23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

HAFTA C Redaksiyon/Redaktion: Starkenburg Str. 5, 64546 MörfeldenWalldorf. email:cumhuriyet@gmx.net Tel: 0610598174446 İmtiyaz Sahibi/Inhaber: İlhan Selçuk (Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.’yi temsilen, Cumhuriyet Vakfı adına) Genel Yayın Yönetmeni/ Chefredakteur: İbrahim Yıldız Yazı İşleri Müdürü/ Redaktionsleiter: Osman Çutsay Yayın Koordinatörü/ Koordinator: Hayri Arslan Reklam/Anzeigen: Ömer Aktaş Yayın Kurulu/Redaktionsbeirat: İlhan Selçuk (Başkan/ Vorsitzender), Prof. Dr. Emre Kongar (Berater), Orhan Erinç, Hikmet Çetinkaya, Şükran Soner, İbrahim Yıldız, Orhan Bursalı, Mustafa Balbay, Hakan Kara Baskı/Druck: Hürriyet A.Ş Zweigniederlassung Deutschland, An der Brücke 2022 D64546 MörfeldenWalldorf. Dağıtım/ Vertrieb: ASV Vertriebs GmbH (Der Verlag übernimmt keine Haftung für den Inhalt der erscheinenden Anzeigen) Tanrı nehir Ganj’da bir gün sonra nehrin kıyısına ulaşıyoruz. Üzerinde Şiva’nın resimleri olan turuncu tişörtler giymiş yüzlerce su taşıyıcısı dualar ederek kaplarına su dolduruyor. Boynumuza çiçekler asıp alnımızın ortasına boya sürüyor bir sadu. Nehir; suya kandiller, çiçekler bırakan, dalıp çıkarak ibadet eden, hacı olmaya gelmiş Hindularla dolu. En üst basamaktan Ganj’a bakıyorum. Kıyısında yürüdüğüm balık tutup vapuruna bindiğim İstanbul Boğazı geliyor aklıma. Karşılaştırıyorum; sonuç yaz aylarında suları kabaran Ganj daha geniş. Bulanık suları içine dökülen külleri yutan bir kızıllıkta. Etraftaki mistik dualar ve şehrin seslerini eklediğinizde Ganj’ın canlı olduğunu bile düşünebilirsiniz. Ganj’ın bulanık kirli suyunu içecek kadar kendilerini Ganj’a teslim eden hacıların arasından ‘‘Tekne kiralamak ister misiniz’’ diyen bir kayıkçı benim de bir çeşit transa girdiğimi fark etmeme neden oluyor. Teklifini kabul ediyoruz. Kine inanarak koruduklarını düşünüyorum. BİR CENAZENİN YAKILMA TÖRENİ Kıyıya yaklaştıkça odunların arasında yakılan cesetleri görüyoruz. Yakma işlemi bitenlerin küllerini nehre süpürüyorlar. 400 kilo kadar odunla yakılan insan bedeninin tamamı yine de küle dönüşmüyor. Süpürülenlerin arasında kemik parçaları görüyoruz. Bir cenazenin yakılma töreni yaklaşık üç saat sürüyor. Uzun bir süre izliyoruz. Ateşi ilk olarak ölen kişinin varsa büyük oğlu başlatıyor ya da büyük kardeşi. Tören alanında sadece erkekler yer alıyor; kadınlar uzaktan izliyor. Artık hava kararıyor. Yapraktan yapılmış kandilleri suya bırakıp dilek diliyoruz. Ay tanrısı Çandra’nın parlak ışığında binlerce tapınağın siluetinin kıyısını süslediği Ganj’a veda vakti geldiğinde ayrılmakta güçlük çekiyoruz. O ise bize aldırmadan büyülü akışına devam ediyor. Yaylalar Yaylalar MUSTAFA BALBAY Geçen ilkbaharda Sinop dönüşü, ‘‘Haydi farklı bir yoldan gidelim’’ dedik. Karadeniz’in içine vuralım; dağlar, yaylalar nerede canımız isterse duralım. Nasıl olsa Sinop sahillerinde deniz, balık sefamızı sürdük, Sinop Cezaevi’ni gezerek de cefamızı tamamladık! Şehir çıkışında Gerze yönüne değil, saptık Erfelek’e... Yeşilliklerin arasındaki şirin ilçede kahvede oturanlara, Kastamonu yönünü sorduğumuzda, durakladılar. ‘‘Olmaz’’ dediler, ‘‘bu taraftaki yollar çok sapadır, taştır, virajdır. Geri dönün Gerze, oradan Boyabat yönüne sapın.’’ Biraz zor oldu ama, derdimizi anlattık. Vurduk dağlara... Meğer adamlar haklıymış, bu coğrafya ne kadar tahmin etsek de farklıymış... Yol boyu sağa, sola sapan dar yolların girişinde küçük küçük tabelalar: Mescitdüzü, Akçasözü, İnesökü, Dereköy, Gökçebel, Uzunçam, Kaldırayak, Göldağı, Kestanelik, Belpınar... Her köy adı önünde dur düşün, adından köyün konumunu özelliğini tahmin et... Ne güzel... Derenin dibindeki köy, tabii ki Dereköy olacak... Çam ağaçlarının arasındaki köy, elbette Uzunçam olacak... Yazı aramızda, dağlarda yolumuzu kaybettik ama, kendimizi bulduk... Bir köy, daha doğrusu köycük... Kimsecikler yok. Meğer yaylaymış da, daha geleni yokmuş. Kapısı en kocaman evlerden birinden yaylalarda yetişmiş bir insan çıktı. Yönümüzü, önümüzü anlattı. Kapısından ayrıldık, aa bir yayla evi. Nasıl da şirin, biblo gibi duruyor. Sele karşı ayaklarını yükseltmişler. Temel iri mi iri dört direk... Son zamanlarda yayla evleri de betonlaştı, çirkinleşti. Ama bu ahşap yapı, her haliyle ben bir Karadeniz eviyim, diyor. Enine, boyuna fotoğraf çekerken nasıl hoşuma gitti. Bir an Amazon ormanlarındaki ırmak evlerini anımsadım. Kanolarla Amazon’un yan yollarını dolaşırken, suyun yükselip alçalmasına karşı direkler üstünde yapılmış evler görmüştüm. Karadeniz’de, dağların bir parçası gibi doğal duran yayla evlerini görünce insan nasıl ‘‘yaylalar, yaylalar’’ türküsünü tutturmaz! Gezekalın... MESUT SÜZER gra’dan Şiva’nın kenti Varanasi’ye trenle geliyoruz. Otel Suriya’nın güler yüzlü elemanları bizi ciplerle karşılıyor. Yemyeşil bir bahçesi olan otelimiz temizliği ile şehrin içinde bir vaha gibi geliyor gruptakilere. Kişi başı 10 yeni lira gibi bir fiyata kaldığımız odalara yerleşiyoruz ve daha sonra bahçede A toplanıp ‘‘rikşo’’larla Ganj’a doğru yola çıkıyoruz. 2 bin yıldır kesintisiz bir yaşamın devam ettiği bu şehir Hindistan’ın en kalabalık şehri. Yollarda insanlar kaldırımda yürüyormuş gibi dolaşıyor. Asfalt çoğu yerde bozuk ve yazın her akşamüstü yarım saat kadar hafifçe yağan yağ murda küçük birikintiler oluşuyor. Varanasi’nin ‘‘eski şehir’’ denilen bölgesine geldiğimizde, Ganj kıyısına yürüyerek gidebileceğimizi öğreniyoruz. Polisler yolları tutmuşlar ve düzeni sağlamaya çalışıyorlar. Tabii ne mümkün. Hindu hacıların dua sesleri, seyyar satıcıların bağrışları, bisikletlerin zil sesleri birbirine karışıyor. Çevrede son derece sakin oturan ya da yatan insanlara rastlıyorsunuz. Bunlar ölümü bekleyenler. Ganj kıyısına yaklaştıkça çoğalıyorlar. Ruhlarının bedenlerinden kurtularak tekrar dünyaya gelmesi için küllerinin Ganj’a savrulmasını bekleyenler. Tam o sırada ince bir beze sarılı üzeri çiçeklerle örtülmüş bir cenazeyi bambu bir sedye ile omuzlarda taşıyan bir grup hızla yanımızdan geçiyor. Çevremizde sanki bir şehir değil kocaman bir yap boz var. Her şey birbirini tamamlıyor. Hacı olmak için gelen insanlardan oluşan bir insan selinde ilerliyoruz. Transa geçmiş sadular, dua edenler, bozuk megafonlardan yayılan vaaz sesleri insanı kuşatıyor. 10 dakikalık bir yürüyüşten şi başı 6 yeni lira gibi bir ücretle bütün grup tekne ile Ganj’a açılıyoruz. Kıyı boyunca iki kürekçinin çektiği teknemizle ağır ağır ilerliyoruz. Bazı Gahtların kıyısında ağaç taşıyan tekneler görüyoruz ve hemen arkasından da dumanların yükseldiğini. 24 saat ölülerin yakıldığı ‘‘Yakma Ghatlar’’ı bunlar. Heyecanlanıyoruz. Hintliler ise çok sakin. Sakinliklerini nasıl olsa yeniden dünyaya gelecekleri Çok da şirindir Şirince ÜMİT OTAN Y Kanatlı At uçup giderken ŞENGÜL AYDINGÜN yılı Mart ayında, yakla1999 şık olarak milattan önce 500’lü yıllarda üretildiği sanılan Karun Hazinesi’nin gerçek evinde nasıl sergilendiğini görmeye Uşak’a gelmiştik. Müzeye girerken gün gelip de buranın hoş olmayan bir şekilde şöhret kazanacağı aklımızdan geçmiyordu. KARUN HAZİNESİ GERÇEĞİ Gazetemiz yazarlarından Özgen Acar’ın bir dedektif gibi uzun yıllar süren uğraşları sonucunda kaçırıldığını ortaya koyduğu Karun Hazinesi gerçeğine, başlangıçta itiraz eden Metropolitan Müzesi, Türk hükümetince başlatılan hukuk savaşının aleyhlerine döndüğünü anladığında davanın tam olarak sonuçlanmasını bile beklemeye gerek duymadan, son derece mükemmel kuyum işçilikli altın takılar ve gümüş süs eşyası ile kap kaçağın yanında çeşitli heykelcikler ve fresklerden oluşan 363 parçalık hazineyi geri vermeyi kabul etmiş ve böylece ülkemize getirilen eserler, üretildiği topraklardaki yuvasına kavuşmuştu. Şehrin ortasında, apartmanların arasına sıkışmış müze binasına girerken binanın dıştan görünüşü ve bahçesine atılmış gibi duran taş eserler sıradan bile sayılmayacak bir taşra müzesine girmekte olduğumuzu düşündürüyordu. Hem gerçek hem de mecazi anlamda bir hazine odasına girmiştik. İçerisi İstanbul Arkeoloji Müzeleri gibi yüz binlerce esere ev sahipliği yapmadığı için bir iki küçük salonda vitrinlere dağıtılmış olağan üstü güzellikteki sanat eserlerine uzun uzun bakmak mümkün oluyordu. Müzenin ilerde ek binalarla genişleyeceği planlanmıştı. Karun Hazinesi ABD’den getirildiğinde Uşak Müzesi, bu eserleri gerek koruma gerekse sergileme açısından ağırlamaya hazır değildi. Eserler bir yılı aşkın bir süre Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmişti. O arada da Uşak Müzesi eserlerin sergilenebileceği şekilde yeniden düzenlenmişti. Halk arasında Karun Hazinesi olarak tanınan Lidya eserlerini o günlerde binlerce kişinin akın ettiği Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenirken birkaç kez ziyaret etmiştim. KUYUMCULUK TEKNİĞİ Yıllar sonra basında sıkça yer alacak olan Kanatlı At ‘‘Hipokampos’’un önünde uzun uzun durduk. Haldun’dan resmini çekmesini rica ettim. Bilmeden de olsa 1999 yılı Mart ayında vitrinde hangi eserin sergilendiğini belgelemiş olduk. Daha sonra diğer vitrinleri de fotoğraflamaya başladık. Bu arada yanımdakilere aslında biz arkeologlar için bu hazinenin en önemli parçalarını gösterdim. Çünkü hazine içinde kuyumculuk malzemelerinin bronzdan kalıpları da yer almaktaydı ve bunlar bizlere eski dönemlerdeki kuyumculuk tekniği hakkında verdiği bilgiler açısından çok daha önemliydi. öreyi iyi bilenlerden değilseniz, hele bir de Efes antik kentinin büyüsüne kapıldıysanız İzmir’den Selçuk’a gelişte hemen sola kıvrılan daracık yolu es geçebilirsiniz. Zaten yıllar önce Rumlar da es geçilsin diye o dağların en kuytu, en görünmez yerine kurmuşlar mekanlarını. Kimseler uğramasın diye de adına ‘‘Çirkince’’ demişler. O dar yola sapıp altı kilometre gidiyorsunuz, sizi yeşilliklerin arasına özene bezene yerleştirilmiş beyaz badanalı evler, güleç yüzlü insanlar karşılıyor. Dido Sotiriyu’nun Kırkıca’sı, Sabahattin Ali’nin Çirkince’si bugünün Şirince’sinde şimdilerde büyük çoğunlukla Selanikliler yaşıyor. ‘CENNET HAYATI’ Buradaki ‘‘cennet hayatı’’, alışılmadık kalabalıklara, rantçıların aç gözlü telaşına yenik düşmemeye çabalıyor, direniyor. Meydandaki caminin hemen yanındaki ulu çınara sırtınızı dayayıp çayınızı yudumlarken yörenin yaşlılarından ilk anılar geliyor: ‘‘Şu çeşme başındaki yaşlı çınarı bizden önce buralarda yaşayan bir Rum dikmiş. Bir gün çınarın başında dua edip ağlayan bir turist gördük. Sonradan öğrendik ki Şirinceli bir Rum’un oğluymuş. Babasından buradaki yaşamı dinleyerek büyümüş. Babası oğluna bu çınarı nasıl diktiğini anlatır dururmuş. Şirinceli Rum’un oğlu her yıl buraya gelip babasının diktiği ağacın önünde dua etmeyi adet haline getirdi.’’ Camına asılı tabelasıyla size şarabın yanında muhabbet de vaat eden Şirince’nin ünlü meyhanesini geçip çarşıya girdiğinizde Bodrum’un 3540 yıl öncesiyle buluşmuş gibi oluyorsunuz.Temiz badanalı evler. Kapıların önünde kadınlar ‘‘Dilerseniz evimizi gezebilirsiniz’’ deyip içeri buyur ediyorlar. Büyük kapılar bahçele re açılıyor. Önce bir bardak şarap ikram ediliyor. ‘‘Bu bizim ev şarabımız’’ diye öğünüyorlar. Ardından kekik, zeytinyağı, şarap ya da ceviz ihtiyacımız olup olmadığını soruyorlar. Selanik’te alıştıkları tütün ve tahıl tarımından Şirince’de üzüme, incire, zeytine geçişleri pek kolay olmamış ilk göçmenlerin. Göçmenlerden çoğu Selçuk’a ovaya göç etmişler. Yıllarca önce kapısı, çerçevesi, camı sökülüp başka yerlere taşınan evler şimdilerde ateş pahası. Yemyeşil yamaca özenle sıralanmış evler sanki bir ressamın yeni bitirdiği tablosu gibi. Bazı ‘‘uyanıklar’’ hiç olmayacak yerlere yeni yapılar kondurma çabasında. Evlerin büyük çoğunluğu pansiyona ya da gözleme evlerine dönüştürülmüş. Yeniden ulu çınarın bulunduğu meydana döndüğümüzde neredeyse ‘‘çakırkeyif’’ olmak üzereyiz. İkram edilen bir bardak şarabı geri çevirmek olmaz diye başlanıyor ama her evde tekrarlanınca sonuç böyle oluyor. Çantalarımız Şirinceli kadınların elişleri, dağlardan yeni topladıkları kekikleri, şarap ve zeytinyağı şişeleriyle epeyce ağırlaşmış. Masamızda kahvelerimiz, karşımızda eski konukların yadigarı ulu çınar. Sotiriyu’nun, Sabahattin Ali’nin çocukluğunu yaşadıkları Şirince’de bahar sevincini anlatabilmek kolay değil, yaşamak gerekiyor... Turizmde hayal kırıklığı ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) yaptığı araştırmaya göre mayıs ayında Türkiye’ye ‘‘girişçıkış yapan ziyaretçi’’ sayısı, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 16.7 oranında azaldı. Bu durum, turizm sezonunun başlamasına karşın beklenen canlılığın halen yakalanamadığını da ortaya koydu. Turizm sektörü çalışanlarının ‘‘Türkiye’ye giriş yapan yabancıların geçen yıla oranla azaldığı ve turizm sektörünün bir türlü canlanamadığına’’ yönelik söylemleri, TÜİK’in mayıs ayına ilişkin hazırladığı ‘‘girişçıkış yapan ziyaretçi’’ sayılarıyla bir kez daha kanıtlandı. Açıklanan verilere göre Türkiye’yi ziyaret eden yabancı sayısı geçen yıla oranla yüzde 16.7 oranında azalarak 1 milyon 918 bin 809 kişi olarak açıklandı. Bu rakam geçen yılın aynı döneminde 2 milyon 302 bin 389 kişi olmuştu. Giriş yollarına bakıldığında, geçen yılın aynı ayına göre havayolunda yüzde 18.3, denizyolunda yüzde 1.6, demiryolunda yüzde 12.7, karayolunda yüzde 15 azalış oldu. Milliyet ayrımına bakıldığında ise geçen yılın aynı ayına göre giriş yapan ülke sıralamasında Almanya birinci oldu. Bu ülkeyi sırasıyla Rusya, İngiltere, Hollanda, Bulgaristan, İran, ABD, Fransa, Ukrayna, Gürcistan izledi. İstanbul en pahalı ’inci kent NEW YORK (AA) Mercer İnsan Kaynakları Danışmanlık kuruluşunun yaptığı araştırmaya göre, dünyanın en pahalı kentleri sıralamasında ilk sırada Moskova yer alırken ikinci sıraya Seul, üçüncü sıraya Tokyo yerleşti. İstanbul da dünyanın en pahalı kentleri listesinin 15’inci sırasında yer aldı. Dünya çapında 114 kentte, 200’den fazla gideri hesaplayarak yaptığı araştırmaya göre, Hong Kong 4’üncü, Londra 5’inci, Osaka 6’ncı, Cenevre 7’nci, New York 10’uncu sırada yer aldı. Dünyanın en ucuz kenti olarak ise Paraguay’ın başkenti Asuncion belirlendi. Fotoğraflar: Haldun Aydıngün
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle