05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

HAZİRAN CUMA avrupadan YORUMLAR AVRUPA’DA ÜÇ TELEVİZYON PROGRAMI ÜRETEN SEBAHATTİN ÇELEBİ: C Sır ve Ayna ye’nin bir bütün olarak AB’ye gireceğine dair anlamlı bir işaret bulamıyoruz. Tersine beyanlara rağmen, böyle bu. Acaba haksızlık mı ediyoruz? Bugüne kadar herhangi bir yetkili Avrupalı politikacıdan, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tartışmaya açan ve geçersiz kabul eden herhangi bir talep duyduk mu? Hayır. Duymadık. Duyulmaz da. Çünkü “her söz gerçeği bire bir yansıtmaz”. Sözlerin, dolayımlı olarak gerçeğin bir parçası olduğu belki söylenebilir, ama özellikle yönetici siyaset sınıfının ağzından çıkan ifadeleri her zaman doğru ve değişmez kabul etmek, doğrusu bir tek “ensesine vurulup lokması elinden alınan” geniş halk yığınlarına yakışır. İşi bozan, aydındır. Aydın, gerçi halkın içinden çıkmıştır, ama entelektüel yetenekleri ve sorumluluk bilinciyle ondan farklıdır. İfadelerin arkasında neler yattığını, sadece hangi gerçeklerin açıklandığını değil, hangi gerçeklerin üzerinin örtüldüğünü de bilecek kadar gelişkin, kül yutmaz ve mücadelecidir. Dolayısıyla biz, Yugoslavya, Irak, Çekoslovakya, SSCB gibi ülkeler tarihe karışırken de onların toprak bütünlüğüne karşı resmi açıklamalar duymamıştık. Hatırlıyoruz. ??? Önemli olan, tarihsel gelişim sürecine içkin maddi çevre ve bu çevrenin hayatiyetidir. Bu hayatiyet içindeki gelişme doğrultusu, söylenenlerden çok farklı bir geleceğe doğru yürüdüğümüzü bize bağırıyor. Örneğin “Ermeni soykırımı” iddiaları neden 70’lerde patladı? Türklerden 70’lerde nefret edilmeye başlandığı için mi? Yoksa gerekçe, başka yerde mi? Anadolu topraklarında yaşanmış ve emperyalizmin doğrudan marifeti bir “büyük felaketin” faturası neden aradan 60 yıl geçince hatırlanıp Türkiye’nin tarihsel meşruiyetine ve kurucu akrabası Ekim Devrimi’ne bir darbe olarak sahneye çıkarıldı? Kimse kendini aldatmasın: AB, güçlü kurucuları hariç, Avrupa’daki hiçbir dengenin garantörü değil, tersine, her dengenin yeniden kurulması için oluşturulmuş bir siyasi ve ekonomik zor merkezidir. Şimdilerde asker aramaya başladılar. Avrupa ve komşularının hangi nedenle aynı kalacaklarını bilemiyoruz. Fakat, AB’yi “küresel aktör” konumuna yükseltecek kadar güçlü bir Türkiye’nin, mevcut AB felsefesine uymadığını hemen söyleyebiliriz. Neyse... Sonuçta, Karadağ’a bakan da hemen görebilir: Bir mafya kantonu olarak Karadağ, “Şerefsiz Osmanlı’ya Dönüş” projeleri için trajik bir ön modelden başka hiçbir şey değildir. Aynadaki sır, budur. 7 Türk medyasının ağırlığı yok OSMAN ÇUTSAY OSMAN ÇUTSAY F RANKFURT Çalışmalarını Frankfurt yakınlarındaki Mörfelden ilçesinde kurduğu redaksiyon ve stüdyoda sürdüren yayıncı Sebahattin Çelebi, Türk medyasının ciddi sorunlarla iç içe, ancak yine de yapılabilecek çok iş olduğunu savundu. Cumhuriyet’in sorularını yanıtlayan genç girişimciye göre, Türkçe medya Avrupa’da girdiği sınavlardan henüz yüzünün akıyla çıkmış değil. Yayın portföyünüze, kısa süre içinde, bir dergi (‘‘Platform’’) ile üç televizyon programı (‘‘Cafe Platform’’, ‘‘Başaranlar’’ ve ‘‘Göçenler’’) yerleştirebildiniz. Bugün geldiğiniz noktayı irdeler misiniz? Ancak imkanlarımız buna elvermeyince biraz beklemeyi, ağırlığı dergimize vermeyi uygun bulduk. Dergimiz belli bir seviyeye gelince de, Kanal D yetkililerinden gelen bir teklifi dikkate alarak programın çekimlerine başladık. İşte zorluk da bu noktada başladı. Başkalarına bağımlı olarak çalışmak zorundaydık. Ve tabii, bu sektörün kendisine özgü kuralları vardı. Çekememezlik gibi sorunlarla karşılaştık her şeyden önce. Bütün bunları aşmamız çok zor oldu. Ama 13 bölümlük bu sezon için planlanmış olan ‘‘Cafè Platform’’ bildiğiniz gibi farklı ve özgün içeriğiyle dikkatleri çekmeyi başardı. Orhan Gencebay’la başlayan ilk bölümümüzün ardından ünlü isimlerle dergimiz çizgisinde söyleşiler yaptık. ‘‘Yüzba bir alandaki hedeflerinizi ve aşmayı başardığınız engelleri, bize aktarabilir misiniz? ÇELEBİ Biz, ‘‘doğru dürüst yayıncılık’’ hedefliyoruz. Magazin kirliliğinden uzak, kaliteden yoksun çalışmalara yüz vermeden, içi dolu programlar yapmak istiyoruz. Dergimiz zaten bizim yayıncılık noktasındaki hassasiyetlerimizi gösteriyor. Asla kaliteden taviz vermeden, yayıncı sorumluluğuyla işler başarmak istiyoruz. Avrupa’daki Türkçe medya sizce nasıl bir durumda bulunuyor? Medyamızın yaptığı iyi şeyler ve olumlu yanları nelerdir? Sizce gerçekten de Avrupa medyasından çok geri bir medyaya mı sahibiz? Yoksa aramızda önemli nitel farklar bulunmuyor mu? ‘AVRUPA ONLAR İÇİN CAZİP DEĞİL’ ÇELEBİ Avrupa’daki medya, zoraki yapılanmış bir medya bence. Buradaki potansiyele yatırım yapan bir anlayıştan ziyade, sinekten yağ çıkarmayı hedefleyen bir mantıkla yatırımlar yapan büyük medya patronları, ‘‘Eh, az ama, biraz da buradan kazanalım’’ düşüncesiyle hareket ediyorlar. Avrupa onlar için aslında cazip değil. Ama rakipler yapınca, piyasada suni bir hareketlilik dikkat çekiyor. Avrupa’daki Türk medyasının yaptığı olumlu şeyler deyince, elbette ki bir vatandaşın oturum sorununu çözmesi gibi küçük örneklemeleri yapmayacağım. Yapması gerekenleri ve olması gereken konumuyla Türk medyasını değerlendirmeyi yerinde buluyorum. Türk medyası Avrupa’da faşist saldırılar gündeme geldiğinde dikkat çekiyor. Bunun haricinde ben ciddi bir ağırlığı olduğunu düşünmüyorum. Elbette ki yabancı kitlenin basını olmak gibi hazır bir etiketi var Türk medyasının. Ancak bu etiket sosyal açıdan çok da belirleyici bir faktör değil bence. Toplumsal sorunlara karşı basının durduğu yer çok önemli. Basın, ‘‘aktaran’’ olmaktan öte, çözüm önerileri sunan bir hüviyete sahip olmalı. Bu da, kendi entelektüel gazetecisini yetiştiren medya için geçerli. Bugün Avrupa’daki Türk medyasının bence en büyük sorunu kendi starlarını yetiştirememiş olmasıdır. Alman basınının da yazdıklarına, söylediklerine önem verdiği Türk basın mensupları yok denecek kadar az. ‘LOBİCİLİK YAPAMIYORLAR’ En büyük lobicilik, bence buradan başlıyor. Medya, bu noktadan bakıldığında lobicilik yapamıyor. Avrupa basını ile kıyaslandığımızda ‘‘azınlık medyası’’ olduğumuzu unutmadan geniş bir perspektiften bakarak değerlendirme yapmak gerekiyor. Biz, azınlık medyasıyız. İçsel bir milliyetçilik duygusuyla reaksiyon gösteriyoruz. Bu reaksiyonlarımızı ‘‘azınlık’’ psikolojisinden, ‘‘vatandaş’’ psikolojisine çevirebilirsek, burada yaşayan üç milyona yakın Türkiye kökenli vatandaşımıza çok önemli hizmet etmiş oluruz bence. Kimlik bunalımı yaşayan genç jenerasyonlara karşı da bunu çok önemli bir ödev kabul ediyorum. Aidiyet fikrini işlememiz gerekiyor ve Avrupa kültürlerinden kendi kültürümüze katacağımız çok önemli zenginlikler bulunduğunu ‘‘getto’’laşan kuşaklara anlatmak gerekiyor. Medyanın görevi sadece haber yapmak olsaydı, ‘‘yorumculara’’, ‘‘yazarlara’’ ihtiyaç olmazdı sanırım. G vrupa’daki medya, zoraki yapılanmış bir medya bence. Buradaki potansiyele yatırım yapan bir anlayıştan ziyade, sinekten yağ çıkarmayı hedefleyen bir mantıkla yatırımlar yapan büyük medya patronları, ‘‘Eh, az ama, biraz da buradan kazanalım’’ düşüncesiyle hareket ediyorlar. Avrupa onlar için aslında cazip değil. Ama rakipler yapınca, piyasada suni bir hareketlilik dikkat çekiyor. A SEBAHATTİN ÇELEBİ ‘‘Platform’’ dergisi ile başlayan yayıncı kimliğimiz aslında başka ulusal medyalarda altyapısını oluşturduğumuz bir birikimin neticesi idi. Platform gibi bir dergiyi yayınlamak ise, itiraf etmeliyim tek kelimeyle çılgınlıktı. Çok ciddi para gerektiren böyle bir çalışma için inanılmaz zor günler yaşayarak ve zor şartları aşarak dergiyi çıkardık. Her şeyden önce seviye sorunu vardı. Böyle bir derginin Almanya’da alıcı bulup bulamayacağı apayrı bir tartışma konusu idi. Ancak bugün gururla söyleyebilirim ki, dergimizin okur kitlesi oturmuştur. Eylül 2006 tarihinden itibaren aylık periyotlarla yayınlanacak olan dergimiz ekibini güçlendirmektedir. Yeni dönemde farklı yayıncılık çizgimizle yolumuza devam edeceğiz. ‘AĞIRLIĞIMIZI DERGİYE VERDİK’ ‘‘Cafe Platform’’a gelince... Cafe Platform, derginin yayınından sonra planlanmış bir projeydi. Dergi yayına başladıktan kısa bir süre sonra televizyon alanında bir şeyler yapmak istedik. şı’nın Hikâyesi’’ adlı bölümümüzle de yüzde 20 gibi bir izlenme oranını yakalayarak, diğer Avrupa yapımı programlarla aramızdaki farkı göstermiş olduk. ‘‘Başaranlar’’, yine ATV Avrupa için planladığımız bir proje. Çekimlerimiz devam ediyor. Çok yakında onu da ekranlarda izleme imkanı bulacaksınız. ‘‘Göçenler’’ için ise, hiç duyulmamış bir format diyebilirim. İzleyenlerin de bu karara varacaklarına inanıyorum. Show TV için hazırlanan bu yapımın çalışmaları sürüyor. ‘SEKTÖR ÇOK PAHALI’ Yaşadığımız sorunlara gelince... Her şeyden önemlisi bu sektörün inanılmaz pahalı olması bizi biraz zorladı. Gerekli olan bütün ekipmanı tamamlamak için ciddi rakamlar gerekiyordu. Ekipmanlarımızın temininin ardından hızla yola koyulduk ve yeni projeler gerçekleştirerek sistemi çevirmeye çalıştık. Şu an itibariyle malzeme sıkıntımız bulunmuyor. Bütün prodüksiyonları da kendi imkanlarımızla gerçekleştiriyor, montajını yapıyoruz. Özellikle televizyon gibi pahalı erçekliğin doğrultusunu, o gerçekliğin içinde yaşayan insanların ifadelerinden bire bir çıkartamazsınız. İfadeler, özel bir çabayla tersi denenmemişse eğer, ya çarpıtılmıştır ya da çarpıtırlar. O nedenle bilim, o nedenle siyaset, o nedenle sanat gibi filtre işlevi de gören kategorilere ihtiyacımız var: Gelişmelerle o gelişmelere yönelik ifadeleri karşılaştırmak, çarpıtmaları ayıklamak ve ana doğrultuyu saptayabilmek için. ??? AB Komiseri Günter Verheugen, Berlin’de yayımlanan “Internationale Politik” dergisinin Mayıs 2006 sayısında, “Avrupa’nın Yeni Kimliği” başlıklı geniş bir değerlendirme yayımladı. “Sanayi Politikalarından Sorumlu Komiser” olarak, AB’nin genişlemesinin ilk sonuçlarını ve bundan çıkarılabilecek dersleri irdeleyen Verheugen, Hırvatistan ve Türkiye’yi karşılaştırarak bu ülkelerin etkisi üzerine de akıl yürüttü. Şöyle: “Hırvatistan, yürüyüşte geride kalmıştır, ama bu ülkenin üyeliği AB’nin nitel bir değişimi anlamına gelmiyor. Oysa durum Türkiye ile ilgili olarak farklıdır. Türkiye, bambaşka bir kalibredir. Türkiye’nin üyeliğiyle birlikte AB kesinlikle dünya siyaseti sahnesine, bu kez aktör olarak çıkmış olacaktır. Böyle bir rolü AB bugünkü kurumsal çerçevesinde oynayamaz. Bir kere eğer AB, tüm dünyadaki en tehlikeli kriz bölgesine doğrudan komşu olarak yaşayacaksa, kendisini bunun dışında tutamaz. Ortak dış ve güvenlik politikasının anayasa taslağında öngörüldüğü gibi geliştirilmesi de yeterli olmayacaktır. Ancak bizim, Türkiye’nin üyeliğinden önce, kilit alanlarda ortak bir dış ve güvenlik politikamızın olması da şarttı. Ayrıca Türkiye’nin üyeliğinden önce mali çerçeve kuşkusuz yeniden düzenlenmek zorunda kalacaktır. Avrupa’daki tartışmalar bu doğrultuda güçlü bir biçimde gelişmektedir. Türkiye’nin üyelik perspektifinin AB siyasal birliğinin gelişmesini sürdürmesi açısından kesin bir teşvik olacağı umut edilmektedir.” Günter Verheugen, ilk bakışta, Türkiye’nin bir bütün olarak AB içine girmesinden söz ediyor gibidir. Ama bunlar sadece sözlerdir. Elbette Verheugen, Türkiye’de tüm dengelerin elden kaçırılabileceği bir istikrarsızlık istemez. Bu onun Avrupalılığından değil, toplumsal dengelerin tarih içindeki öneminin farkında bir politikacı olmasından kaynaklanır. Fakat gerçeklik, Verheugen’in ifadesi kullanılırsa eğer, başka bir “kalibre”dir. İçinde yaşadığımız ve tarihsel bir hareketlenme tablosunda görülmesi gereken maddi çevreyi değerlendirdiğimizde, Avrupa’nın yönetici sınıflarında, Türki cutsay?gmx.net HASAN YÜKSELİR SÜMEYRA İÇİN SÖYLEYECEK Sümeyra sanat yılında Frankfurt’ta anılıyor ÖMER AKTAŞ FRANKFURT Halk müziğimizin unutulmaz ismi Sümeyra, 60’ıncı doğum yılında Frankfurt’ta anılacak. Frankfurt’un asırlık konser salonu ‘‘Alte Oper’’de yapılacak olan konserde Sümeyra gibi Ruhi Su ekolünden etkilenen ünlü müzisyen Hasan Yükselir ve müziğe Sümeyra’yı tanıdıktan sonra gönül veren Yunanlı soprano Aleksandra Gravas izleyici karşısına çıkacak. Sümeyra’nın ölümünün 16’ncı yılında, onun çok sevdiği Türk ve Yunan halklarını, sürgünde yaşadığı ve aramızdan ayrıldığı kentin en önemli sanat merkezinde bir araya getirmek için yoğun çaba harcadığını belirten yapımcı Erhan Eren, Alman kamuoyuna Türk ve Yunan kültürünü en doğru biçimde anlatmanın böylesi etkinliklerle mümkün olduğunu söyledi. Genç yapımcı, ‘‘Keşke organizatörlerimiz biraz da böyle faydalı işlerle meşgul olsalar. Benim esas işim görsel yayıncılık, ama bu tür işlerin gerekliliğine inanıyorum. Buna da zorunluluk hissiyle girdik’’ diye konuştu. Erhan Eren, sanatın öneminin farkında olan ve maddi imkanları bulunan insanları da, şu sözlerYükselir le uyardı: ‘‘Sümeyra gibi erken kaybettiğimiz sanatçılarımızın ardından, ‘değerini bilemedik’ diye yakınmak yerine, sanat ve sanatçı için, şimdiden ve sürekli bir şeyler yapılmalı. Kültür yaşamımız ve yayınlar çok kötüleşti. Ama durumdan yakınmak yerine, daha iyisini hayata geçirmek için çalışmalar yapmak gerekiyor. Kötü olandan, ancak onun karşısına daha Sümeyra iyiyi koyarak kurtulabiliriz. Sümeyra, örneğin, büyük bir zenginliktir. Anadolu müziğini dünyaya tanıtmak ve Ruhi Su ekolünü sürdürmek için büyük çabalar harcamış ve büyük bedeller ödemiş bu sanatçımız ve sanatını bizden sonraki kuşaklara da aktarmamız gerekiyor.’’ Hasan Yükselir de etkinlikle ilgili olarak Cumhuriyet’e şu açıklamalarda bulundu: ‘‘Anadolu müziğini, ancak dünya çapında ismi olan yüksek düzeydeki konser salonlarında seslendirdiğimiz zaman uluslararası bir marka yapabiliriz. Bu konser aynı zamanda bu amaca yönelik büyük hizmetler vermiş, dünyanın farklı yerlerinde türkülerimizi temsil etmiş olan Sümeyra’nın müziği ile genç kuşakları tanıştıracağı için önemlidir. Yine genç kuşaklara komşu Türk ve Yunan halkının birbirlerine ne kadar benzediklerini ve aslında dost olduklarını ilan etmesi bakımından bu konseri çok önemli buluyorum. Konserde Yunanlı meslektaşıyla birlikte Yunan besteci Hacıdakis’in bir yapıtını ve kendisinin de Nazım Hikmet’in ‘’Tahir ile Zühre’’ şiirinden besteleyip Nazım Şarkıları albümünde okuduğu çalışmasını düet şeklinde yorumlayacağını belirtti. Alman toplumuyla aramız iyi değil Sebahattin Çelebi Avrupa’daki Türkçe medyada ters giden işler hiç yok mu? Neler yanlış yapılıyor ve neler yapılırsa daha olumlu noktalara ulaşılabilir? ÇELEBİ Biz, kökenlerimiz itibari ile duygusal bir yapıya sahibiz. Bu sokaktaki ayakkabı boyacısından, gazete patronuna, genel yayın yönetmenine kadar böyle. Karşılaştığımız olayları önce duygularımızla ölçüp biçiyor ve yargılıyoruz. Ben bu noktada, mantıksal tepkileri tercih etmemiz gerektiğini düşünüyorum. MEDYANIN DEĞERLERİ... Ulusal medya, toplumu ‘‘yönlendirme’’ veya ‘‘organize etme’’ adına zaman zaman toplum mühendisliğine soyunuyor. Türk toplumunun Türkçe gazete okuması, Türkçe televizyon izlemesi Alman toplumu ile aramızdaki sınırları, ister kabul edelim ister etmeyelim, açıyor. ‘‘Buradaki Türkler entegre olursa, ben gazetemi kime satarım’’ psikolojisi açık bir şekilde ulusal med yaya hakim. Köklerini unutturmadan, Alman toplumuna entegre olma diye bir kaygı yok. ‘‘Entegre etmeme’’ çizgisindeki yayın politikaları dikkat çekiyor. Öyle ki, bazı durumlarda, Türkiye’deki yerden yere vurdukları bazı milliyetçi partilerin politikalarına veya söylemlerine yakın reaksiyonları haberlerde görebiliyorsunuz. Bu, özeleştiri yapılması gereken bir konu diye düşünüyorum. AB’ye girme hazırlığında olan bir ülkenin medya değerlerinin de sorgulanması gerekir. Evrensel medya olmak ile Türk medyası kalmak arasında bir değişim tercihi söz konusudur. Bugün ülke sınırlarında satışa sunulan bir yayın organının, ‘‘Ben Türk medyasıyım’’ diyerek, oryantalist yaklaşımlar sergileme hakkı yoktur. Türk medyası bu noktada evrensel olmayı başarabilmiş diyemeyeceğim maalesef. Avrupa ülkelerinde medya mensupları veya yazarlar, o ülkenin entelektüel değerleri iken, Türk medyasında bu durum ‘‘takım tutma’’ noktasına indirgendiği için sorgulaması gereken çok konunun olduğunu düşünüyorum. MONOPOL YAPILARI SORGULAMAK Özellikle Frankfurt çevresi ‘‘Avrupa’daki Türk medyasının İkitelli’si’’ konumuna yerleşmiş görünüyor. Böyle bir ‘‘yakınlığın’’, hatta neredeyse ‘‘iç içe olmanın’’ avantajları ve dezavantajları neler? ÇELEBİ Aslında bunun çok da önemi yok. Frankfurt uluslararası bağlantılar noktasında tercih konusu. Ulaşım imkanları, çok önemli bir ayrıcalığı. İç içe olmak avantaj veya dezavantaj getirir demek yerine, yarış veya rekabet duygusunu öldüren monopol yapıları sorgulamak gerek. Ulusal basın kendi monopolünde yaşıyor. Bizi de bu monopollüğe mahkum ediyorlar. Rakip olmadan, okur sayısı yükselmez. Rakip olmadan, kaliteli haber de yazılmaz. Ben böyle düşünüyorum.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle