23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

HAZİRAN P E CUMA R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z KULE CANBAZI SUNAY AKIN C EFENDİ VE DÜRÜST 15 Enis BATUR ‘İncipit’ üzerine deneme oktan bir "İncipit Enstitüsü" kurulmuş, gelişecek ve dallanıp budaklanacak, yerkürenin dört ucunda kendisine resmî ya da gayrıresmî bağlı biçimde harıl harıl çalışan temsilciler edinecek vakti bulmuş, kullanmış olmalıydı. Büyük, güçlü bir merkez düşünüyorum, uluslar ve diller arası ağını gitgide yayan, yeni üyelerle işbirliğini pekiştiren, veri toplama ve sınıflandırma sistemini oturtmuş, işleyişi nicedir katı kurallarına ve sarsılmaz hiyerarşi anlayışına bağlanmış, almayı başardığı destekleri doğru kullanmayı bugüne dek başarmış bir örgüt. İNSANLARI BİR ÇATI ALTINDA TOPLAMAK çalışanları yabancılar, dışarlıklılar önünde bu aidiyetleri nedeniyle uluorta övünmeye, görünmeye kalkışmamalı, çalışmalarının gelir hanelerine hiçbir katkısı olmayacağını bilmeli, küçük giderleri (fotokopi, posta, vb.) hesaba katmalıdır. Enstitü’nün en tepesindekilerin, kurumlar heyeti tarafından seçilme yönteminin özünde, onların sessiz becerikliliklerinin belirleyici payı olmalı bana kalırsa: Sistem’in gelişmesi, dayanıklı kılınması, amaç ve hedeflerini belli bir tutarlılık içinde çeşitlemesi bir bakış açısı sorunu şüphesiz, burada doğru akıl yürütme ve yaratıcı duyarlık öne çıkacaktır; gelgelelim, iş uygulamaya yöneldiğinde, sorumluların pratiklik özelliğinin ağır basması gerekeceği apaçık ortadadır. İNCİPİT ENSTİTÜSÜ Dolayısıyla, güvenilirliğin yanı sıra, işbilirliği ve toplumsal temsil yeteneğinin aranan nitelikler arasında ön sırayı alması şaşırtıcı sayılmalıdır. İşin oylumu büyüdükçe, mekanizmanın çalışmasını, tökezlememesini sağlayacak alçakgönüllü ancak yeterli bir bütçeye gereksinme duyulacağı apaçık ortadadır: Merkezin yerleşim ve mekân giderleri kadar iletişim, dosyalama, corpus’ler oluşturma, etkinlikler (sempozyum, kollokyum, vb.) düzenleme, yayın yapma dallarında ortaya çıkacak zorunlu harcamalarının hesaplı biçimde öngörülmesinden doğal ne olabilir? "İncipit Enstitüsü", gene de, işlevsel olmayan herhangi bir açılıma girmemeli, gösteriş ya da kibir bağlamında değerlendirilebilecek sapmalardan, tanıtımdan da, kutlamadan da uzak durmalıdır. Bunu söylemek, tersini söylemek değildir; örneğin, Enstitü’nün gizli örgüt, tuhaf tarikat, kapalı aygıt gibi algılanması en hafifinden yanlış olur; elbette tanınacak, bilinecektir, ki çok sayıda gönüllü işgücünün katılması, toplanması, üretmesi söz konusu olabilsin. Bütün bunlar yaygara koparmadan, basın önüne çıkmadan yapılabilir: İyi tasarlanmış, uzantı ağı doğru harmanlanmış bir internet sitesi olabilecek en kısa, en yalın, başka bir kaynağa başvurmayı gerektirmeyecek tanımını verebilir kuruluşun: "İncipit Enstitüsü", adı üstünde, yeryüzünde bugüne dek yazılmış bütün kitapların ilk cümlelerini bir araya toplamak, onları sınıflandırmak, biçimlendirmek ve ilişkilendirmek, yorumlamak ve boyutlandırmak amacıyla kurulmuş, elde ettiği bütün sonuçları günbegün sunmayı, paylaşmayı hedefleyen bir merkezdir. Geniş kamuoyu, karakamu için yeterlidir bu çerçeveleme, labirentin kapısına içeride ne olduğunu, neler olabileceğini yazmanız uygun ve dürüst bir tavır olur, ha, birileri o "ne"lere ucuz bir merakla yaklaşacak olursa nasılsa ağzının payını alır ve saatlarını yitirdikten sonra çekip gider, yakıcı bir merakla içeri dalarsa, buna karşılık, ya gırtlağına kadar batar ve sarmalın ortasına geniş zamanlarını gömmeyi hak eder, ya da gırtlağına kadar batar ve bundan anlaşılmaz bir mutluluk devşirir, kim ne yaparsa yapsın, sonuçta Hayat nasıl olsa bir rulet temposuyla döndüğüne, döndürdüğüne göre, hiçbir tutku ötekisinden kutsal sayılamaz. Babamın Çekmediği Şut! Ç D ünya Kupası maçları başladı... Futbol takımımız büyük bir şanssızlık eseri turnuvaya katılamadı. Ersun Yenal’ın şanssızlığına bir de Fatih Terim’in yaşadığı şanssızlıklar eklenince bize ekran karşısında yutkunmak düştü. Önce Ersun Yenal yönetiminde yola çıkıldı... Aman Tanrım!.. Şanssızlık üstüne şansızlık!.. Futbol yazarları ayrılma kararı alan Yenal’a, şansızlıklar karşısında pes etmemesi, küsüp gitmemesi için adeta yalvardılar... Ama olmadı. kin, ilkellik kokan demeçler ve İsviçre maçı sonrasının ‘milli utanç’ görüntüleriyle dünya üçüncüsü olduğumuz anlayışının çok uzağında, Üçüncü Dünya ülkelerinden biriymiş gibi anılır olduk! Aman ha!.. Sakın ola ki bu tür futbol yazarlarını ciddiye aldığımı sanmayın. Pazar eğlencesi olsun diye yazıyorum tüm bunları. Onların konuk olarak katıldığı televizyon programlarında yaptığı yorumlarla maç görüntüleri iç içe geçince sanki langırt izler gibi hissediyorum kendimi. O denli gürültülü, o denli ciddi!.. Bugüne dek kurulamamış olması, ilk kuruluş adımlarının atılmasına engel hiç değil: İletişimin farklı kurallardan yaygın ve yakın geçmişe oranla kolay yollarla gerçekleşme olanağının serpildiği bir dünyada, konuya bağlanmış insanları bir çatı altında toplamaya girişmek, yeni ilgililer yaratmak çok güç olmasa gerek. Enstitü diyorum ya, akademik, yarıakademik bir kuruluş geçmiyor aklımdan. Akademisyenler de üye, Nathaniel Hawthorne temsilci, yönetici olabilir gereğinde, ama bütünüyle gönül işi saydığıma göre İncipit tutkusunu, daha çok lonca sistemini andıracak, Patafizik Koleji’ndeki biçimsel edâyı değilse bile karşılıksız kendinden verme coşkusunu esas alacak bir örgüte yönelinmeli. Enstitü GÜNEŞ’İN BÜYÜK ZAFERİ Yine aynı futbol filozoflarımız Fatih Terim’in de şanssızlık yüzünden başarılı olamadığına tüm futbolseverleri inandırdılar. Evet, bu sefer Dünya Kupası’nda yokuz ve bunun bir tek nedeni var; şanssızlık!.. Elbette şaka yapıyorum!!! Bu yazımı okuyan kimi futbol yazarları köpürüyordur. Sanki seslerini duyar gibiyim: ‘‘Hayır şair kardeşim, şanssızlık olur mu? Biz köşelerimizde verilen yanlış taktikleri, yapılan yanlış oyuncu değişiklerini her maç sonrasında yazdık. Başarısızlığın şanssızlıkla hiçbir alakası yoktur.’’ İşte, o zaman da top benim önüme düşer ve ben de boş kaleye topu yuvarlarım. Nasıl mı? Aynen şöyle: 2002 Dünya Kupası’nda Türkiye’yi dünya üçüncüsü yapan Şenol Güneş’in bu büyük zaferi için ‘şans’ dediniz de, 2006’ya katılamamamızın nedeni olarak şanssızlık faktörünü ortaya atınca neden rahatsız oldunuz!?.. Ya da şunu soralım: Almanya’ya gidemeyişimizi neden bir tek yazınızda olsun şanssızlığa bağlamadınız!?. Şenol Güneş’in başarısı şans oluyor da Ersun Yenal ve Fatih Terim’in başarısızlığı neden şanssızlık olmuyor!?. 2002’de, centilmenliğimizle anılarak dünya üçüncüsü olarak ayrılmıştık turnuvadan... Ülkemizi yarı final maçında izleme onuruna erişmiştik... Bu başarıdan daha da önemlisi, Şenol Güneş’in ışığı altında centilmenlik, dostluk örnekleri vermiştik tüm dünyaya. Ama kimi futbol yazarları, ne eleme grubu ne de dünya kupası maçları sırasında Şenol Güneş’in başarısını çekemediler. 2006’da ise bırakın Dünya Kupası’na katılmayı, kavgacı, sinirli, hazımsız bir millet olarak vitrine çıktık!.. Nefret, Bu konuya son noktayı, Mehmet Özdilek için çok üzüldüğümü söyleyerek koymak istiyorum. Onu hepimiz tanıyoruz; efendiliğine, dürüst kişiliğine yıllarca tanığız. İsviçre maçı sonrasında yaptığı hareket gönlümdeki yerini asla sarsmadı. Sadece üzüldüm ve Özdemir Asaf’ın şu ünlü dizelerini anımsadım: ‘‘Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu / Birinciliği beyaza verdiler.’’ BİR ŞOVALYEYDİ BABAM Babamla hiç futbol maçı yapmadık. Kılıncı dikiş iğnesi, kalkanı yüksük olan bir şövalyeydi terzi babam. Çok çalıştığı için eve hep hava karardığında gelirdi. Bu yüzden olsa gerek, ağabeyim ve ben evin önünde top oynarken hiç karşılaşmadık babamızla. Yoksa o da isterdi bizimle top oynamayı, esirgemezdi elbette kaleci oğluna bir penaltı çekmeyi... Geçen hafta Kulecanbazı tam sayfa ilanın kurbanı olmuştu. Bir hafta geçikmeli de olsa okurlarımın Babalar Günü’nü kutluyor ve armağan olarak Orhan Göksel’in ‘Çocuk’ adlı şiirini sunuyorum: Bir erkek çocuk için Anneler emin bir yerdir, Babalar kaygan zemin Düşülebilir. Büyüyüp anneye yetişilmelidir. Bir erkek çocuğu için Anneler serinliktir, Babalar derin Girilemeyebilir. Büyüyüp kuyuya inilmelidir. Bir erkek çocuğu için Anneler bahardan başka nedir? Babalar güvenilmez rüzgâr, Her an kasırgaya dönüşebilir. Büyüyüp meteoroloji öğrenmelidir. Bir erkek çocuğu için Anneler komşu gezmesidir, Babalar eve ekmek getirir Hakkı yenmemelidir! Çağdaş Türk romanları b unları dile getirirken, Enstitü’nün bütün kapılarının, elini kolunu sallayarak iş olsun diye içeri girecek herkese kendiliğinden açık tutulacağını söylemiş oluyor muyum? Paradoksal görünebilir: Bu hem böyle olacaktır, hem de böyle olmayacaktır. İletişim kanallarından herhangi birini kullanarak, posta ya da eposta yoluyla, çat kapı merkeze gelip "işte benim en sevdiğim yirmi incipit" diye bir liste sunan kişiyle, "Nathaniel Hawthorne’un bütün incipitleri"ni, bir adım sonrasında "Hawthorne’un bütün özgün incipitleri ve Rusça çevirilerdeki karşılıkları"nı sunanlar arasında Enstitü çalışanları elbette farklı bir tavır takınarak ilişki kuracaklardır: İlk örnekteki başvuruyu teşekkür edip aldıktan sonra kibarca başvuru sahibini savuşturmaları doğal bir takdir hakkı olarak görülebilir; buna karşılık, ikinci, özellikle üçüncü başvuru sahibinde Enstitü’nün ilk kademe üyesi olma durumu kendiliğinden devreye girecektir; gelişecek diyaloğun sonuçlarına, bir sonraki adımda oluşabilecek ilerlemeye bağlı biçimde, ikinci ve/ya üçüncü kişinin bir üst düzeyde üye olması, katılımcılık eğilimine koşut bir eğri çizerek daha yukarılarda bir konuma yükselmesi, giderek üyelik merdiveninin bütün basamaklarının etkin kişilere açık olması söz konusu edilmelidir. Alaca karanlıkta uçuyor muyum? Tabii. ÇAĞDAŞ TÜRK ROMANINDAN BEŞ "İLK CÜMLE" SEÇKİSİ "Kolera Sokağı’nın en kral kevaşesi Edâ, yatıştan sonra apış arasını yıkadığı suyu, hurdaya çıkmış metal artıklarından yapılma kerhanenin pencere iskeletinden şık bir figürle boşluğa saldı". Metin Kaçan, Ağır Roman "Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbabı livata rivayet ve ilân, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki kunı Kâinattan 7079 yıl, İsa Mesih’ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Kostantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı". İhsan Oktay Anar, Puslu Kıtalar Atlası "Gece yavaş yavaş geliyor". Bilge Karasu, Gece "Buzlucam bölmeli dikdörtgen odanın, penceresiz, kapısı loş koridora hep açık üçte birine sıkışık, ayaklarından birinin kırığı takoz destekli masasına abanmış, sabah çayına eğri simidini daldırıp çıkarıyor". Vüs’at O. Bener, Buzul Çağının Virüsü "Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti". Orhan Pamuk, Yeni Hayat Haftanın kitabı: Mehmet Yaşin / Yakınname (Doğan Yay.) Meslek Yarası/ Zeynep Oral/ Doğan Kitap/ 178 s. “Aslında bu kitapta anlatılanı Zeynep Oral’ın hayatı olarak değil, Zeynep Oral’ın Milliyet’teki hayatı olarak aktarmak daha doğru. Çünkü Oral da kitabı öyle kurgulamış. Anılarının başlangıç noktasını Milliyet gazetesinden kovulduğu 28 Şubat 2001 günü belirliyor. Oral’ın hayatının bir çeşit miladı bu tarih. Diğer bir milat da tahmin edebileceğiniz gibi yazarın Milliyet gazetesinde çalışmaya başladığı 1968 yılı. Zeynep Oral, gazetede geçirdiği yıllarda yaşadıklarını, birlikte çalıştığı kişileri, yaptığı işleri, örneğin Milliyet Sanat dergisinin kuruluşunu, başından geçenleri sıcak bir anlatımla aktarıyor okuyucuya. Kovulmanın yükünü atmak için ya da attığı için yazmış Zeynep Oral bu öyküyü” diyor kitabı yayına hazırlayanlar. Tımarhane Adası/ Mehmet Coral/ Doğan Kitap/ 112 s. Bir kazayla başlayan olaylar Ayvalık’ın koylarında aşkın, savaşın, dostlukla düşmanlığın dansına kadar uzanıyor. Ege boylu boyunca hüznü yaşıyor. İşgal yılları canlanıyor. Bir Rum kızıyla Türk erkeğinin aşkı zorluklara yeniliyor ve onların sonu gelmeyen aşkından olma Mustafa, hikâyeyi babasının ağzından aktarıyor. Ardından da yeniden bugüne dönülüyor, Mustafa’yla birlikte Meryem Ana’nın mezarının peşinde gizemli bir yolculuğa çıkılıyor. Mehmet Coral’ın yeni romanı ‘Tımarhane Adası’ bir dram olmasının yanı sıra gerilimli bir macera. Hayalet Yazılar/ David Mitchell/ Çeviren: Ali Cevat Akkoyunlu/ Doğan Kitap/ 410 s. “‘Hayalet Yazılar’, dünyanın sorgulaması olarak da nitelendirilebilir. Bu kitapta, yaşadığımız kaostan tutun da, hayatımızda rastlantıların yerine, Tanrı kavramından, insanların kaderlerini kimin çizdiği sorusuna kadar felsefi sorular da var. Ama bu çok dinamik ve değişken bir roman. Bir çeşit zekâ oyunu belki de. Karakterler arasındaki bağlantıları bulmak, hikâyelerin nerede birleştiğini izlemek, gerçek ile gerçekdışı arasında gidip gelmek bile başlı başına bir eğlence” diyor kitabı yayıma hazırlayanlar. Kayıp Hayaller Kitabı/ Hasan Ali Toptaş/ Doğan Kitap/ 276 s. Hasan Ali Toptaş’ın ilk kez 1996 yılında yayımlanan romanı ‘Kayıp Hayaller Kitabı’, küçük bir kasabada geçer. Romanın baş kahramanı yaşama katlanmak için hayallerine yaslanan Hasan isimli bir çocuktur. Kavga gürültü bir aileden, tıpkı kendi gibi hayalleriyle var olmaya çalışan bir babadan gelmektedir Hasan. Tek avuntusu, sürekli gizlice girip, sürekli kovulduğu sinema salonudur. Hayallerin sarayıdır… ‘Kayıp Hayaller Kitabı’nda Toptaş, taşraya çeviriyor bakışları. Küçük dünyaların büyük yalnızlıklarını anlatıyor. Aynadaki Bakışlar/ Doğan Hızlan/ Doğan Kitap/ 740 s. “İyi bir kitap yazısı ister eleştiri ister tanıtma olsun, bende o kitabı okuma isteği uyandırmalı. Öylesine bir üslupla yazılmalı ki, bana okuyayım mı sorusunu bile sordutmasın, tereddüte düşürmesin” Doğan Hızlan, Hürriyet gazetesinde çıkan eleştiri ve tanıtım yazılarında geniş bir açıdan bakıyor kitaplara. Kitaplardan alıntılarla da besliyor yazılarını. ‘Aynadaki Bakışlar’da, 2003’ten bugüne Türk yayın dünyasında hayat bulmuş birçok kitap Hızlan tarafından değerlendiriliyor. Çanlar Kimin Çalıyor/ Ernest Hemingway/ Çeviren: Erol Mutlu/ Bilgi Kitabevi/ 496 s. İspanya İç Savaşı… Dağlarda verilen özgürlük mücadelesi… Sadakat ve cesaret, aşk ve yenilgi ve bir idealin trajik ölümü… Dönemin birçok sanatçısı gibi İspanya İç Savaşı’na katılan Hemingway, bu savaşı anlatan romanı ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u 1940’ta yayımladı. Çok geçmeden sinemaya da uyarlanan roman, iç savaşa sürüklenen bir ülkenin, özgürlükleri için canlarını ortaya koyan insanlarını, onların arasında yer almış bir yazarın tanıklığıyla anlatıyor. Superman yıldır göklerde ANKARA (AA) Kripton gezegeninden gelerek dünyada iyilerin dostu, kötülerin düşmanı olan ‘çelik adam’ Superman, tam 68 yıldır göklerde. Action Comics dergisinin birinci sayısında 1938’de doğan ve 1 yıl sonra kendi adını taşıyan çizgi romanla bir kahramana dönüşen ‘Superman’in 19 yıldır uzak kaldığı beyazperdeye geri döneceği bildiriliyor. 2004 yılında çelik adamı yeniden beyazperdeye getirmeye karar veren yapımcılar, Tom Welling, Paul Walker, Josh Hartnett, Nicolas Cage, Patrick Warburton, Ashton Kutcher, Brendan Fraser, Jim Caviziel ve Jude Law’u Superman rolü için düşündü. Sonunda rol için o güne kadar adı geçmeyen 27 yaşındaki genç oyuncu Brandon Routh ile el sıkışıldı ve ‘Superman DönüyorSuperman Returns’ filmi çekildi. Bu sürükleyici yapım, 28 Haziran’da ABD’de, 21 Temmuz’da Türkiye’de gösterime girecek.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle