Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
12 ANADOLU’DA IRKSAL KÖKENLİ MİLLİYETÇİLİK BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI YILLARINDA GÜÇLENİP YAYGINLAŞMAYA BAŞLADI C dizi HAZİRAN CUMA Osmanlı millet kavramını buldu F ransız Devrimi’nin öteki kavramlarına dillerinde bir karşılık bulabilmek için yıllarca uğraştıkları halde, bilindiği gibi Osmanlılar Yunan bağımsızlık başkaldırısı dolayısıyla ilk kez 1820’lerde karşılaştıkları ‘nation’ kavramına hemen ‘millet’ diye bir karşılık bulmuşlardır. Millet sözcüğü, ilgili kaynaklarda verilen bilgilere göre İbranicedir ve kesinlikle halkların ırksal kökenleriyle (etnik kimlikleriyle) ilintili değildir. Arapçaya da Peygamber döneminde girmiş bu sözcük, Kuran’da da Yahudi milleti, Hıristiyan milleti anlamına ‘‘İbrahim millası’’ şeklinde kullanılmaktadır. Osmanlılar da zaten önce ‘‘Müslüman milleti, Hıristiyan milleti’’, ardından ‘‘Osmanlı milleti’’ şeklinde kullanmışlardır. Daha sonraları Rum köylerinin muhtarlarına da ‘‘Rum milletbaşı’’ denilmiştir. Tanzimat döneminde de önce Şinasi ‘‘Milletim nev’i beşerdir, vatanım ruyi zemin’’, sonra da Tevfik Fikret 1910’larda Haluk’un Amentüsü adlı şiirinde ‘‘Toprak vatanım, nev’i beşer milletim’’ diyerek millet sözcüğünü ‘‘humanizma’’ anlamında da kullanmışlardır. Bugün de dilimizde hâlâ ‘‘kadın milleti’’, ‘‘erkek milleti’’, ‘‘millet seni dinlemekten bıktı’’ şeklindeki deyimlerde kesinlikle ırksal bir anlam yüklenmeksizin kullanılmaktadır. GÖKALP’İN TÜRKÇÜLÜK İDEOLOJİSİ Gerçi Osmanlılar Ermeni milleti, Rum milleti şeklinde de kullanmışlardır. Ancak sözcük ‘‘Türk milleti’’ anlamında‘‘Türkçülük’’ şeklinde ilk kez 1904 yılında Kahire’de çıkan bir dergideki ‘‘Üç Tarzı Siyaset’’ adlı yazısında Yusuf Akçura tarafından kullanılmıştır. Ziya Gökalp de ‘‘Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Batı medeniyetindenim’’ diyerek 1912 yılında Türkçülük düşüncesini devletin güya temel ideolojisi haline getirmiştir. Ancak, İttihat Terakki iktidarının ‘‘millileştirme’’ adlı ekonomi politikasının ‘‘ticaretin devlet eliyle Hıristiyanlardan alınıp Müslümanlara devredilmesi, yabancı malların boykot edilmesi, kapitülasyonların kaldırılması’’ şeklinde uygulanmasına, Müslümanlık töre ve geleneklerine hâlâ ‘‘adabı milliye’’ denilmesine bakılırsa, ‘‘millet’’ sözcüğünün söz konusu dönemde ırksal anlamlı bir terim olarak kullanıldığını söyleyebilmek de doğrusu olanaksızdır. Bilindiği gibi Mustafa Kemal de millet sözcüğünü, Kurtuluş Savaşı sırasında sürekli ‘‘Vahdeti Milli, Kuvayı Milliye, Müdafai Hukuku Milliye’’ gibi tamlamalarda ‘‘kapitalizmle emperyalizm karşıtlığı ve bağımsızlık’’ anlamlarında kullanmıştır. İlginçtir Yusuf Akçura, Necip Asım, Ziya Gökalp, Hamdullah Suphi gibi ünlü Türkçüler de 1909’lardan sonra kurdukları örgütlerde ve çıkardıkları dergilerde ‘‘Türk Derneği, Türk Yurdu, Türk Ocağı’’ gibi adlar kullanmayı yeğlemiş, sanki ‘‘Türk’’ ve ‘‘millet’’ sözcüklerini yan yana getirmemek için özel bir çaba harcamışlardır. Kısacası, Osmanlı aydınlarının‘‘nation’’ kavramının karşılığı olarak buldukları‘‘millet’’ sözcüğünü 1820’lerden ta 1918’e kadar toplumların ırksal kökenleriyle ilgili budunsal anlamlı bir kavram olarak kullandıklarını söyleyebilmek de gerçekten olanaksızdır. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI Aydınlarımızın millet sözcüğünü budunsal bir anlam yükleyerek kullanmaları ise gördüğümüz kadarıyla Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların eğitmek üzere ülkelerine götürdüğü işçilerle yükseköğrenim için Almanya’ya gönderdiğimiz öğencilerin yenilgi üzerine 1918 yılından itibaren ya sosyalist ya da nasyonal sosyalist olarak apar topar yurda dönmelerinden sonra başlamıştır sanki... Gerçekten de, anımsanacağı gibi Almanya’da Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Franz Mehring ve Clara Zetkin’in öncülüğünde bir grup sosyal demokratın 1914 yılı sonlarında başlattığı Spartaküs adlı Marksist hareket ile Pangermanist düşünce, savaşın kötüye gitmesi nedeniyle hızla güçlenerek yaygınlaşmıştır. Bu nedenle göderdiğimiz öğrenci ve işçilerin bu akımlardan etkilenmemeleri de gerçekten olanaksızdır. Unutulmamalıdır ki öğrenim için Almanya’ya öğrenci gönderilmesi 1920’lerden sonra da sürdürülmüştür üstelik. Nitekim, gerek ırksal kökenli milliyetçilik, gerekse Spartaküsçü Marksist hareket, bilindiği gibi daha mütareke yıllarında güçlenip yaygınlaşmaya başlamıştır Anadolu’da. Örneğin, Abidin Nesimi’nin 1977’de Gözlem Yayınları arasında çıkmış ‘‘Yılların İçinden’’ adlı anılarında anlattığına göre, bu Pangermanist akımın ürünü Almanların ‘‘Irredentismus’’ milliyetçilik anlayışı, söz konusu yıllarda gençlerimiz arasında da yaygınlaşmış, örneğin Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Türkçü yayınlarda irredantizm, irredantist milliyetçilik vb. gibi deyimler bolca kullanıldığı gibi, Turancılarımız ‘‘Türk irredantizmi’’ diye bir yeni deyim bile uydurmuşlardır. M ustafa Kemal 1920’li yıllarda Türkçülerimizin milliyetçilik anlayışının hızla değişip ‘‘Türk irredantizmi’’ adı altında ‘‘Orta Asya’daki soydaşların kurtarılarak büyük Turan ülkesinin kurulması’’ düşü haline dönüştüğünün farkına vardığı için hiç kuşku yok ki, daha 1927 yılında CHP’nin tüzüğüne bir madde ekletip Türk Ocaklarını partiye bağlatmış ve başkan Hamdullah Suphi’yi acele yurtdışına göndermiştir. Hemen ardından da örgüt tüzüğünün 2. maddesini değiştirtip Türkçülük çalışmalarının Misakı Milli sınırlarının da değil, Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışına taşırılmasını yasakladı. Atatürk, 20 Ocak 1931 günü de “Yurtta sulh, cihanda sulh için çalışıyoruz” diyerek kesinlikle irredantist ırkçı bir politika gütmediklerini dünyaya duyurdu. ’lerin milliyetçilik anlayışı: İrredantizm lginçtir, irredantizm sözcüğü gördüğümüz kadarıyla Almanca dışındaki dillerde bulunmadığı gibi, örneğin İngilizce veya Fransızcada kavramın bir başka karşılığı da yoktur. Salt bu olgu bile, bu yeni milliyetçilik anlayışının düşüncemize işçi ve öğrencilerimiz aracılığıyla Mütareke yıllarında getirildiğini yeterince kanıtlasa gerektir sanırız. Sevgili dostumuz Yüksel Pazarkaya’nın yaptığı incelemelere göre, kavram Almancaya da ‘‘soy, budun’’ demek olan Latince ‘‘race’’ sözcüğünün İtalyancası ‘‘razza’’ ile birlikte Birinci Dünya Savaşı sırasında İtalyancadan girmiştir zaten. İtalyanca ‘‘razza’’ sözcüğü ‘‘rasse’’ şeklinde Almancalaştırılırken ‘‘irredenta’’ kavramı da ‘‘irredentismus’’ yapılmış ve ‘‘rasse’’ sözcüğünden ‘‘rassismus’’ şeklinde insanlığın dil dağarcığına ilk kez ırkçılık kavramı girdirilmiştir. Gene Yüksel Pazarkaya’nın belirlemelerine göre, ‘‘irredenta’’ kavramı İtalya’da da topu topu yarım yüzyıl önce 1870’lerde kullanılmıştır ilk kez. Kent devletlerini birleştirmek amacıyla 1850’lerde ortaya çıkan yeni milliyetçilik akımının hızla güçlenmesi üzerine İtalyan milliyetçileri, Avusturyalıların 1814 yılında işgal ettiği Kuzey İtalya’daki Trentino, İstria, Trieste, Venezia bölgesindeki soydaşlarının kurtarılması ve o toprakların yeniden anavatana bağlanması için 1870’lerde başlattıkları savaşıma, ‘‘anavatan dışındaki soydaşların kurtarılması ve yaşadıkları toprakların anavatana bağlaması’’ anlamındaki ‘‘irredenta’’ sözcüğünü İ ad olarak kullanmışlardır. Böylece ‘‘nation’’ kavramı da ilk kez halkların budunsal kökeni, ırk ve soy (etnik) kimliğiyle ilgili bir anlam yüklenmiştir. Bilindiği gibi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında da Hitler ‘‘anavatan dışında kalmış Almanların kurtarılması ve yaşadıkları toprakların anavatana katılması’’ anlamındaki bu yeni milliyetçilik anlayışı ‘‘ırredentismus’’u Nazizmin temel ilkesi haline getirmiştir. İlginçtir, Abidin Nesimi’nin yazdığına göre, bu irredantist milliyetçilik anlayışının ülkemizde de bir an önce etkin hale gelebilmesi için, daha Birinci Dünya Savaşı yıllarında ‘‘Almanya’dan uzmanlar’’ getirtilmiş ve bu uzmanların hazırladığı raporlar, ‘‘Emniyet’in Aşiretler Masası Türkmenler Bölümü’nde Habil Adem takma adıyla çalıştırılan Arnavut asıllı Naci Pelister adında birine’’ çevirtilerek dağıtılmıştır. 1920’LERDEN İTİBAREN IRK KÖKENLİ MİLLİYETÇİLİK Türkçülerimiz de 1920’lerden itibaren bu irredantist milliyetçilik anlayışına dört elle sarılıp dil ve tarihe dayalı milliyetçilik anlayışını terk ederek Orta Asya üzerine ırk kökenli düşler kurmağa başlamışlardır hemen. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 1919 yılında Mussolini’nin İtalya’da ilk faşist örgütü kurup 1921 yılında meclise girmesi, Hitler’in de Almanya’da, Bavyera’da Bolşevikliğe karşı ırkçı bir savaşım başlatıp 1921 yılında Nasyonal Sosyalist Parti’nin başına geçmesi Türkçülerimizin bu irredantist Orta Asya düşlerini daha da renklendirmiştir kuşkusuz. Örneğin, Türk Ocağı başkanı ünlü Mussolini Türkçü Hamdullah Suphi Tanrıöver, söz konusu yıllarda Türk Yurdu dergisinde Mussolini’nin bu faşist girişimi için, ‘‘Faşizm nam altında tanıtılan bir milliyetperverlik hareketidir. Biz, bu tarikatla mensup olduğumuz ictimaî ve siyasî fikrin bazı noktalarda müşterek olduğunu tespit edebiliriz. Faşist milliyetperverliğin galeyanında biz hem mazimizi, hem de istikbalimizi görürüz’’ diye yazmaktadır. Arada bir ‘‘Turancılık Osmanlı emperyalizmidir, Türkçülük halkçılık demektir’’ ya da ‘‘Faşizm irticadır, Ocaklılık ise gelişme ve devrimciliktir’’ gibisinden Mustafa Kemal’e duyuracak şekilde demeçler verseler bile, gene Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ın belirttiğine göre, üye yapılmaları için Mustafa Kemal’in gönderdiği Kurtuluş Savaşı’ndan silah arkadaşı üç subayın başvurusunu, Türk Ocağı yöneticileri ‘‘ırk bakımından soy araştırması’’ yapıldığı gerekçesiyle uzun süre yanıtlamamışlardır aynı günlerde. Mustafa Kemal’in kendilerini daha ilk günden Ankara’ya çağırıp milletvekili seçtirerek hükümetlerde görev vermesinin, Cumhuriyetin ilanından sonra da hemen her konuşmasına ‘‘Büyük Türk milleti’’ diye başlayıp sürekli Türklüğü övgülemesinin, hele hele Türk Ocağı’nı Ankara’ya taşıtıp özel binalar yaptırmasının yanı sıra Almanya ve İtalya’daki ırkçı gelişmelerden de iyice şımarıp yüreklenen Türkçülerimiz, anımsanacağı gibi giderek yalnız milliyetçiliği ırksal kökenli bir kavram olarak yorumlamakla da kalmayıp 1930’larda ‘‘bir halkın etnik kimliğinin fiziksel antropoloji ilkelerine göre kafa ölçüsü, cilt, saç, göz renkleri ve kan grubuyla da belirlenebileceğini’’ savlayarak ellerinde antropoloji cetvelleri, işi insanların kafataslarını ölçmeye kadar vardırmışlardır. TURAN ÜLKESİ KURMA DÜŞÜ Çünkü, Turan düşü peşinde koşan Türkçülerimiz için artık ana amaç kesinlikle Anadolu’daki Türklerin sorunları değil, soy ve kan bakımından daha saf olduğuna inandıkları Orta Asya’daki, Bulgaristan’daki, Batı Trakya’daki, Kerkük’teki Türklerin kurtarılmasıdır, ‘‘Esir Türkler’’in kurtarılmasıdır. Ancak, Misakı Milli’yi anımsayıp arada bir Kerkük için gösteriler düzenleseler de, Bulgaristan ve Batı Trakya’daki soydaşların yaşadığı toprakların anavatana bağlanmasından pek söz edilmese de, Sovyet işgalinden kurtarılacak atalarımızın anavatan Orta Asya’da büyük bir ‘‘Turan Ülkesi’’ kurma düşleri görülmektedir sürekli. Hitler’in, İkinci Dünya Savaşı’nda Kafkasya’ya doğru hızla ilerlemesi Turancılarımızın Türk irredantizmi adlı bu düşlerini daha coşkulu hale getirmiştir, anımsanacağı gibi. Gerçi Hitler’in savaşı yitirmesi üzerine Türkçülerimiz bu düşlerle birlikte irredantizm sözcüğünü de hemen unutmuşlardır, ama ne var ki bu kez de Amerika’nın kanatları altında Soğuk Savaş’ın daha ilk günlerinden itibaren ‘‘Komünizmle Mücadele’’nin en hızlı silahşoru kesilip o sözcüğü kesinlikle ağza almadan, bu kez ‘‘Türkİslam Sentezi’’ yaftası altında yeniden Orta Asya düşleri kurmaya başlamamış da değillerdir doğrusu... Türkİslam sentezci milliyetçilerin tam anlamıyla ırksal nitelikli bir terim haline dönüştürdükleri ‘‘millet’’ sözcüğü ile Mustafa Kemal’in dilsel ve tarihsel bütünlük anlamındaki ‘‘ulus’’ sözcüğü kesinlikle karıştırılmamalı. Atatürk’ten ırkçı milliyetçiliğe karşı ‘ulusçuluk’ M ustafa Kemal 1920’li yıllarda Türkçülerimizin milliyetçilik anlayışının hızla değişip ‘‘Türk irredantizmi’’ adı altında ‘‘Orta Asya’daki soydaşların kurtarılarak büyük Turan ülkesinin kurulması’’ düşü haline dönüştüğünün farkına vardığı için hiç kuşku yok ki, daha 1927 yılında CHP’nin tüzüğüne bir madde ekletip Türk Ocaklarını partiye bağlatmış ve başkan Hamdullah Suphi’yi acele yurtdışına göndermiştir. İlginçtir, hemen ardından da örgüt tüzüğünün 2. maddesini değiştirtip Türkçülük çalışmalarının Misakı Milli sınırlarının da değil, Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışına taşırılmasını yasaklatmıştır. 10 Nisan 1931’de de olağanüstü bir kongre düzenleterek Türk Ocağı’nın kendi kendini kapatmasını sağladığı gibi on gün sonra 20 Ocak 1931 günü verdiği bir demeçle de ‘‘Yurtta sulh, cihanda sulh için çalışıyoruz’’ diyerek kesinlikle irredantist ırkçı bir politika gütmediklerini ve barışçı bir politika izlediklerini dünyaya duyurmuştur. Görüldüğü gibi Kurtuluş Savaşı süresince ısrarla kapitalizmle emperyalizm karşıtı ve bağımsızlık anlamında bir terim olarak kullandığı ‘‘millet’’ sözcüğünü Mustafa Kemal’in de tıpkı Fransız Devrimi’ndeki gibi salt dilsel ve tarihsel bir kavram olarak algıladığı, dolayısıyla kesinlikle ırksal bir anlam yüklemediği tartışılmasa gerektir. HÂKİMİYETİ MİLLİYE’NİN ADI DEĞİŞTİ Nitekim 1934 yılında da hiç kuşku yok ki irredantist milliyetçilerimizin bu sözcüğü tam anlamıyla ırksal nitelikli bir kavram haline getirdikleri için, CHP’nin yayın organı ‘‘Hâkimiyeti Milliye’’ gazetesinin bile adını değiştirterek ‘‘Ulus’’ yapmıştır. Yani ‘‘dilsel ve tarihsel’’ anlamlı millet kavramı için ‘‘ulus’’ diye yeni bir sözcük uydurtmuştur. Bu nedenle, Türkİslam sentezci milliyetçilerin tam anlamıyla ırksal nitelikli bir terim haline dönüştürdükleri ‘‘millet’’ sözcüğü ile Mustafa Kemal’in dilsel ve tarihsel bütünlük anlamındaki ‘‘ulus’’ sözcüğünün kesinlikle karıştırılmaması gerektir bizce de... Ayrıca, ‘‘Marx’ın takipçileri sınıf olgusunun millet olgusundan daha önemli olduğuna inanıyorlardı’’ diyen Amerikan İmparatorluğu’nun eski Marksist yeni postmodernist genç ideologlarının, Sovyetler Birliği’ne karşı verilen Soğuk Savaş’ta ‘‘sınıf’’ olgusuna karşı ‘‘din’’ ile birlikte silah olarak kullandıkları ‘‘millet’’ deyiminin ‘‘ırksal kökenli’’ bir kavram haline dönüşmesi için daha ilk günden özel bir çaba harcadıkları da unutulmamalıdır... Kısacası, postmodernistlerin yeni dünya düzenini savunurlarken öncelikle modernizme ve ulus devlet kavramına saldırmaları gibi tıpkı ‘‘kimlik’’ tartışması da psikanalistlerce hızla bireysel bir tartışma olmaktan çıkarılıp özellikle de ulus devletlerde ‘‘bir yeni toplum modeli araştırması’’ haline, hiç kuşku yok ki bu amaçla dönüştürülmektedir... Bu nedenle, ‘‘alt kimliküst kimlik, ben, öteki’’ gibi deyimlerin cafcaflı çekiciliğine kapılıp bu gerçekler kesinlikle gözden kaçırılmamalıdır. Bilmem ki, anlatabildim mi?.. B İ T T İ