27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 Cağaloğlu’na ağıt MEHMET GÜLER Öz kimliğiğini değiştireli yitik bir semt artık Cağaloğlu. Bunu bildiğin halde son şiirlerini alıp yine Cağaloğlu’na geliyorsun. Oysa şiirin, öykünün, romanın adresi Cağaloğlu değil artık. Cağaloğlu neden yitirdi bu kimliğini. Mürekkebini, kalemini, defterini nasıl oldu da bir Levanten semti olan Beyoğlu’na kaptırdı? Kalem efendiliği yakışmıyor muydu Cağaloğlu’na? Kim ne derse desin, Beyoğlu’nun bir kuma gibi Cağaloğlu’nun üstüne gelmesi kolay kolay kabul edilecek cinsten değil. Aslında doğru yanıt almak için bunu onlara sormak gerek. Bir de şiirlere, öykülere, romanlara. Yazının, yazınsallığın dillerinden en iyi onlar anlar çünkü. Cağaloğlu’na girdiniz mi bir mürekkep, kâğıt kokusu sarardı her yanınızı. Kulaklarınız matbaaların şakırtılı sesleriyle dolardı. Bunların hiçbiri kalmamış sanki. Ta Bizans’tan, Osmanlı’dan kalan o kâğıt mürekkep kokularını, dizgi makinelerinin seslerini dudaktan bir ruj gibi silip yok etmek bu kadar kolay mıydı? Neşeli türküsünü yitiren Cağaloğlu, şimdilerde sessiz, hüzünlü bir ağıdı dudaklarını oynatmadan kendi içinde söylüyor sanki. Direnemedi Cağaloğlu. Koca metropolün en bilge semti, değerlerinden soyunuverdi birden. Duyarlığını, inceliğini yitirince tüm kabalıklar, bönlükler, yalnızlıklar, hüzünler gelip çullanmış üstüne. Öyleyse o sessiz ağıdı Cağaloğlu söylemesin de kimler söylesin? Cağaloğlu yüzlerce yıllık kimliğini kolayca yitirirse, o semtin yarattığı muharrirler, yazınsal ürünler de yitirmez mi kimliğini? Nerede artık o vakanüvisler? Divan şiirleri, gazeller, rubailer? Nerede o ünlü şeyhülmuharririnler, şehnameler, gazeteciler, onların kavgaları, dostlukları, umutları, düşleri? Elinde çanta, boynunda papyon kravatı, dinlene soluya Cağaloğlu yokuşunu çıkan yazar, muharrir göremeyecek miyiz artık? Canlı tanıklarını yitiren Cağaloğlu, yazılı belleğinde de sıyrılacak mı hemen? Ve en büyük göç onun belleğinde mi yaşanacak. C öykü 12 MAYIS 2006 CUMA YAZI ODASI SELİM İLERİ Yakup Kadri’yi Şimdi Okumak Y Sen hiç büyük göçleri yaşadın mı, diye soruyorsun kendi kendine. Yaşın ne ki, nereden bileceksin? Ama çocukluğundan beri nice sürgün, göç anıları dinledin, okudun. Büyük göçlerin, ayrılıkların acıları da büyük olur. Sel sularına benzer onların akışları; köpüklü, kanlıdır. Çekilip gittikten sonra da ağıtlı bir tortu, iz bırakır. Kulak çınlamalarına benzer arkada kalan yankıları. Hiçbir zaman da kesilmez. Cağaloğlu’nun dönüşüme uğradığını bildiğin halde şiirlerini yüklenip geldin buraya? Üstelik de sonbahar mevsiminde. Cağaloğlu’nda kalanlar, ille de buraya gel diye hüzünler mi uçurdular sana? Kuşun kanadında gizli çağrılar mı gönderdiler? Sen de Cağaloğlu’na bir vefa borcunu öder gibi son şiir dosyanı çantana koydun, tepende güz kırgını tirşe gökyüzü, çıkıp geldin. Şiirlerin de güz mevsiminden dökülmüş sarı yapraklar gibi. Neler yok ki içinde; yaz sonu aşklarının ayrılıkları, özlemler, yitik adreslerin delicesine aranması, yıllar sonra gelen bir selamın şaşkınlığı, güz mavisi suların aynasına düşen ak saçların verdiği hüzünler... Öyleyse güz mevsiminde gelmeyip de hangi mevsimde çıkıp gelecektin buraya? Cağaloğlu yokuşunu tırmanırken içini kanırtan o mürekkep, kâğıt ko kularını arıyorsun. Rengini, kokusunu yitirmiş güz bahçelerine benziyor Cağaloğlu. Havada sonbaharın hüzünlü serinliği olduğu halde terliyorsun. Şiirin omzunda böylesine ağırlaştığını ilk kez duyuyorsun. Bilirsin, çantandaki ağırlık ‘Cağaloğlu yükü’dür senin gözünde. Terleyip yorulsan da seversin bu yükü. Şiirine emeğin, umudun, ayrılıkların alın teri karıştıkça, onun daha çok demlendiğini, kanına karıştığını bilirsin. Bunun ayırdına vardığında henüz ilk şiirlerini uçuruyordun. Tepeden tırnağa kavga, umut doluydun o günler. Ve sırılsıklam âşıktın. Bunların hiçbirisi fazla gelmiyordu ilk yıllar. Böyle olduğu halde her Cağaloğlu dönüşünde rahatın kaçıyordu. Saçlarına kadar yazıya, şiire, aşka batıyordun. Yazmak, yaratmak için daha çok hırslanıyordun. Kalemin altıncı bir parmak oluyordu. Tırnak uçlarından şiir, öykü ırmakları akıp duruyordu. Daha sonra roman ırmakları. Edebiyatın her türünü sınamak, yaşama onlarla tutunmak, yüzleşmek istiyorsun. Yazdığın her ürün kafanda, yüreğinde yeni pencereler açıyordu. Çevrene bakıyorsun. Cağaloğlu alışık olmadığı yeni kalabalıklar edinmiş. Korkunç bir kent kargaşası içinde göçlerden sonra kalan sessizliği yakalamak istiyorsun. Zamansız bozulmuş kuş yuvaları geliyor gözlerinin önüne. Kaç kez yazıp yırttığın şiirleri yitik adreslere taşıyor görünmez kuşlar. Umutlanıyorsun. Ama çok sürmüyor. Gönderdiğin şiirler yitik adreslere ulaşmamış; dönüp gelen kuşlar sessizce bırakıyor onları avuçlarına. Göç sonrası sessizliğini avuçlarına dökülen şiirlerinde buluyorusn. Yaşadığın bir vefasızlık da olsa Cağaloğlu’yla inatlaşmaya kararlısın. Adını ta Tanzimat döneminin yazarlarından alan bir sokağa dalıyorsun. Kitaplarını bastırmayı umduğun yayınevinin seni o yine o sokakta bekleyeceğini düşünüyorsun. Oraların her zamanki gibi kâğıt, mürekkep, şiir kokacağını umuyorsun. Cağaloğlu’nun kendine özgü kokusu yok olmuş. Buraların en güzel kokusuydu o diyorsun. Lavantalarla, gül sularıyla yıkasan, mürekkebin, kâğıdın kokusu kadar hiçbir şey yakışmaz Cağaloğlu’na. Sırtlarında kocaman kâğıt plakalar taşıyan hamalları arıyor gözlerin. Uzaktan uzağa olsa da en sevimli dostlarındı onlar senin. Bir gün de senin şiirlerini, öykülerini böyle sırtlayıp, basılmak üzere matbaalara taşıyacaklarını düşünür, ne çok severdin onları. Hamallardan habersiz şiirler, öyküler de kurardın arkalarından. Hiçbiri yok mu artık? Bodrum katlarından dizgi, baskı, hurufat, cilt makinelerinin sesleri de gelmiyor. Bir umudu eksilterek de olsa yayınevinin merdivenlerini tırmanıyorsun. Beşinci kata çıkınca yüreğin ağzında, zile dokunuyorsun. Derinden gelen bir ayak sesi heyecanlandırıyor seni. Az sonra da çelik kapı yüzüne açılıyor. ‘‘Birini mi aradınız?’’ Cağaloğlu’nun yanlış adresler giyindiğini fark ediyorsan da iş işten geçiyor. ‘‘Affedersiniz’’ diye kekeliyorsun. ‘‘Böyle olacağını bilmeliydin...’’ Kitaplarını yayımlayacağını um K İ M Sıvas’ın Çepni kasabasında 1944 yılında dünyaya gelen Mehmet Güler Pamukpınar İlköğretmen Okulu’nu bitirdi. Güler, Necati Eğitim Enstitüsü’nün edebiyat bölümünden 1964’te mezun oldu ve yirmi sekiz yıl Türkçe ve yazın öğretmenliği yaptı. Emekli olan Güler bir süre özel okullarda çalıştı. Yazar, şimdi tamamen yazın dünyasıyla ilgileniyor. Mehmet Güler’in ilk öyküsü 1970 yılında ‘‘Yeni a’’ dergisinde çıktı. Güler’in öykü, deneme, eleştiri türünde yazdığı yazılar pek çok gazete ve dergide yayımlandı. Bunlardan bazıları şöyle: Yeni Ortam, Politika, Cumhuriyet,Yeni a, İmece, Yeni Toplum, Yeni Adımlar, Yansıma, Türk Dili, Çağdaş Türk Dili, Edebiyat Cephesi, Somut, Yazıt, Yaba Öykü, Varlık, Damar, Kıyı, Evrensel Kültür, İnsancıl, Gerçek Sanat, Yeni Biçem, Lıttera, Gündoğan Edebiyat, Milliyet Çocuk, Kumbara, Doğan Kardeş, Yaşasın Edebiyat, Adam Öykü, Üçüncü Öyküler, Agora, Güzel Yazılar, Kum, Berfin Bahar, Mavi Ada. Çok sayıda ödülü bulunan Mehmet Güler’in aldığı ödüllerden bazıları ise şöyle: Sabahattin Ali Öykü Yarışması ikinciliği (1974), Nesin Vakfı Çocuk Edebiyatı Ödülü (1988birincilik), Orhan Kemal Öykü Başarı Ödülü (1991), Haldun Taner Öykü Ödülü (1998ikincilik). KİMDİR? duğun o yayınevinin logosu uçuyor gözlerinin önünde. Bir şeyler söylemek istiyorsun. Şiirlerine, öykülerine giren o incelikli sözcüklerin tümü uçup gitmiş. Söyleyebilecek hiçbir söz gelmiyor aklına. Birkaç mırıltı, konuşma olmadan ortasından kırılıyor. ‘‘Yayınevini arıyorsanız taşındı onlar. Görüyorsun, artık burada madencilik işleri yapılıyor...’’ Göbekli, kıllı göğsünün üstünde altın zincir asılı adam kapıyı yüzüne kapatıyor. Adamın sesi, bir salyangoza benzeyen merdiven boşluğunda üç beş kez yankılanıyor. Çocukluğundan kalan bir boşluk, yalnızlık ürpertiyor içini. Döne döne merdivenleri iniyorsun. Bir kuyunun boşluğuna düşer gibisin. İş hanının boğucu havasından kurtuluş gibi kendini dışarı atıyorsun. Daracık sokaklar içini ferahlatma ya yetmiyor. Caddeye çıkıyorsun. Cağaloğlu’nun en eski kitabevinin yerine bir halıcı taşınıp yerleşmiş bile. Bir başka kitabevinin yerini sarraf kapmış. Bir araba sıyırarak geçiyor seni. Camdan uzanmış bir baştan galiz küfürler yiyorsun. Bir zamanlar muharrirlerin, ediplerin, şair ve yazarların başkenti değil miydi burası? Sonsuz bir hoşgörü içinde olmadığın halde nedense kızmıyorsun adama. Şiirinden çekilmiş kırılgan bir dizeyle yanıt verir gibi burukça gülümsüyorsun. Ara sokaklarda gördüğün birkaç gazete, yayınevi umutsuzluğunu dağıtıyor. Tümü de tanınmış türden değil. Göç mevsiminde uçamayıp da arkada kalan kanadı kırık, hasta kuşlara benzetiyorsun onları. Ama yine de seviniyorsun. Varıp ‘merhaba’ mı desen onlara? Yeni dosyanı uzatsan. Ben kitaplarımın hep Cağaloğlu’nda kalmasını istiyorum da... İçtenliğine inanırlar mı? Yayınevlerini çekip alan Beyoğlu’na, gazetelerle flört eden Güneşli’ye inat, ilk şiir yazdığım günlerin coşkusuyla inip çıkacağım buraya, diye eklesen. Hayır, hayır, nice muharrirler, kültürler eskitmiş Cağaloğlu için pek yeni şeyler değil bunlar. Kim bilir, belki öbür gelişinde kanadı kırık yayınevlerini, gazeteleri de göremeyeceksin bu sokaklarda. Son ağacını, son kuşunu da yitirmiş toprak gibi çölleşmeye başlayacak Cağaloğlu. Eskiden kitaplarını kaz teleğiyle yazan ilk edibini, muharririni olduğu gibi, şimdilerde dizüstü bilgisayarla yazan şairini, yazarını da anımsamayacak. Her şey belleksizliğin koyu bir nankörlüğüne gömülüp gidecek. Bu göç kervanına sen de katılsan mı? Beyoğlu’ndaki yayınevleri geliyor aklına. Herkes gibi sen de oraya mı gitsen? Sözcük sözcük ördüğün şiirlerin geliyor aklına. Gebe kalıp sancı çekişin, bin bir acıyla doğuruşun onları. Şiirlerini ekilecek bir tohum gibi alıp getirişin. Anadolu’dan. İstanbul toprağına ekmeden dönmenin olanaksız olduğunu düşünüyorsun. Beyoğlu’yla bir derdin olmadığına göre, öyleyse niye olmasın, diyor içindeki ses. İhaneti sezsen de gelen sese kulak veriyorsun. Arkanı Cağaloğlu’na dönüp, Beyoğlu’na doğru kararlı bir adım atıyorsun. Tam o sırada ayaklarına bir şeyler takılıyor. Yuvarlanıp giderken ağıdın, hüznün tınısı gibi bir ses de çıkartıyor. Eğilip alıyorsun onu. Şiir dizgesi içinde düşen sözcüğü hemen tanıyorsun. Lirik imgeler uçuruyor içinde. İçinden gelen sesi daha yakından dinleyince, bu sözcüğün bildiğin bir şaire ait olabileceğini düşünüyorsun. Onun burada ziyan olmasına gönlün katlanamıyor. Üfleyerek tozundan, kirinden temizliyorsun. Sözcük giderek deviniyor, avcunun içinde bir yürek gibi atıyor. Üç kez öpüp başına koyduktan sonra kutsar gibi tarihi bir duvarın deliğine sokuyorsun. Birkaç adım atıyorsun ki yeni sözcükler takılıyor ayağına. Çok geçmeden kaldırım taşlarının, rögar deliklerinin, menfezlerin arasında yüzlercesini, binlercesini görüyorsun. Cağaloğlu’ndan pür telaş taşınırken bunların şiirlerden, öykülerden, romanlardan döküldüklerini biliyorsun. Bu semti göbekliler, altın kolyeliler ele geçirse, burayı tecimselliğin başkenti yapsalar da, bu semt, bu sözcüklere ait. Kolay kolay uzaklaştıramayacaklar onları buradan, diye söyleniyorsun. Gizli bir sevinç kaplıyor içini. Sağından, solundan geçen adamlar, yerdeki sözcükleri toplamaya çalıştığını hiç görmüyorlar. Nasıl olur, diyorsun kendi kendine. Bu kadar sözcüğü, dizeyi, tümceyi nasıl göremezler? Tüm gücünle bağırarak Cağaloğlu’nun son çığlığı olmak istiyorsan da kendini zor tutuyorsun. Durup dinliyorsun onları. Hiçbiri şiir, öykü, roman üzerine konuşmuyor. Senet, çek, döviz, kur, borsa sözcükleri havalarda uçuşup duruyor. Adamlar, kocaman ayaklarıyla basıp geçiyorlar sözcüklerin üstüne. Arabalarının tekerleriyle eziyorlar. Onların her biri kanından, canından düşmüş gibi acı veriyor sana. İçindeki sevinç değil artık, acı, hüzün. Hemen her şeyin hoyratlaştığı bu dünyada yeni bir duygusallığa yenilmek istemiyorsun. Beyoğlu yönüne doğru birkaç adım atıyorsun ki, omzundaki çantanın delindiğini, bir kenarından kendi şiirlerinin sızdığını fark ediyorsun. Olamaz, diyorsun ağıda benzeyen bir tınıyla yuvarlanıp giden sözcüklerini toplayıp yeniden çantana koymak istiyorsun. Ne mümkün. Sen ikisini alırken üçü, beşi birden dökülmeye başlıyor. Belli ki tohum da, tarla da burada, başka yerde değil. Akan sözcüklerini artık toplamıyorsun. İçin rahat. Biliyorsun ki kitap sayfalarından çok da Cağaloğlu’na yakışacak onlar. Gizlendikleri yerlerde sonsuza dek edebiyat, sanat fısıldaşıp duracaklar. Çantandan yeni deliklerin açıldığını, sözcük sözcük, dize dize Cağaloğlu’na aktıklarını görüyorsun. Hiçbirini toplamıyorsun. Geldiğin yoldan geri dönmen gerekiyor. Saatine bakıyorsun, zamanın daralmış. Dönüp bir gülücük gönderiyorsun onlara. Uzaklaştığın yerden el sallıyorsun... akup Kadri Türk romanının büyük ustasıdır. İlk romanı Kiralık Konak (1922) bir ‘çekirdek’ sayılırsa, bu romancımızın, bütün romanlarında yakın tarihin dönüm noktalarına açılacağını saptayabiliriz. Behçet Necatigil şöyle değerlendiriyor: ‘‘Tarih ve toplum olaylarından her birini bir romana konu edinerek, Tanzimat devriyle Atatürk Türkiyesi arasındaki dönem ve kuşakların geçirdikleri sosyal değişim ve bunalımlarını, yaşayış ve görüş farklarını işledi: Düşünceye ve teze dayanan özlü eserler verdi.’’ Kiralık Konak, II. Abdülhamid nâzırlarından Naim Efendi’nin çöküşe sürüklenen konağındaki üç kuşağı aktarır. Damat Servet Bey, Tanzimat kültürünü, Batılı yaşamayı sindirememiş bir kişidir. Yakup Kadri, Ahmet Mithat Efendi ya da Hüseyin Rahmi’de sık rastladığımız ‘alafranga züppe’ tipini, Servet Bey’de daha trajik bir yaklaşımla çizmiştir. Aynı trajik yaklaşım, sonraki dönemin, Birinci Dünya Savaşı’na hızla yaklaşan günlerin insanı olan Seniha’da da belirir. Naim Efendi’nin çok sevdiği torunu Seniha, çevresindeki yaşıtlarıyla birlikte çok canlı çizilmiştir. Kiralık Konak’ı kim bilir kaç kez okudum. Daha romanın başlangıcında şu satırlar, yaşadığımız toplumun yakın geçmişini olağanüstü bir açımlamayla dile getiriyordu: ‘‘Sonra redingot devri geldi ve redingot içinden yarı uşak, yarı kapıkulu, riyakâr, adi bir nesil türedi. Bu neslin en yüksek, en kibar simalarında bile bir saray hademesi hali vardı. Çoğu İkinci Abdülhamid Han devri ricalinden olan bu adamların her biri hile ile efendilerinin arabasına binmiş seyisleri andırıyordu.’’ ??? Yakup Kadri’nin gözlemlediği ve olumsuz eleştirilerle donattığı bu toplumsal kimlik, zaman içinde, öyle anlaşılıyor ki, siyasal kimlik de edinmiştir. Günümüzün siyaset hayatında pek çok örneğine rastlamak olası... ‘‘Bunların elinde İstanbul’da konak hayatı birdenbire köşk hayatına intikal ediverdi. Ne yaşayışın, ne düşünüşün, ne giyinişin üslubu kaldı; her şey gelenek dışına çıktı; her beyni tatsız ve soysuz bir Arnuvo ve bir Rokoko merakı sardı; binalarımız, eşyalarımız, elbiselerimiz gibi ahlakımız, terbiyemiz de rokokolaştı.’’ Yakup Kadri, Kiralık Konak’ta, başta Seniha ve Hakkı Celis olmak üzere, bütün roman kişilerini bireysel özellikleriyle de yansıtmıştır. Roman okunup bittikten sonra, o kişiler, bizde yaşamalarını hep sürdürürler. ??? İçi kof, dış görünümü alabildiğine süslü dünyasında Seniha, her şeye rağmen, bireyliğin izinde yol alır. Onun şu sözleri, ‘bireylik’ konusunda romanımızda handiyse bir manifestodur: ‘‘Ben vakıa anama, babama, hasseten büyükbabama çok fenalık etmiş bir kızım; pek çok kusurlarım var, fakat bütün bunlara mukabil bir tek meziyetim var ki, o da hiç riyakâr olmayışımdır; her zaman bilmeden, kendiliğimden, açık sözlü, açık özlü bir kızdım. Hiç kimsenin ne dediğine, ne diyeceğine zerre kadar ehemmiyet vermedim ve harekâtımı herkesin arzusuna uydurmaya lüzum görmedim. Bütün bunlar birer fazilet değil midir?’’ Seniha’nın sorusu yazık ki yanıtsız kalır. İçini döktüğü Hakkı Celis, genç kızın bireylik arayışını Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı İmparatorluğu için çok karanlık günlerinde konuşulmaya değer bulmaz. Seniha yaşadığı memleketten de yakınmaktadır: ‘‘Bâhusus böyle bir memlekette, batıl akidelerin, riyanın, korkunun bu kadar şiddetle hüküm sürdüğü böyle karanlık bir memlekette...’’ Hakkı Celis itiraz eder: ‘‘Memleketi ne karıştırıyorsunuz? Zavallı memleket, o sizin dışınızdadır.’’ Birbirlerini tamamlamaları gerekli bu iki insan, uzlaşmazlık ortasında yitip giderler. İletişimsizlikleri müthiş yıkımlara yol açacaktır: Seniha kibar fahişe hayatını göğüsler; Hakkı Celis gönüllü katıldığı savaşta apaçık intihar eder... Öneriler: Kitap/Yakınname, Mehmet Yaşin, Doğan Kitap, 2006. (Edebiyat tadıyla okunan gezi yazıları...)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle