05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler HAZİRAN CUMA Yaşamı Değiştirmek mi? Y aşamla aramızda hiç bitmeyen bir etkileşim var. Biz yaşamı değiştirmeye çalışırız. Yaşam da bizi değiştirmeye çalışır. Yaşamı istediğimiz gibi değiştiremezsek ‘‘mutsuz’’ oluruz. Yaşam bizi gerektiği gibi değiştiremezse ‘‘uyumsuz’’ görünürüz. Eğitim, çalışma, para kazanma, dostlar edinme, kitap okuma, film izleme, politik görüş kazanma gibi çabalarımızın hepsi de ‘‘yaşamı değiştirme’’ uğraşıdır. Çevreden etkilenme, yeni görüşler kazanma, bakış açımızın değişmesi, politik görüşlerimizin değişimi gibi tutumlar da ‘‘yaşamın bizi değiştirdiği’’ göstergeler. Bizim eksenli davranışımız ve yaşamı değiştirme çabalarımız kimi kez ‘‘tutuculuk, değişimi algılayamama, uyum sağlayamama’’ olarak görünür. Biz de eksenli davranışımızın yaşamı değiştirmediğini düşünüp çabalarımızın boşuna olduğu duygusuyla umutsuzluğa düşeriz. Ama, eksen değiştirip yenilikle PENCERE ‘Güzel Güzel Cevap ’ OKTAY AKBAL ERDAL ATABEK re uyum sağlayanların içinde de ‘‘kişiliksiz uydumcu’’ olduğuna ilişkin kuşku sürüp gider. Bu iç oyucu kuşkuyu da uyum sağlamanın kazançlarıyla avutmaya çalışırlar. Oysa gerçek, çoğu kez ikisinin karşılıklı etkileşimi ile belirlenir. Ne bütünüyle yaşamı biz değiştiririz. Ne de yaşam bütünüyle bizi değiştirir. Önemli olan ‘‘yaşamı yönetebilmek’’tir. ‘‘Yaşam yönetimi’’ yeni bir kavram. Kazanılması gereken donanımın en önemlisi. En üst düzeydeki beceri. Bilginin, bilincin, donanımın, becerinin, ustalığın büyük bir ‘‘iş ve güç birliği’’. ‘‘Yaşam yönetimi’’, kişinin gerçek gücünü bildiği, hedeflerini seçtiği, kendi yapabilecekleri ile yapması gerekenleri doğru yerde, doğru zamanda buluşturduğu büyük bir özyönetim ustalığı. Kendisiyle çevre koşulları arasında doğru stratejiyi belirlediği planlama gücü. Teslim almadan ve teslim olmadan buluşmayı başardığı değişim. Kendisine seçtiği ekseni sorgulamayı başaran bir eleştirel bakış açısı. Doğru ekseni kaybetmeyen bir uzgörüşe sahip olma. İnsanı, dünyayı, yaşamı, başarıyı, başarısızlığı doğru algılayan bir bilince sahip olma. Ne olduğunu, ne olmadığını bilme. Ne olacağını, ne olmayacağını doğru kestirme. Ustaca bir öngörü. Olmak istediğine yönelen kararlı bir irade. Bu kararlı iradeyi sürdürecek CHP Kemalist mi? P rof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı 23 Mayıs 1999 günlü ‘Cumhuriyet’te şöyle yazmıştı: ‘‘Eğer Türk Devrimi henüz amacını tam olarak gerçekleştirememiş ise... Eğer devrimin bazı kazanımları bile bugün tehlikede ise... Ve eğer, tüm bunlara karşın CHP seçim barajının altında kalmış ise...’’ Gerçekten de 1999’da CHP seçim barajında kalmış, TBMM’ye bir ek temsilci bile sokamamıştı!.. Kışlalı, bunun nedenini şu sözlerle açıklıyordu: ‘‘Bunun ‘tarihsel kimliğin’ yitirilmiş olmasından daha geçerli ne açıklaması olabilir? Ve de CHP’nin tarihsel kimliği yarına taşımaktan daha ileri, daha ‘solcu’ ne gibi bir işlevi bulunabilir? Kemalizmi ‘geçmişin bekçiliği’ sananlar ‘geleceğin öncülüğünü’ yapmak fırsatını kaçırmaya mahkumdurlar.’’ Aradan yedi yıl geçti. Bu arada Kışlalı öldürüldü. CHP’nin tarihsel ödevi CHP’lilerin devrimin öncüsü olmak ülküsü, düşüncesi unutulur gibi oldu! Bir Kışlalı mıydı o günlerde bu özlemi yaşayan, yaşatan? Atatürk’ün Cumhuriyetine inanan nice yüz binler vardı... Yine de var! Ülkenin en uzak köylerine, kentlerine gittiğinizde karşılaşıyorsunuz onlarla!.. Kökten CHP’lilerle, Kışlalı’nın özlediği devrimleri savunan yığınlarla... Ama CHP’de Kemal Atatürk’e ve onun ulusa kazandırdıklarına inanan kalmadı mı?.. İlle başka yorumlar, başka çıkışlar mı var?.. Bu kafayla CHP her seçimde daha kötü durumlara düşmekte! Bir avuç kişi kendi hesaplarına göre yönlendirmekte tarihsel partiyi... Kışlalı o yazının başında bakın ne demiş: ‘‘Göğsünü gere gere ‘Ben Kemalistim’ diyemeyenin CHP’nin yeni genel başkan adayı olmaya hakkı bulunmamalıdır.’’ CHP Başkanı’na ve yanındaki kadroya sorsak ‘‘Kemalist misiniz?’ diye, ‘evet’ diyebilirler mi? İçtenlikle, bilgiyle, görgüyle, yararına inanarak, Kemalizmin ilkelerini benimsediklerini söyleyebilirler mi? Yıllardır CHP liderliğinin bir oraya bir buraya dönüşler yaptığını Blair’cilikten Anadolu solculuğuna, ordan daha başka yerlere sıçradığını... Her şey var, ama Kemalizmin bir tek ilkesi bile yok!.. Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın tarihsel bir önem taşıyan bu uyarısını, güncelliğini hâlâ koruyan uyanış çağrısını, bir kez daha okurlarıma sunmak istiyorum: ‘‘Önce tarihsel kimliği 21. yüzyıla taşıyacak bir hareket başlatılmalı. İnsanlar bir düşünce bütünlüğünün etrafında buluşmalı ve hareketin en iyi sözcüsünün kim olacağı daha sonra gündeme gelmeli... Ya o bayrağa layık olun ya da bayrağınızı ve adınızı değiştirin.’’ azim ve sebat. Yaşamın iniş çıkışlarına göğüs gerecek bir dayanıklılık. ‘‘Yaşam yönetimi’’, bütün bunların olumlu bir bütünleşmesi. Ağlamak yerine düşünmek. Sızlanmak yerine silkinmek. Yakınmak yerine yapıcılık. Beklemek yerine harekete geçmek. Yarının yerine bugünü koymak. ‘‘Belki’’nin yerine ‘‘kesinlikle’’yi getirmek. ‘‘Kim’’ diye soracağına ‘‘ben’’ diyebilmek. ‘‘Yaşam yönetimi’’ni başarmak. Yaşamı biz mi değiştiririz? Yaşam mı bizi değiştirir? Yönetebilirsek, yaşamı biz değiştiririz. Yönetemezsek, yaşam bizi önüne katar ve sürükler. Belki de öğrenmemiz ve öğretmemiz gereken en önemli şey budur. email: erdalatak?gmail.com erdalatak?superonline.com www.erdalatabek.com K Ciddiyetsizlikler D İL ne tuhaf: Aynı sözcük, ufacık bir eklentiyle hayli değişik bir anlam kazanabiliyor. Örneğin, ‘‘ciddilik’’ ve ‘‘ciddiyet’’ sözcüklerini alın: İkisi de Arapçadan gelen ‘‘ciddi’’ sıfatıyla yapılmış iki ‘‘isim’’; biri Türkçeleştirilmiş olsa da, ilk bakışta aynı anlama gelirlermiş gibi. Ama, ‘‘Durumun ciddiliğini görmek gerekir; çünkü devlet ciddiyetini yitirmek üzere’’ deyince bir ‘‘nüans’’, yani ‘‘ayırtı’’, bir ‘‘ince fark’’ oluşmuyor mu? ‘‘Durumun ciddiliği’’, tehlike içeren vahim bir durumu anlatıyor, ‘‘devlet ciddiyetinin kaybı’’ ise, devlete yakışmayan bir niteliği öne çıkarmakta. Evet, devlet ciddiyetini yitirmek üzeredir. Ciddiyetini yitiren devletin vatandaşlarının ve başkalarının gözünde nasıl ve niçin ‘‘aciz’’leşece MÜMTAZ SOYSAL ğini ayrıca belirtmeye gerek var mı? Kıbrıs davasındaki ciddiyet kaybına bakın: Resmen tanıdığınız bir devletin ‘‘işgaliniz altında tabi otorite’’ olduğunu söyleyen siyasal nitelikli bir ‘‘yargı’’ kararı çıkıyor, siz de bu sonuca isyan etmeyip karara uyuyorsunuz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Loizidu kararındaki durum buydu. Ankara, o konuda haklı çıkabileceği bir hukuk kavgasını göze alamadı. Siyasal niteliğini ileri sürerek kararı uygulamamak, kimilerince korkulanın aksine, Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nden çıkarılmasına kadar gitmezdi; çünkü, işin özüne bakarsanız, başta İngiltere olmak üzere Konsey üyelerinin çoğu bu ‘‘siyasal’’ niteliği bilmekteydiler ve işi ‘‘çıkarma’’ aşamasına vardıramazlardı. Bu ciddiyet kaybı, KsenidesArestis davasındaki yeni ciddiyetsizlikler de eklenince Türkiye’yi çok daha ‘‘ciddi’’, yani ‘‘vahim’’ başka durumlara sürüklemiştir: Yine ‘‘işgalci’’ sıfatıyla ‘‘davalı’’ sayılmak, sonucu azıcık erteletme uğruna KKTC’ye bir ‘‘tazmin komisyonu’’ kurdurmak, oraya yabancı uyruklu iki üye almak ve söz konusu mülk arazisinin Osmanlı vakfı olduğu Gazimağusa mahkemesince hükme bağlandığı halde, ‘‘davacı madam komisyona başvurursa kendisine 460 bin Kıbrıs Lirası ödenebilece ğini’’ açıklamak, ne Türkiye Cumhuriyeti’nde devlet ciddiyeti bırakmıştır, ne de tanıdığı KKTC’de. B ay Kretschner, geçen gün bu sütunda yazılanı doğruladı ve merkezdeki amirlerinin söylediklerini tekrarlamakta gecikmedi: Şemdinli kararının çabuk verilmesinden memnunmuş, ama arkası getirilmeliymiş. Neyi ima ettiği belli. Bu sözün Brüksel’de edilmesi başka şeydir, bir büyükelçice bulunduğu başkentte edilmesi başka. Aslında bir diplomat böyle bir söz ederse, hangi ülkede ederse etsin, derhal ‘‘istenmeyen kişi’’ ilan edilir ve o ülkeyi terk eder. Buna ses çıkarmamak ciddiyetsizlik değildir de nedir? Hem öyle bir ciddiyetsizliktir ki, dışta saygınlık yitirici sonuçları, başka ciddiyetsizliklerden de ciddi olur. Aklın Yolu ‘‘Aklın yolu bir...’’ , halk bilgeliğinin günlük yaşamda en çok kullanılan sözlerindendir. Akılcı, özlü, anlamlıdır. Fakat ne yazık ki her zaman gerçekle örtüşmüyor. Zaman zaman ortak bir akılda buluşulsa da, akıl ve akıl dışı çoğu kez, belki her zaman bir arada yaşamını sürdürüyor. Daha da kötüsü, hem bireysel hem toplumsal yaşamda akıl dışının akıldan daha çok etkili olduğunu bile ileri sürebiliriz... Bu kavram ve konu üstüne ‘‘felsefi’’ bir deneme yazmak pek güzel olurdu, ama beni bu yazıda daha çok son günlerin siyasal gündemi ilgilendiriyor... ??? Deniz kıyısında, minik bir tatildesiniz. Hiç değilse bu birkaç günlük sürede, gazetelerle, ülkede olup bitenlerle ilişkiyi kesmek daha akılcı olabilirdi... Ne gezer! Tam tersine, el altında internet bulunmadığından, bütün gazeteleri alıyor ve sadece köşe yazılarını değil tüm haberleri didik didik okuyorsunuz... Şimdi bunlardan en çok sözü edilen birkaç tanesiyle ilgili olarak, aklın yolunun bir olup olmadığı üstüne gözlemlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum... ??? Van Üçüncü Ağır Ceza Mahkemesi’nin ‘‘jet’’ hızındaki kararına ilişkin yorumlar ön sırada yer alıyor. Aralarında bir ‘‘Cumhuriyet’’ yazarının da bulunduğu birçok köşe yazarı bu kararı alkışlar ve ‘‘çetenin çökertilmesi’’ için şimdi yürütme erkinin elinde güçlü bir dayanak bulunduğunu belirtirken, kimileri de bu ‘‘hız’’ı şaşırtıcı buluyor. Askeri Şura kararları öncesinde askere gözdağı vermek olarak yorumluyor. Birtakım usul noksanlıklarının, düşündürücü rastlantıların altı çiziliyor. Bir tek Şemdinli konusunda bile bu taban tabana zıt yorum karşıtlığı, aklın yolunun pek de bir olmadığını gösteriyor. Benim aklımı sorarsanız, ‘‘hız’’ konusunda şaşıranlardan yana olduğu gibi, şu soruyu da soruyor: Eli bu kadar çabuk bu mahkeme heyeti, Yücel Aşkın’ı cezaevine kapattıktan sonra elini neden o kadar ağırdan aldı? Ve bir soru daha: Aynı heyet, yargılama sonunda Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü’nü de ‘‘çete’’ye ka ATAOL BEHRAMOĞLU tarsa, Şemdinli kararını alkışlayan yazarlarımız ve AB temsilcileri böyle bir kararı acaba nasıl karşılayacaklardır? ??? CHP Genel Başkanı’nın ‘‘Cumhuriyeti sandıkta kaybetmeyeceğiz’’ ‘‘özdeyişi’’ üzerine kopartılan fırtınada akıl yollarının yine karıştığı gözlemleniyor. Bir grup yazara göre, aynı konuşma ya da demeçte yer alan ‘‘darbesiz, müdahalesiz, ihtilalsiz, muhtırasız...’’ vb. sözlere karşın, yukarıdaki ‘‘özdeyiş’’ bir darbe çağrısıdır... Bu gibi yorumların nedeni akıl karışıklığı mı, kasıt mıdır, ayrı konu. Benim aklım bu türden yorumların saçmalığını düşünmenin yanı sıra, CHP’yi sadece cumhuriyet değerlerini savunmakla tanımlayan bir muhalefet anlayışına yönelik eleştirileri de (hangi yönden gelirse gelsin) doğru bulmaktan geri kalmıyor... (Bu arada, solda birlik arayışları konusunda son günlerdeki olumlu gelişmelere ilişkin düşüncelerimi bir başka yazıya erteliyorum...) ??? Gelelim cumhurbaşkanlığı konusuna... Hakkındaki düşüncelerim bu köşenin okurlarınca çok iyi bilinen kişi cumhurbaşkanı olabilir mi, olamaz mı? Olmalı mı, olmamalı mı? Haksızlık etmemek için, birçok konuda farklı konumlarda bulunduğumuz birçok köşe yazarıyla bu konuda benzer düşündüğümüzü, ‘‘Olabilir, ama olmamalı...’’ görüşünde birleştiğimizi belirtmeliyim... Fakat, ‘‘Hürriyet’’te Ertuğrul Özkök, gündem belirleyici zekâ kıvraklığıyla soruyor: Ya bu olasılık gerçekleşirse ve ertesinde de bir darbe olursa, bu darbeyi destekler misiniz? Kendisi yanıtının olumsuz olduğunu şimdiden belirterek herkesi açık bir yanıt vermeye çağırıyor... Ben de, hiç kuşkusuz Ertuğrul Özkök sormadan da, birçoğumuz gibi, düşündüğüm ve zihnimde yanıtladığım soruya yanıtımı açıkça belirtiyorum: Eğer bu kadar önemli bir konuda aklın yolundan sapılacak, şu ya da bu nedenle akıl dışı davranılacak olursa; o zaman, biçimsel anlamıyla demokrasiye ne kadar uygun görülürse görülsün, bizim tek tek istençlerimiz, kabul ya da retlerimizin ötesinde, ahlaka da, sağduyuya da, öngörüye de, toplumsal vicdana da aykırı bir başka yol açılmış olur ki, orada olup bitecekler konusunda şöyle ya da böyle düşünmemizin hiçbir değeri ve anlamı kalmaz. Ve herkes, ama herkes sonuçlarına katlanır. ırk yılı aşkın bir süre önce Cumhuriyet’in Babıâli’deki eski konağında Nadir Nadi’yle yaptığımız ilk konuşmayı anımsıyorum... Gazetede çalışmaya başlayacaktım; Nadir Bey unutamadığım bir uyarıyı kendine özgü bir üslupla dile getirdi: ‘‘ Bizi Babıâli’de pek sevmezler’’ dedi, ‘‘şimdi sana saldıracaklardır; onlara güzel güzel cevap verirsin...’’ Başyazarımızın ‘‘güzel güzel’’ deyişini hiç unutmadım!.. ? Yunus Nadi ‘‘Yeni Gün’’ü ‘İstiklal Harbi’nde İstanbul’dan Ankara’ya taşımıştı; ‘Kurtuluş’tan sonra ‘Kuruluş’a gelince Atatürk: ‘‘ Çocuk’’ demişti, ‘‘Babıâli’ye git, Cumhuriyet’i çıkar!..’’ ‘Aydınlanma Devrimi’ tohumlanıyordu... Doğaldır ki her devrimin bir ‘karşıdevrim’i vardır; Cumhuriyet’i sevmeyenleri de kendi meşreplerinde ‘‘eşyanın tabiatı’’ndan saymak gerekir... Fransa’da karşıdevrim inişli çıkışlı yüz yıl sürdü... Bizimki kaçıncı yılında?.. İşte bu bizi sevmeyen karşıdevrimcilere Nadir Bey’in deyişiyle hep ‘‘güzel güzel’’ cevap vermeye çalıştım... ? Bugün karşıdevrim düpedüz iktidarda!.. Bu ‘‘zafer’’den başı dönen kimi dinci gazeteyle yandaşları öylesine yayınlar yapıyorlar ki tam gemi azıya almış gibiler!.. Bir örnek: Pazar günü çıkan ‘Vakit’ gazetesinin 9’uncu sayfasının manşetinde bilmem kaç punto harflerle sekiz sütun üzerine yarım sayfayı kaplayan saldırıyı ibreti âlem olsun diye aynen aktarıyorum... İlk sekiz sütun başlık: ‘‘Cuntacı İlhan Selçuk, işi Silahlı Kuvvetler üzerinden yalan haber yayınlamaya kadar vardırdı.’’ Daha büyük harflerle yine sayfa boyuna yayılan manşet: ‘‘Yalancı ve utanmaz!’’ Ve yine büyük harflerle spot: ‘‘(Cumhuriyet’in) Merkez binasına atılan bombaların Kara Kuvvetleri envanterine kayıtlı olduğunu gizleyen (...) cuntacı gazeteci İlhan Selçuk’un asker üzerinden yayınladığı yalan haberler, geçmişte olduğu gibi bu defa da müeyyidesiz mi kalacak? Genelkurmay, savcılar ve meslek kuruluşları GÖREV BAŞINA!’’ ? Genelkurmay, Vakit’in uyarısını dinleyip Cumhuriyet’e dava açar mı bilemeyiz; ama, biz bu kez ‘mezkur gazete’ye dava açacağız... Bir yararı olur mu?.. Açacağımız dava (Şemdinli davası gibi) bir buçuk ayda sonuçlanabilir mi?.. Bilemeyiz.. Bir iktidar gazetesi neye güvenerek bir başka gazeteciye ‘‘Yalancı ve utanmaz’’ diye açıkça küfretmek cüretini kendinde bulabiliyor?.. Bilemeyiz.. Ama Türkiye’de artık sap ile samanın birbirine karıştığını, her şeyin şirazeden çıktığını biliyoruz. ? Vakit (ve onunla birlikte davranan) kimi gazete ve dergi köşesinde Cumhuriyet’e atılan bombaların kökenini, markasını Cumhuriyet’in gizlediği üzerine haber, saldırı ve yorumlar çıktı... Gerçek ne?.. 12 Mayıs 2006 günlü Cumhuriyet’te Mehmet Faraç’ın yazısı: ‘‘Saldırıda MKE (Makine Kimya Endüstrisi) yapımı 15 yıllık bir el bombası kullanılmış..’’ 13 Mayıs 2006 günlü Cumhuriyet’in 9’uncu sayfa sekiz sütunluk haberi: ‘‘Polis üçüncü bombanın da daha öncekiler gibi MKE yapımı olduğunu tespit etti.’’ Ama, Vakit gazetesi ne yazıyor: ‘‘Cumhuriyet binasına atılan bombaların Kara Kuvvetleri envanterine kayıtlı olduğunu gizleyen (...) İlhan Selçuk...’’ Sonuç: İlhan Selçuk Cumhuriyet gazetesini askerin bombaladığını ya da bombalattığını gizliyor.. Ve Vakit bize küfrediyor: ‘‘Yalancı ve utanmaz!’’ ? Nadir Nadi’nin söylediği gibi bize saldırıp küfredenlere ‘‘güzel güzel cevap’’ verdikten sonra düşünüyorum: Bunların sırtlarını dayadıkları takıyyeci iktidarın dağlarına bir gün kar yağarsa Vakit’e ne olacak?.. Hiçbir yasa, kural, ölçü, terbiye, denge gözetmeden yapılan bu kadar cüretkâr bir yayının hedefi nedir?.. Bu yayın ne amaç güdüyor?.. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle