmosfer kurar. Karşımızda, insanlığın bir hiç yüzünden çoluk çocuk yokedilmesiyle başlayıp Nuh’un üç oğlundan her birinin başka renk olmasıyla uzayan ilginç bir insanlık öyküsü ile karşı karşıyayız. Sam Araplar ve İsrailoğulları dahil Ortadoğuluların, Yafet Asyalıların, Ham ise Afrikalı siyahların atasıdır. Ham’a seçilen renk, siyahların yüzyıllardır süregelmekte olan istismarı ve aşağılanmasının tanrısal belgesi olacaktır. Bu tasarım, bir eşitsizlik ve istismar kurumu olarak köleliğin hep varolmadığını, sonradan kurulduğunu kabullenmesi anlamında ilginç; çünkü köleci bilinç, köleliğin insanlığın kuruluşundan beri hep varolduğunu varsayar. Oysa Tevrat’ta, insanlığın Nuh Tufanı sonrasındaki bu ikinci yaşamın başında henüz köleliğin olmadığını görüyoruz. Deyim uygunsa köleliğin kurucusu, Nuh Peygamber ve onun öfkesidir. Diğer benzerleri gibi gariplikler içeren bu hikayeye göre; içkiyi fazla kaçırıp çıplak dolaşmaya başlayan Nuh’u gören Ham, diğer kardeşlerinin desteğiyle Nuh’u giydirmeye çalışır. Ancak bu masumane eylem sırasında diğer kardeşler babalarına geri geri yaklaşarak onu çıplak görmekten imtina eder. Nuh, ayyaşlık veya çıplak dolaşmasına değil de kendisini böyle çıplak gören oğlu Ham’a kızar ve onu cezalandırmaya karar verir. Ham’ı ve oğlu Kenan’ı ve onun sonraki soyunu lanetlemesi için tanrıya dilekte bulunur. Tanrıdan istenen onların diğer kardeşlerin kölesi olmasıdır ve Tanrı bu isteği yerine getirir! ‘‘Kenan lanetli olsun, kardeşlerine kullar kulu olacaktır. Allah Yafet’e genişlik versin ve Sam’ın çadırlarında otursun ve Kenan ona kul olsun’’ (Tevrat, Tekvin, 9 25,26,27) denir. Böylece tanrısal adalette kölecilik başlamış olur ve ne gariptir ki siyahlar aleyhine bir statü bizzat tanrının meşruiyetiyle kurumlaşır. Kurumlaştı mı işe bir de hukuk gerekir: ‘‘Senin malın olacak köleye ve cariyeye gelince, etrafınızda olan milletlerden köle ve cariye satın alacaksın. (...) Ve onları kendinizden sonra miras mülk olarak çocuklarınıza bırakacaksınız... (Tevrat, Levililer, 25 44,46). ‘‘Köleni işe sür, yapmazsa zincire vur’’; ‘‘Saman, değnek ve yük eşek içindir; ekmek öğüt ve çalışmaksa köle içindir’’ gibi diğer pek çok ifade de, Tevrat’a göre, Tanrı Yahova’nın öğütleri olur. Hıristiyanlığın bu konuda görece olumlu olduğundan söz edilebilecekse de kölecilik İncil nezdinde de meşrudur. ‘‘Ey efendiler sizin de gökte bir efendiniz olduğunu bilerek kölelerinize hak ve eşit olanı ile eda edin’’ (Koleselilere, 41) ifadesinde de göreceğimiz gibi, Onun yaptığı şey, durumu reforme etmekten, daha insani davranış önermekten ibarettir. C AB’den Gelen Sinyaller 13 iyisi bir efendinin egemenliği ve buyruğu altında yaşamaktır’’ sözleriyle bu misyonu üstlenir. Yine bu bağlamda kabul etmeliyiz ki, köle emeğinin istismarı üzerinde yükselen o büyük medeniyetler, insanlığın sonraki maddi ve düşünsel gelişimine ciddi katkılar yapmıştır. Ancak sömürü ilişkilerinin bir türevi olarak karşımıza çıkan bu medeniyetler karşısında geliştirilecek doğru tutum, onları bir bütün olarak olumlamayı gerektirmez. Tam tersine medeni ölçüt; onların hukuk, kurum, algı, teknik vb. alanlarda geliştirdikleri insanlık kazanımlarını sahiplenir ve yeni atılımlar için içselleştirirken bunlarca gerçekleştirilen hak ihlallerine karşı eleştirel tutumdur. Böyle bir tutum sadece köleci medeniyet karşısında değil, günümüz Batı medeniyeti karşısında da yolumuzu aydınlatacak biricik yaklaşımdır. Böylece sıklıkla karşılaştığımız sapkınlıklardan, örneğin yükselen medeniyet karşısında toptan boyun eğici ya da bizim o zamanki değerlerimize ters diye toptan inkarcı savrulmalara karşı da sağlıklı bir tutum sergilenmiş olur. Esasen dün veya bugün farketmez, insanlar, devletler, dinler ve tabii geçmişimizle kuracağımız ilişki, hak ve özgürlükler temelinde kırılganlaşacaktır. Çünkü ‘bilgelerin bilgesi’, ‘dünyanın ve hayatın yaratıcısı’ ve ‘ölümden sonraki hayatın biricik hakimi’ kölelikten yana tavır koymuştur. Dolaysıyla kimsenin ondan daha doğru bilemeyeceği önkabulü ile kölecilik çok daha direnç kazanacaktır. İnsanlığın çoktanrılı dinler döneminden tektanrılı dinler dönemine geçişi köleci toplumlar ortamında, köleciliğin meşru addedildiği bir egemen kültür ortamında gerçekleşmiştir. Bu nedenle tektanrılı din düşüncesinin bu realite bağlamında şekillenmesi kaçınılmazdı. Kuşkusuz bu dönemler aynı zamanda köleliğe karşı ciddi felsefi, vicdani ve tabii fiili itirazların da gerçekleştiği bir dönemdir. Ancak ne yazık ki tektanrılı dinler bu muhalif tutumdan pek etkilenmemiş, ona kulak asmamıştır. Yani kölelik sorunu, onların değiştirmek istedikleri öğeler içinde yeralmamıştır. Esasen kaderci mantık içinde, yani mevcut durumu tanrısal bir kaderin yansıması olarak gören mantık açısından, kölelik karşısında bu hayırhah tutum doğal diye düşünülebilir. Ancak bu bakış açısı durumu tam açıklamaz. Çünkü kölelik sorununa duyarlılık göstermemiş olan her üç tektanrılı dinin de, ortaya çıktıkları dönem kültürü ve egemenleriyle belli konularda ciddi bir mücadeleyle kurumlaştığı Ankara’da AB sezonu açıldı. Müzakerelerin ilk adımı olan tarama sürecini ‘‘teknik’’ olarak niteleyerek Brüksel’e gelmeyi zul sayan siyasetçiler ‘‘politik’’ bir tutuşmayla şimdi AB kurumlarına koşuyor. Çünkü AB’den son birkaç haftadır ‘‘sarı alarm’’ sinyalleri geliyor. 3 Ekim’de başlatılan müzakerelerin ardından bilinçli olarak rehavete düşen Ankara Hükümeti son bir yılda iç politikaya öyle bir soktu ki kafasını çıkarana aşk olsun... Arada sırada AB’den gelen sert açıklamalara cevap yetiştirmek dışında. Türkiye AB ilişkilerini geren iki nokta var bugün: Biri Kıbrıs diğeri siyasi reformlar. Türkiye Kıbrıs konusunda haklı, reformların yavaşlamasında ise hatalı. Ankara anlaşması ek protokolünü imzalarken yayınladığı deklarasyonla Türkiye, Kıbrıs konusundaki tutumunu Brüksel’e açıkça bildirmiş oldu. TürkiyeAB arasında bir güç oyununa dönüşen limanlar meselesi artık bir kaç müzakere başlığı çervesinde ele alınabilecek teknik bir konu değil. Müzakerelerin doğal bir koşulu olmamasına karşın AB, Türkiye’den bunu talep ettiği sürece Kıbrıs iki taraf arasında ‘‘siyasi bir sorun’’ olarak kalmayı sürdürecek. İlerleme Raporu’na haftalar kala Türk Hükümeti siyasi reformlar konusunda adım atarak olası Kıbrıs krizini hafifletmeyi hedefliyor. Ankara ‘‘9. Refrom Paketi’nin kabul edilmesinin yanısıra Türk Ceza Yasası’nın 301. maddesi gözden geçirilirse Kıbrıs çarpışması biraz daha hafif olur’’ diyor. Tüm bunlar beklenen, bilinen ve belli bir düzeye kadar kontrol edilebilir gerginlikler. Peki ya beklenmeyen sorunlar? İşte Türk siyasetçilerinin AB koridorlarında daha fazla koşturması için başka bir neden daha. Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye Raporu’na Rum ve Yunan milletvekilleri sayesinde giren ‘‘Pontus ve Süryani soykırımı’’ ifadelerini bekliyor muydu Ankara? Ya da Avrupa ülkeleri arasında bile ortak bir uzlaşı konusu olmayan türban meselesinin Türkiye’nin gözüne sokulmasına ne demeli? Ermeni ‘‘soykırımı’’ ve Kıbrıs’tan asker çekme ise cabası. AP’nin Türkiye’ye yönelik en ağır koşullu olma özelliğini taşıyan bu rapora yönelik Başbakan Tayyip Erdoğan ‘‘Bağlayıcılığı yok. Bu kadar abartmayın’’ şeklinde açıklama yaptı. Doğru. AP kararlarının üye ya da aday ülkeler üzerinde bağlayıcılığı yoktur. Ancak AP kararları AB içindeki siyasi eğilimleri göstermek açısından önem taşır. Avrupalıların bizzat seçtiği bu üyeler uzun vadede kamuoyu görüşünün belli bir yönde şekillenmesini sağlayabilirler. Türklerin Ermeni soykırımı yaptığı, Güney Kıbrıs’ı dışladığı ve AB’nin siyasi kriterlerini yerine getirmediğini yıllar boyunca duyan bir halkın Türkiye üye olmaya yakınken nasıl bir tutum belirleyeceklerini düşünün. İşte bu yüzden ve belki de yanlızca bu yüzden Türklerin Brüksel’de daha fazla varlık göstermesi gerekiyor. Burada konu AB değil Türkiye’nin Batı’da nasıl temsil edildiği ile ilgili. ‘‘Bana ne’’ cilik, boşvermişlik ya da küsmek ciddi siyasi bir tutum olarak kabul edilemez. Erdoğan’ın ‘‘Abartmayın’’ açıklaması ise bu nedenle çok talihsiz. Oysa AB içindeki Türkiye karşıtı gruplar biraz ciddiye alınmış olsaydı, bugün Türk siyasetçilerin eteği AP Raporu’nu ‘‘iyileştirmek’’ için tutuşuyor olmazdı. ‘‘Abartın’’, ‘‘Ciddiye alın’’, ‘‘İyice anlatın’’ demekten başka söz kalmıyor galiba. Venedik Film Festivali’nde ödüller dağıtıldı Kültür Servisi Venedik Film Festivali’nin yarışma bölümü sonuçlandı. En iyi film ödülünü Çin yapımı ‘Still Life (Durgun Hayat)’ kazandı. Film, baraj inşaatı yüzünden sular altında kalan bir kasabaya dönen bir madenci ve bir hemşirenin hikâyesini anlatıyor. 36 yaşındaki yönetmen Jia Zhang Ke’nin filmini, seçici kurul başkanı Catherine Deneuve, ‘çok özel bir çalışma’ olarak tanımladı. Deneuve, filmin muhteşem bir sinematografiye ve kaliteli bir senaryoya sahip olduğunu söyledi. Ancak eleştirmenler aynı görüşte değil. Variety dergisi filmin bir olay örgüsüne sahip olmadığını ve oldukça yavaş ilerlediğini söylerken Screen Daily, filmin festivaller dışında seyirci toplayamayacağını yazdı. En iyi yönetmen ödülü Alain Resnais’e, ‘Private Fears In Public Places’ filmiyle giderken jüri özel ödülünü Çad’ın festival tarihindeki ilk filmi ‘Danatt’ aldı. En iyi kadın oyuncu ödülünü ise ‘The Queen (Kraliçe)’ filmindeki rolüyle Dame Helen Mirren aldı. 61 yaşındaki oyuncu, sahneye ‘Majesteleri Mirren’ anonsuyla çağırıldı. Başarılı oyuncu, kendisinin filmin DNA’sının küçük bir parçası olduğunu, filmin annesinin senarist Peter Morgan, babasının ise yönetmen Stephen Frears olduğunu söyledi. Yarışmadaki tek İngiliz filmi olan ‘The Queen’, Prenses Diana’nın ölümünün ardından kraliyet ailesinin kamuoyundan gelen tepkilerle mücadelesini anlatıyor. Venedikte, en iyi erkek oyuncu ödülünü ise ‘Hollywoodland’ filmindeki oyunuyla Ben Affleck kazandı. Affleck filmde, 1950’lerde televizyonda Superman’i canlandıran oyuncu George Reeves’i oynuyor. Yarışmanın favorilerinden olan, Emilio Esteves’in yönetmenliğini yaptığı, Sharon Stone, Anthony Hopkins, Demi Moore ve Lindsay Lohan’ın başrollerini paylaştıkları ‘Bobby’ ise festivalden eli boş döndü. Bu yıl 63’üncüsü düzenlenen Venedik Film Festivali, Cannes’dan sonra en prestijli sinema festivali olarak kabul ediliyor. Hiç köle ile hür eşit olur mu? K ölelik, ne yazık ki İslamiyetçe yinelenen o dönem Arap kültüründe de meşru bir ögedir: Öyle ki İslam şeriatında köle ile hür arasındaki ayrım, hür ile Allah arasındaki ayrım denli aşılmazdır; nitekim kölenin efendisine ortak olamama hukuku, efendinin Allah’a ortak olamayacağı yaklaşımıyla paralellik kurulacak denli net vurgulanır: ‘‘Allah size bizzat kendinizden misal verdi: Hiç sizler, sahip olduğunuz/mülkiyetinizde bulunan kölelerin size verdiğimiz rızklarda ortaklarınız olup sizinle eşit paya sahip olmalarına razı olur, birbirinizden çekindiğiniz gibi onlardan da çekinir misiniz? O halde nasıl olur da, yarattıklarını Allah’a ortak koşarsınız? (Rum28).’’ Onun nezdinde, köle ile hür arasındaki ayrım da tanrısal bir kader ve hukukça yinelenir. Bu bağlamda insanların bir kısmının köle olması, yani ‘‘özgür olanların malı’’ olması, doğal ve ilahi bir durumdur. Nitekim Nahl75’te; ‘‘Allah hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile kendisine verdiğimiz güzel nimetlerden gizlice ve açıkça sarfeden kimseyi misal gösterir; hiç bunlar bir/eşit olur mu?’’ denir. Özetle köle ile efendinin eşitliğinden söz etmek ‘ilahi adalete’ karşı çıkmak, Allah’ın iradesine ortak (şirk) olmak demektir! İslam şeriatı, ceza hukukunda da kölelik (ve kadın) efendi ve erkekten kategorik olarak ayrılır: Nitekim: ‘‘Ey inananlar, öldürmede size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, dişiye dişi... (Bakara178)’’ denir. Bu köleci zihniyet militarist etkinlikle birleşince Arapların elindeki köle sayısı da gün günden artacak, bazen bir tek savaşta on binlerce esir alınacaktı. Bu esirlerin boynuna mühür basılarak kölelikleri tescil edildikten sonra İslam savaşçıları arasında paylaştırılacaklardı. Esir sayısı çok arttığından, esirler önce müzayedeye çıkarılarak yüz ile bin dirhem arasında satılıp elde edilen paranın dağıtımına gidilecekti. Esir sayısı Arap ordularının hızlı yayılmalarına bağlı olarak arttıkça arz talep ilişkisi çerçevesinde köle fiyatları da hızla düşecekti. Örneğin Endülüs’teki Erak savaşında o kadar çok esir alınmıştı ki, fiyatların bir dirheme kadar düştüğü kaydedilir. BİR KEZ DAHA DÜŞÜNMEK Kuşkusuz dinlerin köleliğe karşı çıkmadığı gerçeğine tarihselci bir açılım getirilebilir. Bu bağlamda onların ortaya çıktığı çağlar ve temsil ettikleri medeniyetlerin köleci olması nedeniyle, köleliğin din kitaplarında da meşru durumlar olarak yeralmasının doğallığından sözedip geçebiliriz. Ancak dinlerin zamanlarüstü, tanrısal, mutlak, değişmez ve tabii en ahlaki sistemler olduğu iddiası çerçevesinde durum, ciddi bir soruna dönüşür. Dolayısıyla dinlerin günümüz sorunlarına çare olduğunu, yaşadığımız sorunların dinsel emirlerin dışına çıkıldığı için oluştuğunu iddia edenlerin bu vesileyle bir kez daha düşünmeleri zorunlu.