04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 TÜRKLERİN TARİHİ YAZILACAKSA BUNUN OSMANLI’YA KARŞI BİR TARİH OLMASI ZORUNLUDUR C tarihçe LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL HAZİRAN CUMA Osmanlı’nın Türklüğü ERDOĞAN AYDIN İlginç bir Osmanlı seviciliği ile karşı karşıyayız. Tarih deyince Osmanlı, Osmanlı deyince böbürlenmek geliyor aklımıza. Osmanlının, vakanüvis geleneğini anımsatan bir övünç atmosferiyle anılması yetmezmiş gibi, onların tam tersine ve hiç olmayacak bir şey daha yapılıyor: Vakanüvisleri cin çarpmışa döndürecek bir tarih yazımıyla Osmanlıdan adeta bir ‘‘Türk asrı saadeti’’ yaratılmaya çalışılıyor. Türkmen halk ve Türkmen beyliklerini boyun eğdiren, zulmeden Osmanlı üzerinden Türkçülük inşa ediliyor. Kabul etmek zorundayız ki Osmanlı Devleti’nin yıkılması, diğer tüm imparatorlukların yıkılması gibi hem tarihsel olarak kaçınılmaz hem de ‘‘evrensel tarih açısından olumlu bir olgudur’’ (T. Timur). Çünkü 20. yy imparatorlukların tarihsel olarak ömrünü bitirdiği bir çağın ifadesiydi. Ancak bu yıkılış egemen Türkİslamcılık nezdinde hep bir ‘‘felaket’’ olarak algılanageldi. Öyle ki ‘‘Cumhuriyet kuşakları bile, Osmanlı Devleti’nde Türk unsurunun yerini ve işlevini kavrayamadan, Viyana kapılarına kadar giden Kanuni’yle öğündü durdu’’ (T. Timur). Bugün bize ‘‘milli geçmişimiz’’ diye öğretilen Osmanlı, gerçekte kozmopolit bir devleti ifade etmektedir. Kuşkusuz milli olmak tek başına bir erdem değil. Üstelik Osmanlı’nın gayri milli niteliği de, milletlerin henüz oluşmadığı bir zamanda kendi başına kötü veya iyi bir meziyet değil. Ancak Osmanlı üzerinden bunca çok ‘‘milli’’ böbürlenmeye gidildiği günümüz koşullarında, Osmanlı’nın gayri milli niteliğinin altını çizmek zorunlu. Bu bilinç, tarihin bir egemenlik aracı olmaktan çıkartılıp, insanlığın görece ilkel döneminde yaşanmış gerçekliğin bilgisi düzeyine yükseltilebilmesi anlamında da zorunlu. Mevcut resmi tarih yazımından, Türkmenlerin Osmanlı egemenliği altında yaşadığı gerçekleri, keza Osmanlının Türkleri nasıl gördüğünü de öğrenemiyoruz. Dolayısıyla ‘‘atalarımızın tarihi’’ diye bize belletilenlerden, gerçek anlamda atalarımızı da öğrenemiyoruz. Tam tersine hem atalarımızı hem de komşu halkların atalarını ezenlerin hamasi propagandasıyla dumura uğratılıyoruz. Esasen geçmişi ‘‘milli tarih’’ ekseninde okuma ve okutma çabası; ister onu bir milli böbürlenme nedeni yapmak, isterse milli olmadığı gerekçesiyle reddetmek şeklinde olsun yanlıştır. Çünkü imparatorluk tarihleri, hiçbir şekilde milli kalıplara sığamaz. Osmanlı tarihini ‘‘Türklerin tarihi’’, Osmanlının savaşlarını da ‘‘Türklerin savaşları’’ olarak okumak/okutturmak, gerçek Ekmek Dayanışması olası ayıplanmalar ya da sitemlerle karşılaşmaması hem de dayanışmanın somut sonuçlarını görmesi gibi avantajları da var. Toplu yardımlaşmanın, ‘‘birlikte yaşama’’ duygusunu geliştirdiği görmezden gelinemese de, ‘‘refleks’’ten çok, bilinçli bir tavır olarak bireysel yardımlaşma daha bir anlamlıdır. Birçok insan buna inanıyor olmasaydı, belki de bir şehir efsanesi olan, ancak mükemmel bir yardımlaşma yöntemi olduğu inkar edilemez şu ‘‘iki kahve biri askıda’’ yöntemi, insani anlamda bu kadar heyecanla karşılanmazdı. Bu yöntemde yardımseverlerin çokluğu, ‘‘bir topluluk refleksi’’ne yol açabilir elbette ama, yine de çoğalan sayısına karşın yardımseverlerin eylemi ‘‘tekil’’ bir dayanışmadır. Efsane şu: İtalya’nın Napoli kentinde kahveye gelen her müşteri garsona ‘‘bana iki kahve, biri askıda’’ diyerek verir siparişini. Garson kahvenin birini sipariş sahibine verir, diğer kahvenin sipariş fişini de askıya asar. O askıdaki kahve fişi, kahve alacak parası olmayan kasaba yoksulları içindir. Ne zaman gelirlerse, o fişlerle kahve içme şansları vardır. Yardım eden ile yardım edilenin, yani olası böbürlenme ile olası mahcup olmanın asla karşılaşmadıkları, çok incelikli bir ‘‘dayanışma’’dır bu. Shaker’ların, kendilerini başka topluluklardan yalıttıkları için ‘‘toplu bir refleks’’e dönüşmüş yardımlaşmalarından daha anlamlı, daha içten bir dayanışmadır bu. Ne bir tarikat kuralıdır ne de bir din emri. Küçük yardımların hiçbir ‘‘dış’’ etkiye bağlı olmadan kolayca yapılabileceğinin de örneği. Ne bir organizasyon gereklidir bunu gerçekleştirmek için ne de yardım çığlıkları şart. Basit, ama yürek titreten bir duyarlılıktır bunu gerçekleştiren. ??? Eğer, Shaker’larınkinden çok daha farklı olan, yoksulluk kaynaklı Anadolu yardımlaşma türü ‘‘imece’’ tarihe karışmasaydı, Napoli patentli ‘‘askıda kahve’’ inceliği Türkiye’ye girdiğinde bu kadar şaşırmazdık. Yazılanlara göre, Sivas’da, Kocaeli’nde, Manisa’da, İstanbul’da yaygınlaşan bu yardımlaşmanın Türk versiyonu ‘‘askıda ekmek’’ olarak gerçekleştiriliyor. Şimdinin Burdur valisi Mustafa Rasih Özbek’in, Manisa valisiyken fırınlarda uygulatmaya başladığı bu İtalyan usulü imece başka kentlerde de yayılıyormuş. Artık birer ‘‘tarikat’’ emri olan yardımlaşma karşısında, dini ya da dünyevi hiçbir beklentisi olmadan yapılan bu dayanışmada ekmeğin ‘‘askıda’’ olması, aslanın ağzında olmasından daha iyidir elbette. Hele insanlığın ‘‘askıya’’ alındığı bir dünyada. O smanlı tarihi ile Türk tarihi arasında kurulacak ilişki, Osmanlı’nın Türkmenlerce kurulmuş olması ve Osmanlı’nın egemenlik kurduğu toprakların bir kısmının bugün Türkiye’nin kurulu olduğu topraklar olmasından ibarettir. ürklerin tarihi, Osmanlıların tarihinden çok Akkoyunluların, Karamanoğullar ının, Safevilerin ve tabii Baba İlyas’ların, Şeyh Bedrettin’lerin, Pir Sultan’ların tarihi olabilir. leri çarpıtmaktır ve ne yazık ki ikinci dönem Cumhuriyet tarihçiliği kendi nesillerine böyle bir tarih öğretmektedir. Kaldı ki Türklerin tarihi yazılacaksa bunun Osmanlı’ya karşı bir tarih olması zorunlu. Çünkü Osmanlı, öncelikle Türk beyliklerinin düşmanı, yokedicisi olmuştur; ikincisi kendi içinde otantik Türkmen kültürünün ciddi bir tasfiyesinden sorumludur. Dahası Osmanlı tarihi, diğer halklardan daha da ağır bir şekilde Anadolu halkına karşı saldırı ve katliamlar tarihidir. Osmanlı tarihi ile Türk tarihi arasında kurulacak ilişki, Osmanlının Türkmenlerce kurulmuş olması ve Osmanlının egemenlik kurduğu toprakların bir kısmının bugün Türkiye’nin kurulu olduğu topraklar olmasından ibarettir. Bunun dışında Türkler’in tarihi, Osmanlı’ların tarihinden çok Akkoyunluların, Karamanoğullarının, Safevilerin ve tabii Baba İlyas’ların, Şeyh Bedrettin’lerin, Pir Sultan’ların tarihi olabilir. Durum buyken Osmanlı’nın Türkmen Safevilerle savaşı, Türklerin ‘‘İranAcemŞii’’ devletiyle savaşı olarak öğretilebiliyor hâlâ! ‘ŞALVARI ŞALTAK OSMANLI’ Esasen tarihi ulusların ve uluslararası mücadelenin tarihi olarak okumak, tarihsel realiteyi anlamayı olanaksızlaştırır. Modern öncesi tarih, gerçekte ulusların henüz oluşmadığı bir sürecin bilgisidir; dolayısıyla tarihte kurulan devletlerin etnik bir bilinç ve etnik düşmanlıklar üzerinden kuruldukları iddiası, ancak aptalların veya insanları köleleştirmeye çalışan demagogların iddiası olabilir. Dahası Osmanlı egemen sınıfı ve kültürü, içinden geldiği Türkmen halkı ve geleneği dışlayan, kozmopolit bir gerçekliği yansıtmaktadır. Kaldı ki aksi iddiada olanlara, Osmanlı yönetici kastı Kapıkulu içine Türk alınmadığını, buna karşılık çoğunluğunun Sırp ve Rumlardan oluştuğu bilgisini de özellikle anımsatmak gerek. Bizi modern tebaalar olarak yaşatmak isteyenlerin uydurduğu Osmanlı tablosunun aksine, Türkmenler hiçbir zaman kendilerini Osmanlı saymamışlar. Tabii Osmanlı da hiçbir zaman Türkmenleri kendinden saymamıştır. Anadolu’nun Türkmen halkı için Osmanlı; ‘‘Osmanlı hanedanına, sarayda yaşayanlara, Osmanlı idare teşkilatına mensup, Osmanlı idare teşkilatında görevli, kentlerde yaşayıp bu devletin çeşitli alanlarında hizmetinde olan kişilere verilen addır’’ (Z. Sarıhan). Halk, özellikle de Türkmen halkı, kendi kimliğini Sarayda oluşturulan Arap, Acem ve Bizans kırması kimlikte değil, Baba İshak’ta, Yunus Emre’de, Hacı Bektaş’ta, T Pir Sultan Abdal’da, Nasrettin Hoca’da, Şeyh Bedrettin’de, Köroğlu’nda, Karacaoğlan’da, Dadaloğlu’nda bulmuş; daha doğrusu bunlar, onun siyasal önderi ve kahramanları, ozanları, mizahçıları, düşünürleri ve insancıl yüzü olarak tarihte yer almışlardır. Oysa Osmanlı egemen aklı Yunus Emre yolunda yürüyenlere, bizzat Şeyhülislam Ebussuud Efendinin fetvasıyla düşünüş ve yaşam tarzları ‘‘küfür’’, cezaları ‘‘ölüm’’ yargısı biçilmiştir. Türkmen deyişinde olduğu gibi halk için Osmanlı; ‘‘Şalvarı şaltak Osmanlı / Eğeri kaltak Osmanlı / Ekende yok biçende yok / Yemede ortak OsmanlI’’ olmuştur (F. Sümer). Dadaloğlu gibi direnme gücünü bulmuş olanlar için ise, kurtulunması gereken bir düşmandır Osmanlı; ‘‘Belimizde kılıcımız kirmani / Taşı deler mızrağımın temreni / Hakkımızda devlet etmiş fermanı / Ferman padişahın dağlar bizimdir.’’ Osmanlı’ya kapılanmak isteyen Türkmenlerin çizdiği tablo ise, Mesihi’nin dizelerinde, Osmanlı mekanında Türkmene yer olmadığının dramatik bir ifadesidir: ‘‘Mesihi gökten insen yer yok / Yüri var gel Arabdan ya Acemden.’’ Osmanlı’nın Türkmen’e bakışı da alabildiğine aşağılayıcıdır. Osmanlı bürokrasisinin en gözde iki ismi bu bakış açısını şöyle yansıtır: Hoca Sadeddin Efendi, ‘‘Başına tac aldı çıktı ol pelid / İtdi biidrak etrakı mürid’’ (yani Şah İsmail’i kastederek, bir alçak başına taç alıp çıktı / idraksiz Türkler etrafında mürid oldular) derken, Koçi Bey, Yeniçerinin ‘‘bozulmasını’’, Ocak’a ‘‘Haremi Hümayun’a hilafı kanun Türk ve Yörük ve Çingane ve Yahudi ve bidin, bimezhep nice kallaş ve ayyaş...’’ (yani kanun yasak etmesine rağmen Türk, Yörük, Çingene ve Yahudi dinsiz, mezhepsiz, kalleş ve ayyaş) girişiyle açıklayarak, Osmanlı resmi siyasetinin Türkmen’e bakış açısını ortaya koyar. Adli mahlasıyla şiir yazan padişah II. Beyazıt’ın, ‘‘Değme etrak ne bilsin gamı aşkı Adli Sırrı aşk anlamaya hallice idrak gerek’’ Türkçesiyle, ‘‘Türkler ne anlar aşktan Adli / Aşkın sırrını anlamaya epeyce akıl gerek’’ diyerek, aynı bakışı yansıtmaktadır. Bir diğer örneğimiz Osmanlı Divan edebiyatının en seçkinlerinden Baki’ye ait; okullarda çocuklarımıza ‘‘en büyük Türk atalarından’’ diye tanıtılan Kanuni’ye sunduğu şiirinde; ‘‘Her tac olmaz fahru fena ehline sertac Türk ehlinüney hace biraz başı kabadır’’ der. Yani, ‘‘her taç yoksulluk ve yokluk ehline baştacı olmaz. Ey hoca Türk toplumundan olanın başı kabadır, sultan olma yeteneğinden yoksundur’’ demektedir. S ‘Etrak ı bi idrak’ Geçmişine böylesi yabancılaşan bir sarayın kültürel olarak da geçmişini sürdürmesi düşünülemezdi. ‘‘Saray’da anadili Türkçe olan pek az insan bulunması’’ (P. Mansen) bir yana, kullanılan resmi dil de, her ne kadar Türkçe temeli üzerinden yükseliyorsa da, Farsça ve Arapça kelimeler ve asıl önemlisi bu dillerin gramerinden türetilmiş Osmanlıcaydı. Osmanlı kurumlaştıkça, halk ile Saray arasındaki uçurum, kendini dilde de göstermek üzere derinleşiyordu. Aşık Paşazade’nin de belirttiği gibi, Osmanlı’da; ‘‘Türk diline kimesne bakmaz idi Türklere hergiz gönül akmaz idi Türk dahi bilmez idi bu dilleri’’ Dildeki bu yabancılaşmada kendini gösteren Osmanlılık, aynı zamanda bu yeni kırma diliyle halkı aşağılayan bir egemenliğin de oluşturucusuydu. Dolayısıyla bu süreç, ‘‘Türk devlet geleneğinin bir evrimi’’ olmaktan çok, yeni faktörlerle birlikte ona yabancılaşan bir nitelikle Osmanlılaşma süreciydi. Bu çerçevede ‘‘Türk’’ kelimesinin resmi görevlilerin rapor ve yazılarında genellikle aşağılama ve küçümseme ifadeleri olarak kullanıldığı gerçeği de çarpıcıdır: İbni Kemal, Naima, Hoca Saadettin Efendi, vb. aynı zamanda şeyhülislam, vezir gibi yüksek görevler de yapan, Osmanlının resmi tarihinin de yazıcıları olanların kaleminde Türkler (ve Kürtler); ‘Türkü sütürk’ (azgın Türk), ‘Türk bed lika’ (çirkin yüzlü Türk), ‘Etrakı bi idrak’ (anlayışsızakılsız Türkler), ‘Nadan Türk’ (kaba, cahil Türk), ‘EşirraEtrük’ (şerli, çok kötü Türkler), Kızılbaşı evbaş (kızılbaş rezili), Etraki napak (pis, murdar Türkler), Ekradı bi akl u din, cemaatı kallaş (akılsız ve dinsiz Kürtler, kalleş cemaat), vb... Bu ifadelerden başka bir milliyetin Türk düşmanlığını çıkarmamak lazım kuşkusuz. Ancak egemen sınıf olan devşirme kapıkulu ve Saray’ın reayaya, halka, dolayısıyla başta Türkmen olmak üzere Anadolu halkına karşı aşağılayıcı bakış açısının ideolojik dışavurumu ile karşı karşıyayız. haker’ların inançları gereği mobilya yapımında hiç çivi kullanmadıklarını duymuştum. Son derece pratik, kolayca üretilebilen, hafif malzemeden yapılmış mobilyalarında çivi kullanmanın ne gibi sakıncası olduğunu anlayabilmiş değilsem de, tarikatın kendince önemli bulduğu gerekçelerle çivi kullanımını yasaklaması mobilya sanatında önemli bir aşama sayılır. Shaker türü mobilyanın hem pahalı hem de çok sade olduğu için haklı bir ünü vardır. Shaker’lara ilişkin olarak bildiğim ikinci olgu ise, bizim Anadolu’daki ‘‘imece’’ye benzer bir yardımlaşma yöntemleri olduğudur. Yaz başında tüm Shaker’lar toplanırlar, başka yardımların yanı sıra, ihtiyacı olan topluluk üyesine el birliğiyle, içinde rahatça yaşabileceği büyüklükte ev yaparlar örneğin. Benzeri yardımlaşma türüne birçok toplulukta rastlanılmasına karşın, Shaker’ların öne çıkmasının nedenlerinden biri, işte bu hiç ‘‘çivi kullanmama’’ adetleridir. Yoksa, toplu yardımlaşmanın iyi bir özellik olduğunu düşünüp de sadece bunu öne çıkaracak insan aklı nerede? O çiviyi kullanmış olsalardı, Shaker’lar bu kadar dikkat çekmezlerdi diye düşünüyorum. Çivi kullanmanın günaha yol açan ne tür bir sakıncası olduğunu h?l? bilmem. Tarikat mantığına akıl sır erdirmek kolay değil. Garipliği bir yana tüyler ürperten ‘‘ibadetleri’’ olan tarikatlar da vardır. Örneğin ‘‘Saga’’ adlı topluluk üyeleri insan öldürmeyi dini inançlarının bir gereği sayarlardı. Çünkü tanrılarının insan kanına ihtiyacı olduğuna inanmışlardır. Bu tarikatın en garip tarafı öldürmek için sadece yolcuları, seyahat edenleri seçmesidir. Shaker’ların çivi yasağı, bunlarınkiyle karşılaştırıldığında elbette son derece masum bir ibadet. Dışa kapalı, aynı dinin diğer mezheplerine mesafeli, dolayısıyla yalıtılmış bir yaşam sürdüren Shaker’ların birbirleriyle yardımlaşmaları, ‘‘dayanışma’’dan çok farklı anlamlar taşır bence. Bir din emri ya da tarikat kuralı haline geldiğinde ‘‘dayanışmaya’’ temel olan gerekçe, bireysel merhamet duygusundan değil, ‘‘topluluk refleksi’’nden kaynaklanır. Reflekslerin de genellikle duyguyla bir bağı yoktur. Sadece insanlar arası ilişkilerde değil hayvanlar dünyasında da ‘‘refleks’’ kaynaklı dayanışma vardır. Yarasaların örneğin, hasta arkadaşları için yiyecek depoladıkları söylenir. ??? ‘‘Topluluk refleksi’’ haline dönüşmüş yardımlaşmalarda, birliğe, beraberliğe vurgu yapmak için çok malzeme bulunabilir elbette ama, bireysel yardımlaşmada, oranı ya da katkısı ne olursa olsun manevi tatmin olgusu daha doyurucudur sanki. İnsan kardeşine kendi belirlediği boyutta yardımlarda bulunmanın, hem topluluk içinde yardım edenin katkı payının az oluşundan ötürü ‘YARGILANMAZ’ KARARI İPTAL 26 Haziran İşkence Görenlerle Dayanışma Günü’ydü. Gençliğimden bu yana kendime sorduğum bir soru vardır: ‘‘Ben işkenceye dayanabilir miyim?’’ Bu yanıtı çok zor olan soruyu sorduğumda aklıma hemen Orwell’ın tüm diktatörleri ve zorba iktidarları anlattığı ‘‘1984’’ adlı romanından uyarlanmış bir film gelir. Filmde milyonlarca insanı kandıran ve onları birer robot haline getiren bir Büyük Birader ve yardımcıları vardır. Filmin kahramanı erkek, diğer insanlardan farklı düşünmektedir, yasak olan bir şeyi yapmış, bir kadına âşık olmuştur. Türlü işkencelerden geçer, ama tutkusunu, aşkını korur. Öte yandan, Büyük Birader’in çok usta işkencecileri vardır, adamın yaşamını araştırırlar ve onda çocukluktan kalmış bir fare fobisi olduğunu görürler. Ertesi gün işkenceciler adamın kafasına bir kafes geçirirler, kafesin küçük bir kapıyla kapatılmış bir bölümü vardır ve orada çok kocaman ve aç bir fare durmaktadır. Adam donup kalır, çünkü az sonra bir mekanik kolla kafesi bölen kapı açılacak ve fare, adamı yüzünden yemeye başlayacaktır. Adam o anda her şeyi kabul eder, artık aşk ve tutku onun belleğinden sonsuza dek silinmiş ve Büyük Birader kazanmıştır. AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Adı ‘Çaresizlik’ Olan Bir İşkence Türü ama elimden, elimizden hiçbir şey gelmiyor. İdam edildiği gün ben çaresizliğin ne olduğunu anladım. O zamanlar okul müdürüyüm ve müfettişlerin teftiş zamanı, yani okula gitmesem olmaz, çaresiz gidiyorum ve sadece dua ediyorum, müfettişlerin karşısında ağlamamak için dua ediyorum.’’ Pek çoğumuz bu duyguyu hayatımızda pek çok kez yaşamışızdır. Kimi zaman donup kalırız, kimi zaman kendimizi yeriz. Hiç unutmam, o zamanlar Cihangir’de oturuyorum, arka tarafta karanlık, çalılarla kaplı bir bölge var. Gece yarısı canhıraş, hiç durmayan bir çığlık bütün mahalleyi uyandırıyor. Ses çalılıktan geliyor, tinerci bir çocuk, orada hiç durmadan çırpınıyor, çığlık atıyor. Ve biz hiçbir şey yapamıyoruz. Polise haber vermek olmaz, kim bilir nasıl dayak ver, nasıl aşağılanır, Umut Çocukları Vakfı o saatte kapa Öyle, ‘‘işkence’’ denince, ‘‘işkenceye dayanmak’’ denince benim aklıma hep bu görüntüler gelir ve ürperirim. Dostlarımın, arkadaşlarımın, bu ülkenin pek çok güzel insanının geçtiği işkenceleri anımsarım. Gerçi onlar işkenceciler adına utandıkları için çok şey anlatmazlar, ama sözün bir yerinde bir esinti onların neler yaşadıklarını benim kulağıma fısıldar. Yeri boş bir tırnak, hiç geçmeyen bir boyun ağrısı, gücünü vaktinden önce yitiren bir kol, geceleri ışıksız yatamama, belirtiler pek çoktur ve kolay kolay gizlenemez. Bir de topluca yaşadığımız işkenceler vardır, burada işkence aleti çaresizliktir, elimizi kolumuzu bağlayan o müthiş acımasız duygudur. Arkadaşlarımdan biri en çok utandığı, kahrolduğu günü şöyle anlatmıştı: ‘‘Ankara’dayız, 12 Eylül darbesi olmuş, Erdal Eren’in yaşını büyüttüler, onu asacaklar, yakınlarını çok iyi tanıyorum, lı. Bize de öğretmişler, tinercilere pek yaklaşmayın, tehlikeli olabilirler. Bütün mahalle donup kalıyoruz ve tinerci çocuk çığlıklarını sürdürüyor. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte vakfa haber veriyoruz, işin uzmanları onu yatıştırarak bulunduğu yerden çıkarıyorlar. Öyle, işkence sadece fiziksel bir şey değil, bir ruh örselenmesi; evimin yakınlarında bir ev var, ne zaman önünden geçsem onu görüyorum, evin balkonunda tekerlekli sandalyede oturan o gencecik çocuğu. Öylece gelip gideni izliyor. Biliyorum, tek başına hiçbir şey yapamaz. Tekerlekli sandalyesine binip parka gidemez, kahveden içeri giremez, tiyatro izleyemez, çünkü bu ülkede sakatlar kimsenin umurunda değil, varsın evlerinde otursunlar. Ne yazık ki böyle... O orada öylece oturacak ve yurttaş olarak ben ve pek çok kişi, her gün onun bu çaresizliğine ve kendi çaresizliğimize tanık olacağız. Balkondaki güllerin kokusu ansızın yitip gidecek. Bu kadar karamsarlık yeter. Evet, işkenceyi önleyebiliriz, bu hayat Büyük Birader’lere bırakılmayacak kadar güzel. [email protected] Belçika’da Erdal dosyası ‘sil baştan’ ELÇİN POYRAZLAR BRÜKSEL Belçika’da Yargıtay, terörist Fehriye Erdal’ın Türkiye’de işlediği suçlardan dolayı Belçika’da yargılanamayacağına ilişkin verilen kararı iptal etti. Yargıtay, dosyayı farklı hâkimlerden oluşacak bir mahkemeye yönlendirdi. Yargıtayın gerekçeli kararının bugün açıklanması bekleniyor. Sabancı ailesinin avukatı Fernand Schmitz, karardan duyduğu memnuniyeti ifade ederken Gent Mahkemesi’nin geçen yıl ekim ayında aldığı kararının geçerliliğini yitirdiğini, dosyanın, aynı mahkemede, ‘‘sıfırdan’’ ele alınacağını belirtti. Yargıtay oturumunda Erdal’ın Türkiye’deki suçlarından dolayı Belçika’da yargılanmasına karşı çıkan savcı, ‘‘yeni gerekçelerden’’ söz ederken ‘‘Türkiye’nin iade talebi bulunduğunu, bu talep yanıtlanmadıkça sanığın Belçika’da yargılanamayacağını’’ ileri sürdü. ERDAL’IN İZİ HÂLÂ BULUNAMADI Sabancı suikastı zanlılarından olan Erdal, 1999’da, Belçika’da sahte pasaportla yakalanmıştı. Belçika, Türkiye’nin iade talebini, ölüm cezasının yasalardaki varlığı nedeniyle reddetmiş ve Erdal’ın siyasi sığınma başvurusunu da geri çevirmişti. Erdal, bir yıl kadar hapis yattıktan sonra bir evde gözaltına alınmıştı. Belçika’da işlediği suçlardan yargılanması çerçevesinde, geçen 28 Şubat’ta Bruges Ceza Mahkemesi tarafından 4 yıl hapis cezasına çarptırılan Erdal, kararın açıklamasından iki gün önce Belçika gizli servis elemanlarınca izlenmesine karşın izini kaybettirmişti.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle