Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
HAZİRAN CUMA söyleşi YORUMLAR OSMAN ÇUTSAY C Türban Demokrasisi! Buraya kadarını hepimiz biliyoruz. Ama Türkiye’nin yegane ışığı ilericilik adına, türbanlıları ve Türkiye’yi birçok kimliğin yan yana yaşadığı bir coğrafyaya dönüştürme taraftarlarına ne diyelim? Din çağrıları yapan ‘‘çağdaş sosyal demokratlar’’ bir yana, ‘‘bir arada yaşamak’’ adına, mitingler eşliğinde neoliberalizmin güncel silahlarını kendi beynine dayayan ‘‘aydınlar’’ nasıl tanımlanmalıdır? Berlin, Paris, Brüksel vb birçok başkentin bundan hoşnut olduğu kesin. Batı’nın çatı dinine biat etmeyi insanlaşma sananlara, akademikmedyatik dünyaya göre, İstanbul’un bir meydancığına toplanan üç bin kişinin, üstelik solculuk adına türbanlıların temsilcisini konuşturması, elbette anlaşılabilir. Ama bunun, Türkiye Cumhuriyeti’nin ortadan kaldırılması anlamına geldiğini kimse söylemez mi? Bu ‘‘solcuların’’, AKP’nin koalisyon ortağı olduğunu... ‘‘1923 Türkiye Projesi’’, kadının Osmanlı’da simgelenen bütün sınırlamalardan, erkek egemenliğinden kurtarılmasının bugüne kadarki en önemli kilometre taşıydı. Bu adımın çağdaş taşıyıcılarının hep sosyalistler olması da bir tesadüf değildir. Ama kadını örtüler altına kapatmayı demokrasi olarak satan insanların, solculuk adına yapılan mitinglerde demokrasi diye bağırması da kadın özgürlüğü ve çağdaşlaşması ile ilgili değildir. Bu, bir pazarlamadır. AKP, galiba Türkiye’nin solcularından öğrendiği bazı şeyleri şimdilerde boyayıp bir biçimde onlara satıyor. Peki, biz bu zokaları yutanlara solcu demek zorunda mıyız? ??? Batı, Türkiye’de bir ‘‘türban demokrasisi’’ istiyor. Yani sesini çıkarmayan işçiler, birçok kimliğe bölünmüş sadece sermayenin taleplerini yerine getiren ve ucuz emeğiyle yaşayabildiği kadar yaşayıp ömrünü dinsel bir tevekkülle tamamlayan hayvancıklar, kapanmayı veya çirkin medya kanallarında cinselliğini pazarlamayı iş bellemiş kadıncıklar... Batı’nın istediği bu. Başkaldıran insan, yani bilim ve sanatın doruklarında insanlığı, kadın ve erkeğiyle kol kola ortaklaşmacı bir üretim sistemi içinde yükseltmek, böyle bir dünyada yasaktır. Bu, bir rezalettir. Balık kokarsa tuzlanırmış; iyi, peki ya tuz kokarsa?.. Türkiye’de kendisini sol olarak satmaya kalkan bazı çevreler, kokmanın çok ötesinde bir çözülmeyi yaşıyor. Meydan, biraz da bu nedenle, şeriatçımilliyetçi güçlere daha kolay kalıyor. cutsay?gmx.net 7 E Birçok yönüyle Lale Belkıs B iraz eskilere gidelim. Tarih, 10 Mayıs 1954, İstanbul’dayız. Beyoğlu Olgunlaşma Enstitüsü’nün öğrencileri o gün Taksim Belediye Gazinosu’nda, kendi ürettikleri kıyafetleri bir defileyle tanıtıyorlar. O öğrencilerden biri Belkıs Durmaz, ama biz onu Lale Belkıs ismiyle tanıyacağız... Bu isim değişikliğinin nedeni Olgunlaşma Enstitüsü’nden hocası Belkıs Mavisu ile isimleri karışmasın diye. Lale’si okulun ambleminden geliyor, ona bu ismi verenler ise Enstitü Müdürü Refia Övüç ve gazeteci Hakkı Devrim. Lale Belkıs’ı tek bir kimlikle tanımlamak zor, o eski bir manken, tiyatrosinema oyuncusu, şarkıcı, söz yazarı ve ressam. Otuz dört yıldır Ateşböceği Yalçın ile evli olan Belkıs, 52 yıllık sanat yaşamını “İpek Çoraplar” adlı kitapta, kendi deyimiyle “basın belgesi”nde topladı. Podyuma babasından gizli çıktığını, olur da gazetelerde okur diye, her gazeteciye başka bir isim söylediğini yazdı. Manken olmaya nasıl karar verdiniz? Enstitüdeki hocalarımın teşvik ve desteğiyle başladım. Geleneksel Türk kıyafetlerinin tanıtımı için defile düzenlenecekti. Beni de uygun görüp defileye çıkardılar. Herkes, podyumdaki duruşumu, yürüyüşümü çok beğendi. İlk o zaman çocukluğumun simgesi olan soket çorapları çıkarıp, hanımefendiliğin simgesi “ipek çoraplar”ı giydim. O günden sonra da hiç çıkarmadım. Türkiye’nin ilk mankeni unvanına sahipsiniz... Evet, Olgunlaşma’dan sonra da defilelere çıktım. Para karşılığı elbise sunan ilk profesyonel mankenim. Podyuma ilk çıkışınızda neler hissettiniz? Sunacağım elbiseyi giydim ve değiştim adeta. Beni yürüten bir güç vardı sanki. Hakkı Devrim’in tabiriyle, şahlandım. Elbiseler yürüttü beni, ben de bunu izleyenlere hissettirdim. Podyumda ben cansızlaştıkça, elbise can buluyordu. Başaracağıma inanmıştım. Zaten başaramasaydım, bir daha podyuma çıkmazdım. Sadece Türkiye’de değil, Amerika’da da podyuma çıkıyorsunuz, oldukça uzun ve zorlu bir yolculuk olmalı... Muhteşem bir geziydi, benim sınavım, hayata adımımdı. Düşünün, 14 yaşındayım, o zamana kadar Eyüp’ten en fazla Beyoğlu’na kadar gitmişim. Ailemden bir gün bile ayrılmamışım, değil ki altmış beş günlük deniz yolculuğu. Kazablanka, Kanarya Adaları, Küba ve Amerika... Hele New York rüya gibiydi. Bu sırada babam beni eniştem ve ablamla seyahatte biliyordu. Onlar da yalanımız ortaya çıkmasın diye, bu dönemde babama hiç gözükmediler. Anlattıklarınız 1960’ların Türkiyesi’ne ait... Tepki almadınız mı? Mankenlikte hiç kötü tepki almadım. Ben mesleğimi tekniğiyle ve adabıyla yaptım. Podyumda hiçbir zaman kendimi öne çıkarmadım, silikleştim, adeta görünmez oldum. Ayrıca büyüklerim de bana yol gösterdi. Gazeteci İlhan Demirel, Mehmet Biber korudu, kolladı. TİYATRO, MÜZİK, SİNEMA VE RESİM... Muhafazakâr mıydınız, teklif gelse bir bikini defilesinde yer alır mıydınız? İşim icabı bikini de, mayo da giyerdim. Kendime güvendiğim, bir objeyi sunduğum için giyerdim, ama abartmazdım. Bir dönem Playboy adlı gece kulübünde Tavşan Kız olarak çıktım sahneye. Sonuçta sahne kıyafetiydi. Paprika adlı filmde de Kadir İnanır ile cüretkâr sevişme sahnelerimiz oldu. Rolüm neyi gerektiriyorsa onu yaptım. Oraloğlu ve Dormen tiyatrolarında rol aldınız. Tiyatro nasıl başladı? Lale Oraloğlu’nun teklifiyle. Tereddüt ettim, ama Lale beni çok çalıştırdı. İlk oyunum Evlilik Dolabı’nda, İsveçli soğuk bir kızı canlandırdım. Çok beğenildi. Dormen Tiyatrosu’nda da bir sezon çalıştım. Şen Sazın Bülbülleri adlı müzikalde, Çağdaş Fürstin ve Cemal Reşit Rey’in ünlü Deli Dolu operetinde rol aldım. En son 2001’de Yıldız Kenter ile oynadığım Nükte adlı oyunda yaşlı bir kadını, Prof.Asferd’ı canlandırdım. Oyunumla Yıldız Kenter’den büyük övgü aldım. Müzikle de ilgilenmişsiniz bir dönem. Şefik Uyguner’den 40 gün şan, solfej dersi aldım. 20 plak ve iki uzunçalar yaptım. İkinci uzunçalardaki parçaların sözü ve bestesi bana aitti. Doğduğum Ev adlı parçam hit oldu. 25 filmde rol aldınız. Sinemada hep soğuk, kötü ve vamp kadını canlandırdınız, neden? Aslına bakarsanız onlar benim kocalarımı alıyorlardı, ama ben kötü kadın oluyordum! Beni neden vamp olarak gördüklerini bilmiyorum. Halbuki hiç öyle şuh bir halim, sansasyonel bir tarafım yoktu, ama başrol oyuncusunu ön plana çıkarmak için ikinci kadını çok kötü gösteriyorlardı. Oysa bir oyuncunun en çok istediği şey, farklı farklı karakterleri canlandırıp oyunculuğunu göstermektir. Sonra? İpek Çoraplar’da alabildiğince mankenliği anlatmaya çalıştım. Şimdi de sevgileri, nefretleri daha geniş biçimde yazacağım. Yazarlardan özür dilerim, ben yazar değilim. Yalnızca anılarımı kitaplaştırarak, “Böyle bir kız vardı, yaşadı, bunları yaşadı” demek istiyorum. Yakında şarkı sözlerimi ve şiirlerimi de kitaplaştıracağım. Hatta “Geçerken Uğradım Gönül Bahçesine” adını verdiğim şiir kitabım neredeyse hazır. Lale Belkıs, soket çoraplarını çıkarıp “ipek çoraplar”ı giydi. Türkiye’yi mankenlik mesleğiyle tanıştırdı. Sonraları sinemanın soğuk, vamp kadınıydı. Yıldız Kenter’in tiyatrosunda rol alacak kadar iyi bir oyunculuğu, Cemal Reşit Rey’in “Deli Dolu” operetinde yer alacak kadar iyi bir sesi vardı. Sonunda oturup mankenlik yıllarını yazdı. tki alanı hızla büyüyen bir krizin içinde, her gün yeni bir ‘‘çözülme’’ belirtisi sunan Türkiye’nin dinci egemenleri, acaba ne yaparsa, bu çözülme krizi bir noktada durabilir? Böyle bir şey düşünebilirler mi? Düşünemezler. Onlar, düşünmeyi, kutsal kitaplarda yer alan emirleri yerine getirmekle ve binlerce yıllık hurafenin sınırları içinde ilk kaynağa uygun bir yaşam pratiğiyle karıştırırlar. Doğu’da veya Batı’da... ‘‘O’’ veya ‘‘bu’’ ülkede veya dinde... Arkaik veya modern versiyonlarıyla... Neyi saklamaya çalışırlarsa çalışsınlar, sahne ve sahnenin içindekilerin birbirine benzediği ve benzeyeceği kesindir. Kamu yaşamını belirleyen dinin adı şu veya bu olmuş, önemi yok. Kapitalizmin kutsal ineğine dönüştürülmüş ve Türkçemizdeki mükemmel bir özdeyişle ‘‘muz niyetine nasıl istenirse öyle yenilen bir meyve’’ haline getirilmiş demokrasi de herhalde böyle bir çerçevede değerlendirilebilir. Herkesi doğrulayan, herkese hak veren, ama suyun başını tutmuş devleri de ustaca saklayan bir din. Ona biat ve iman etmek, bu arada hikmetinden de asla sual etmemek şartıyla, bütün diğer dinleri taşıyabilirsiniz. İşin somuttaki karşılığı nasılsa sorgulanmıyor. ??? Ama kriz çok somut bir şeydir. Bir süre önce bu köşede değinmiştik: Bu yarım akıllı dinci kadro, neden Türkiye’deki özelleştirme politikaları üzerinden, tüm temel sektörlerde her şeyi satmayı kafasına koymuştu? Kendince nasıl bir ‘‘tilkilik’’ yapıyordu? Şöyle: Eğer Türkiye’ye çok fazla bir dış sermaye bağlar ve temel sektörleri de yabancılara satarlarsa, bu yabancıların, bağladıkları o büyük sermaye nedeniyle Türkiye’de bir yıkıcı krize izin vermeyeceğini düşünüyorlardı. Türkiye batarsa, onların da parası batacaktır çünkü. Bu ‘‘köy imamı kurnazlığı’’, Kenan EvrenTurgut Özal çocuklarının entelektüel düzeyini simgelemektedir. 35 yıldır ilericieşitlikçi bir Türkiye rüyasını ellerinde taşıyan genç insanlarımızı hunharca katletmeyi meslek edinenlerin çocuklarından bu kadar iktisatçı çıkar. Bu ‘‘pazarlamacı tilkiler’’, şimdilerde, aydınlanma düşüncesini pratikte hep reddeden ama sosyalist hareketin zorlamalarıyla tavizler vermek zorunda kalan Batı’nın, bir tür çatı dini konumuna yükselttiği demokrasiye de böyle bir yaltaklanma içindeler. Türbanı kadın hakkı olarak satabildikleri ve Batı da bunu kabullenmekte zorlanmadığı için, doğru yolda olduklarını iddia ediyorlar. Buraya kadar bir önemi yok. KOYUNCU HOPA’DAKİ MEZARI BAŞINDA ANILDI Gözyaşları Kazım için HATİCE TUNCER HOPA Karadenizli genç müzisyen Kazım Koyuncu, ölümünün birinci yılında doğum yeri Hopa’da sağanak yağmur altında 7 kilometre yürüyüş ve mezarı başındaki törenle anıldı. Doğu Karadeniz Bölgesi’nin geleneksel çalgısı tulum ezgileri eşliğinde 2 saat süren yürüyüş boyunca ‘‘Karadeniz uşağı Çernobil kurbanı’’, ‘‘Kazım Koyuncu ölmedi aramızda’’ sloganları atılırken Sinop’a nükleer santral planlarını protesto eden dövizler taşındı. Hopalılar ve Türkiye’nin her bölgesinden Kazım Koyuncu dostları Hopa Cumhuriyet Meydanı’nda toplanmaya başladılar. ‘‘Denizin Çocuğu’’nun dostları saat 12.00 sıralarında en önde büyük bir posterinin yanı sıra ‘‘Kazım Koyuncu’nun yolundayız’’, ‘‘Unutmayacağız’’ yazılı fotoğraflarını taşıyarak tulumcunun ezgileriyle yürümeye başladı. Kortej, ‘‘Kazımi cumaişigni (kardeş) Pir Sultanım arşa çıkar ünümüz, o da bizim ulumuzdur pirimiz. Hakk’a teslim olsun garip canımız. Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan’’, ‘‘Çernobil öldürmeye devam ediyor’’, ‘‘Kazım aramızda’’, ‘‘Bir can yolladık açıkdenize, okşadık usulca, usulca yüreğimiz yandı’’ yazılı dövizler ile ‘‘Sinop’ta nükleer santrala hayır’’ yazılı dövizlerle Koyuncu’nun ailesinin yaşadığı Sugören köyüne doğru yol aldı. Giderek yoğunlaşan yağmur altında tulum ezgileriyle yollarına devam eden Kazım dostları, yaşamını yitirdiği saat 12.58’de bir dakikalık saygı duruşu yaptı. Orman içindeki dar yoldan devam eden kortej, Koyuncu’nun doğduğu eski adı Pançol olan Yeşilköy’den geçti. ‘‘Rüzgâr Pançol’dan eser’’ pankartının asılı olduğu köyünün 1 kilometre kadar yukarı bölgesinde bulunan Yeşilköy mezarlığına alkışlar, ıslıklar, ‘‘Kazım Koyuncu aramızda’’ sloganlarıyla girildi. Koyuncu’nun büyük bir posterinin asılı olduğu mezarlıkta Hopalılardan kurulu düzenleme komitesi adına konuşan Osman Lokumcu, Koyuncu’nun yozlaştırılan, popüler kültürün malzemesi haline getirilen Karadeniz müziğini yeniden yarattığını söyledi. H aziran ayı Avrupa Birliği’nin taarruzuyla geçti. Yetkili kişileri, liderleri, birbiri ardına açıklamalar yaptılar. Raporlar hazırlandı, bildiriler yayımlandı. Taarruz iki hedef üzerinde yoğunlaştı: Kıbrıs ve Türk Silahlı Kuvvetleri. Açık açık tehdit ederek... ‘‘Türkiye yıl sonuna kadar Rum yönetimini tanımaz, limanlarını ve havaalanlarını Rum gemi ve uçaklarına açmazsa, üyelik müzakereleri kesilir’’. Türk Silahlı Kuvvetleri’ni köşeye sıkıştırmak uğruna, zaman zaman şeriat kurallarını bile demokrasi diye savunmaya kalkan kimi Avrupalılar, Kıbrıs konusunda suçüstü yakalandılar. Yakalandılar ama, yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali pişkinliği sürdürüyorlar. İki yıl önce Kıbrıs’ta ne oldu? Annan Planı için referandum yapıldı. Başta Türkiye Cumhuriyeti hükümeti olmak üzere, Avrupalı, GENİŞ AÇI HİKMET BİLA Yalandan Kim Ölmüş? liderleri, KKTC’ye izolasyonun sona erdirilmesi için talimat bile verdiler. Bizim saftrikler yine bayram ettiler. Artık kötü günler geride kalacak, Kıbrıs Türk limanlarına her bayraktan gemiler gelip gidecek, Avrupa gümrükleri Kıbrıs Türklerine açılacak, Kıbrıslı Türkler uluslararası spor karşılaşmaları yapabilecekti. Ve daha neler neler olacaktı. Yaşasındı... Oysa, koskoca Avrupa’nın koca koca liderleri yalan söylüyorlardı. O gün ‘‘Koskoca Avrupa’nın koca koca liderleri yalan söylüyor’’ diyenler aforoz edildiler. AB’ye karşı olmakla, Kıbrıs Amerikalı hükümetler, kurumlar, kuruluşlar, komisyonlar, konseyler, tarihte eşi benzeri az görülür bir propaganda kampanyasıyla Türk tarafını referandumda evet oyu vermeye zorladılar. Anafikir şuydu: ‘‘Annan Planı’na evet deyin, sorun çözülsün, siz de Avrupa’nın bir parçası olun. Saftrik Türkler de ‘Yes be annem’ diyerek bastılar evet oylarını.’’ Rum tarafı ne dedi? ‘‘Hayır’’ dedi. Avrupa Birliği Rumlara bi kızdı bi kızdı ki, sormayın gitsin. İki gün sonra toplanan AB Konseyi, Kuzey Kıbrıs’a uygulanan ambargoların kaldırılmasını kararlaştırdı. Koskoca Avrupa’nın koca koca Türklerinin ve Türkiye’nin önünü tıkamakla suçlandılar. Bugün haklı çıktılar. Haklı çıktılar da ne oldu? Hiç. O yalanları söyleyenler, bugün ‘‘İzolasyonlar kalkmadan ek protokol uygulanmayacak’’ diyen, Türkiye Türklerine de ‘‘Avrupa Birliği bizi aldattı’’ diyen Talat gibi Kıbrıs Türklerine de gülüyorlar. Kıs kıs... Ve herhalde, ‘‘Yalandan kim ölmüş’’ diye ekim ayına hazırlanıyorlar. Bir yalan daha söylenir. Bir Konsey kararı daha çıkar. Bir propaganda kampanyası daha açılır. ‘‘Yaşasın, izolasyon kalktı be annem’’ sloganları havada uçuşur. Ve Türkiye limanlarını da havaalanlarını da Rumlara açar. Sonra? Genişleme Komiseri bir açıklama daha yapar: ‘‘Türkiye’nin alacağı daha çok yol var.’’ hikmet.bila@ntv.com.tr Kazım’ın mezarı başında gözyaşları sel oldu aktı.