29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

5 MAYIS 2006 CUMA P E R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z KULE CANBAZI SUNAY AKIN Enis BATUR Bu yaşta ağaç dikmek YABANCI DİLDE YAZMAYA DAİR mişlerinden söz etmeye bayılmaları, Türkiye’de yaşanan değişimin küçük bir örneği ya, bakıp eğleniyoruz işte. Serveti Fünuncuların FrenkçeOsmanlıca karması dillerine bakıldığında, Türkçeden uzak(ta) yetişmiş olan bu yazarlarımızın seçimine bugün hayıflanmadan edemiyoruz: Karşımızdaki şiirler, nesirler düpedüz okunaksız durumda. Sonraları, bir bölüğü kendi çabalarıyla, bir bölüğüyse başkalarının "sade"leştirilen, okunabilir kılınan o metinler geniş ölçüde özgünlüklerini de yitirmişlerdir. Gene de, doğrudan Fransızca yazan Dr. Abdullah Cevdet’i ayıracak olursak, hiçbirinin böyle bir girişimde bulunmadığı gözlemleniyor: Ne Fikret ya da Cenab’da, ne Abdülhâk Hamid’de ya da Halid Ziya’da bir örnek çıkar karşımıza: Bu eğilim bir sonraki evrede, Türkçenin Osmanlıcanın yerini hızla almaya başlamasıyla görünmüştür: Rıza Tevfik’in, Asâf Hâlet Çelebi’nin, Nahid Sırrı’nın, öteki şair ve yazarlarımızın doğrudan Fransızca yazdıkları ürünlerin ezici çoğunluğu XX. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Frenkleştirilmiş Osmanlıca geri çekilirken, o tuhaf bireşimin yerini ana dilin ve yabancı dil(ler)in almış olmasını doğal buluyorum. İZZET MELİH DEVRİM Yüzyıl başının Fransızca yazmayı denemiş kalemlerinden biri de İzzet Melih Devrim. 1905’te L’Ennui (Can Sıkıntısı) başlıklı öyküsü, 1912’de Leila adlı oyunu yayımlanır. (Sermet romanı da, Loti’nin önsözüyle Fransa’da basılmıştır). 1900’lerin başında, İstanbul’daki tiyatrolar için Fransızca oyunlar yazmanın revaçta olduğu anlaşılıyor. Sahaf safarilerinden birinde, İzzet Melyh (sic!) beye imzalanmış, 1912 İstanbul baskısı (Pera’da, Balkon sokağıyla Yazıcı sokağın kesişme noktasındaki A. Zellick Fils basımevinde), 1909’da Kadıköy’de yazıldığı son sayfasında belirtilmiş tek perdelik bir oyun elime geçti: "A la Franque", Aziz BenAide imzasını taşıyor. İzzet Melih’in kaleminden, basılı metnin derkenarına düşülmüş düzeltiler, bu yazarımızın Fransızcaya ne denli hâkim olduğunun kanıtları. Kitap, Prens Ali Fazıl’a adanmış: "1909 yılı Haziran ayında, bu oyunun Emirgân’da ilk okunduğu gecenin anısına". ÇAPRAZ GÖNÜL İLİŞKİLERİ "A la Franque" üç Osmanlı beyzâdesi (Rauf, Adil, İzzet beyler), iki Osmanlı hanımefendisi (Seniye ve Melike), iki yabancı kadın (Madam Suzanne d’Arville ve Madame Toriniani) ile bir kalfa arasında geçer. Görünüşte çapraz gönül ilişkileri üstüne kurulu oyunun arka cephesinde, İstanbul’un üst tabaka çevresindeki kadınerkek karşıtlığı, geleneksel yaşamla Batılılaşmanın yarattığı uyum bozukluğu hakkında sağlam ipuçlarının yeraldığı bu yapıt hepten unutulmuştur. "A la Franque"ı okuduğumda Metin And’ı aradım, İzzet Melih’in Leila’sı için yıllar önce bir yazı yazdığını bildiğim için Aziz Ben Aida’yı ona sordum. Metin beyin bu oyundan da, yazarından da haberi olmamıştı; eh, o bilmiyorsa kimse bilmez demektir, "kaybolmuş" kitaplara bir yenisi eklendi. Ne ki, tanıyan bilir, Metin And bir çırpıda yeni ufuklar açtı önümde: Osman Hamdi’nin ikisi Fransızca, biri Türkçe üç oyunu varmış meğer! Oyunlardan birinin bütün kahramanları yabancıymış. Bir oyunun fotokopisini Ethem Eldem’den almış, ben de sıraya gireceğim hemen. Osman Hamdi’nin oyunları henüz bulunmuş sayılmazlar, okur açısından, yayımlanmamışlar ki onları tez elden kaybedelim. Hele bir yayımlansınlar, sıra onları önce okumamaya, sonra da varlıklarını unutmaya nasıl olsa gelecektir. KAKTÜS VE YAZI Hakkı Kurtuluş, "yan uğraş mı diyorduk," ek sorusuyla birlikte Le Monde'dan bir haberi geçmiş: Felipe Gonzalez, İspanya sosyalistlerinin eski önderi, 108 parçadan oluşan seçkin bonsai koleksiyonunu Madrid Botanik bahçesinde sergiliyormuş. Bilmiyordum, nereden bileyim, Başbakanlığı döneminde konutun bahçesine özel bir arboretum yaptırtmış, ustası Luis Vallejas’nın uyarılarını dikkate alarak sayısız bonsai yetiştirmiş bir yandan da, Montalban onu "bonsai’lerin efendisi" diye selamlarmış. Öğrencilerime "yan uğraş" konusunu açtığıma Başka Yollar’da değindiydim. Kişinin çarkından dinlenmesini, savaşımında yumuşamasını sağladığını düşünüyorum yan uğraşın. Geçen yıl, şubat ayında, başka bir haber metnini kesip saklamıştım Le Monde’dan, onu arayıp buldum kesik dosyasında, bu bonsai hikâyesine dalıp çıkınca: Alain RobbeGrillet, elyazmalarını ve arşivlerini Ulusal Kitaplık’tan çekip başka bir merkeze bağışlamaya karar vermiş. Çünkü, Ardenne’deki o merkez, yazarın yıllarını verdiği kaktüs koleksiyonunu da koruma görevini üstlenmiş! RobbeGrillet, bir tarım mühendisidir aynı zamanda, sayıları beşyüzü aşan türde kaktüs yetiştirmiş, onları bir sera inşa ederek yaşatacaklarmış. Toplumsal koşullar, alışkanlıklar; aile ve okul ortamı; sınıfsal özlemler, vb: Yaşama kültürü gelişkin ülkelerde çocuk yetiştirirken, genç eğilip bükülürken en az bir yabancı dil öğrenmesine, bir musikî aracıyla haşırneşir olmasına özen gösterilir. Yetişkinlik çağında, birey, "iş"ine yönelmekle yetinmez, bir(iki) yan uğraşa da aynı ciddiyetle eğilir. RobbeGrillet’nin kaktüsleri, Nabokov’un kelebekleri, Juan Rulfo’nun fotoğrafları, Gide’in piyanosu… pek çok edebiyat adamı başka bir limanda dinlenmeyi, kendinden yük atmayı seçmiştir. Hüseyin Rahmi neden yün örerdi? Hani şemsiyeyi iyice çekip... şemsiye... Hem de en vefalı olanlarındandır... Dolmuşta ya da otobüste unutsak da, şemsiye hiçbir zaman küsmez bize... Sıcaklığını esirgemez elimizden... Katlanır biz insanların hoyratlığına... Katlanan şemsiyeler bu duyarlığın kanıtıdırlar!.. Sevgililerin sığınağıdır şemsiye, yurt olur öpüşmelere. Şemsiyenin bu halini de Sunay Akın anlatır bizlere: Anımsar mısın bilmem yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı o günü hani şemsiyeyi iyice çekip başımıza dudaklarımla hesaplamıştım yüz ölçümünü Çatı katına kaldırılan şemsiyeler var bir de... Yanına gidilmeyen, hali, hatırı sorulmayan!.. Yukarıdaki dizelerin de yer aldığı ‘Şemsiye’ adlı şiirim şöyle biter: Yanıt alamayacağımı bilsem de yanına gidip sorarım her gün şemsiyeye altında elele biz nasıl görünürdük diye C 15 E iftdillilik" kavramı üzerine bir denememde, Türk yazarlarının Fransızca yazdıkları metinlerden oluşacak bir antoloji tasarım olduğundan söz etmiştim. Suya küçük bir taş bırakırsınız, halkalar yayılır: O denemem Fransızcaya çevrildi ve bir dergide yayımlandı; France Culture radyosunun bir canlı yayın programında konuşmacıydım, Marc Voinchet açık bir şaşkınlıkla sordu: "Peki, nasıl oluyor da, Türkiye’de Fransızca metinler kaleme alıyor yazarlar?". Fransızca, XIX. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, üç çeyrek yüzyılı aşkın bir süre, hem edebiyatçılarımızın hem de entelijanesiyamızın ana yabancı dili olmuştur. Okumak, etkilenmek neyse ne, Yahya Kemal ya da Hâşim, Halid Ziya ya da Yakup Kadri gibi majör şairlerimiz ve yazarlarımız için bile birincil kaynak olmuştur Fransız yazını, ama bununla kalmamıştır iş: Abdullah Cevdet’ten başlayarak, özellikle minör yazarlarımız arasından, Fransızca ürün veren çok sayıda örnek çıktığını söylemek gerekir. Bu durumun, alafranga oluşla ilintisi üzerinde sık sık durulmuştur durulmasına, gelgelelim bir çözümlemekonumlamaanlama çabasıyla pek karşılaşmayız, daha çok alaturka cepheden bir yargılama odağı olarak seçildiğini, özentinin ve züppeliğin eleştirisiyle yetinilmediğini gözlemliyoruz. İşin garibi, yüz yıl içinde tuhaf bir evrimden geçilmiş olması: XIX. yüzyıl sonunda kendisinden "Mösyö" diye söz eden sofu bir yerliye ateş püskürüyordu Halid Ziya; bir yüzyıl sonra, bana "Mösyö" diye takılanların kaşkollu ve örgülü saçlı "monşer"ler olması, her cümlelerinde yabancı kelimeler kullanmaya ya da Paris kahvelerindeki Roland Barthes geç “Ç vimize gelen bir misafir olmasa da, başımızın üstünde yeri vardır onun... Ne sapı değişmiştir ne de kubbe biçimindeki çatısı... Yağmurlar yağdıkça hükümdarlığını sürdürecektir şemsiye... Eteklik giymiş bir bastondur şemsiye... Evet, Nâzım Hikmet böyle tanımlıyor şemsiyeyi: Eteklik giymiş bir baston!.. Gerçekten de, sözcük anlamı olarak dişidir şemsiye... Şems Arapçada güneş demektir... İye ise aynı dilde dişilik ekidir... Yani şemsiye sözcüğünün Türkçe karşılığı, kadınlar tarafından kullanılan ‘Güneşlik’ anlamındadır... GÜVEN ARACIDIR ŞEMSİYE Yağmurlu havalarda şemsiye tutan erkeklere baktıkça, Mustafa Kemal Atatürk’ün dil devriminde ne de haklı olduğunu görürüz... Ne var ki Atatürk’ün Türkçeye yeni sözcükler kazandırmak amacıyla kurduğu Türk Dil Kurumu, 12 Eylül döneminde kapatılmıştır... Korunmak için ir tür geçiş dönemi’ içinde olduğumuza ilişkin iyimserden de öte safdil sayılabilecek, herhalde aynı romantik perspektifle malul inancımı eşelemezden önce, söz konusu dönemin portresine değinmek gerekiyor. Roland Barthes, 2 Aralık 1978 tarihli dersinde, Collège de France’da, ülkesine egemen olmaya koyulduğunu gördüğü "tehlike"li durumun bileşkenlerini sıralamış: İdeolojik bağlamda, küçük burjuvazinin güçlü tırmanışı; medya düzenini ele geçirerek orada hüküm sürmeye koyuluşu; "soylu değerler"in itilip kakılması; entelektüel düşmanlığının semirmesi (ırkçılığa, faşizme koşut biçimde); "jargon"un kitle iletişim araçlarından def edilmesi, "auteur" sinemasının reddi, vb. (La Préparation du Roman III, s. 30). Türkiye, 1980 darbesiyle birlikte, hızla, aynı çözülüşü yaşadı, kültürel açıdan sağlam temellere sahip kimi ülkelere oranla daha az direnişle karşılaşarak, düpedüz çöküş ortamına geçti. Son yirmi yıl içinde, Günebakan çizgisinde on ‘B larca yazı düştüm kâğıda, bu konuda; yeniden görüşlerimi yinelemek istemiyorum. Bütün kültür dünyasını sarıp sarmalayan değer bunalımının sonunda, kendi duruşundan ve tasalarından herşeye karşın vazgeçmeyen iki avuç birey kaldıysa kaldı. ANA SORUNLARA YOĞUNLAŞMAK Sanat, Yazın, Bilim ortamlarına yirmi beş yıl içinde yerleşen virüslerin yarattığı genel tabloyu görmezlikten gelemez kimse: Amansız rekabet, öne çıkma ve gösteriş merakı, birincil sorunların ötelenmesi, değer üretiminin düşüşü, çıkar ilişkilerinin doğurduğu vazgeçişler ne türden bir erozyona yol açtı? Barthes, o açılış dersinde, ayakta kalmanın tek yolunun siper kazmaktan, korumaktan ve korunmaktan geçtiğini söylüyor. La Fontaine’in "İhtiyar ve Üç Delikanlı" masalına başvurarak: "Seksenlik bir ihtiyar ağaç dikiyormuş. ‘Ev yapsa neyse, ağaç dikiyor bu yaşta’ Diye alay ediyormuş üç delikanlı, Bunamış sandıkları ihtiyarla." sözleriyle başlayan masaldan kıssadan hisseyi çekip çıkarır Barthes: Bu durumda, yapılası iş ağaç dikmektir. Bütün göstergeler tersini gösterse de. Yapıt kurmak; İnşa’ya yönelmek; günün sorunumsularından, sözüm ona gündeminin yapaylığından sıyrılıp ana sorunlara yoğunlaşmak; sağırlık ortamında derin bir söyleşinin olanaklarını zorlamak kısacası emek, zaman, sabır, yatırım bekleyen bir seçime bağlı kalarak ağaç dikmek, tek çıkış yolu. Tarih, dönüp bakıldığında, boş ve yanlış dönemlerden ikide bir geçildiğini, sonrasında, yeniden anayola dönüldüğünü gösterir. Koru(n)maya devam. Haftanın Kitabı: Emel Esin, Türklerde Maddi Kültürün Oluşumu, Kabalcı Yay. Şemsiye, soyluların elinde görülürdü önceleri... Sonradan sivilleşti ve zenginfakir ayrımı gözetmeksizin herkesin elinde yer buldu kendine... İstanbul’da ilk şemsiye satıcıları Beyoğlu’nda tüccarlık yapan Yahudiler ve Rumlardı... Lüks mağazaların vitrinlerinde görünen şemsiye, zamanla işportada da satılır oldu... Bir güven aracıdır şemsiye... Kentteki insanların birbirlerine güvendiklerinin göstergesidir... Yağmurun dinip dinmediğini gökyüzüne değil, birbirimizin şemsiyesine bakarak anlarız... Şiirlerimde pek çok açık şemsiye vardır. İşte onlardan biri: Şemsiye yapımcıları ıslanmaktan tek kişiyi koruyacak genişlikte kesince kumaşları yağmur değil yalnızlıktır yağan Yüzyıllardır insanın dostudur Bir toplumun geleceğe hangi gözlerle baktığını şemsiyeler anlatır bize... Ülkemiz sokaklarındaki şemsiyeler koyu renklidir genellikle... Gösterişli, yaşam dolu renkler çok azdır aralarında... Bu da, insanlarımızın yarınlara pek de umutlu bakmadığını gösterir... Politikacılar tarafından onca kandırılmalarının ardından onlara hak vermemek elde değil!.. Ama umutsuzluğa karşıdır şemsiye... Pes etmemeyi, zorlukların üstüne gitmeyi öğretir... Nasıl mı?.. Kule Canbazı diyor ki bir şiirinde: Başımızdaki şapka bireysel şemsiye sosyalist yanımızdır ve tek şartı ters dönen bir şemsiyeyi düzeltmenin zor da olsa yürümektir rüzgâra karşı Türk sinemacılar haftasına ilgi UĞUR HÜKÜM PARİS Merkezi Paris’te bulunan, Türk ve Türkiyeli göçmenlerin tüm sorunlarıyla ilgili çalışmalarıyla bilinen ‘‘Elele’’ derneği, Avrupa’da yaşayan Türk kökenli yönetmenlerin filmlerinden derlenmiş bir sinema buluşması düzenledi. 26 Nisan3 Mayıs 2006 tarihleri arasında ‘‘Le Quartier Latin’’ sinemasında gerçekleşen buluşma, bazı oyuncu ve gazetecilerin de katıldığı seanslarıyla ilgi çekti. Programda yaklaşık çeyrek yüzyıldır İtalya’da yaşayan Ferzan Özpetek’in ‘‘Harem Suare’’, ‘‘Kutsal Aile’’ ve ‘‘Karşı Pencere’’, 1973 Almanya doğumlu Fatih Akın’ın ‘‘Duvara Karşı’’ ve ‘‘İstanbul’un Sesi’’ belgeseli, İngiltere ve ABD arasında faaliyetlerini sürdüren Kutluğ Ataman’ın ‘‘Lola ve Bilidikid’’iyle, Almanya’da yaşayan Thomas Arslan’ın ‘‘Dealer’’ isimli filmleri gösterildi. Parisli sinemaseverler, 28 Nisan akşamı Almanya, Avusturya, İngiltere ve Fransa’da yaşayan genç sinemacı ve yönetmen adaylarından Burcu Özalp, Cem Kaya, Çağla Zencirci, Devrim Alpöge, Doğa Kılıçoğlu, Kerem Ayan, Murat Kebir ve Saniye Petek Ünsal’ın çektiği kısa metrajlı filmleri de görme olanağına kavuştu. Tarihte Neler Oldu?/ Gordon Childe/ Çeviren: Alâeddin ŞenelMete Tunçay/ Kırmızı Yayınları/ 296 s. Kitabın 1941 tarihli ilk baskısına yazdığı önsözde, “İnsan yeryüzünde görüldüğü yüz binlerce yılık süre içinde nasıl gelişti? İşte bu kitabın, söylenebilecek her şeyi söylediği savında bulunmaksızın cevaplandırdığı soru budur. Böylece bu kitap beş yıl önce çıkan ‘Man Makes Himself (Watts and Co.) (İnsan Kendini Yaratır) adlı yapıtımda yazdığım yazılı tarihin şafağının sökmesinden önceki uzun yüzyıllar boyunca insanın gelişmesinin öyküsünün bir uzantısı olmaktadır” diyor Gordon Childe. Kentler/ Leonardo Benevolo/ Çeviren: Nur Nirven/ Literatür Yayıncılık/ 240 s. Savunma ve ticari amaçlarla kurulan kent surları, ardından surların dışına taşan yerleşim birimleri, Rönesans’ın mimari yapıtlar üzerindeki etkisi ve Sanayi Devrimi’yle birlikte gelen çarpık kent ortamları... Antik kentlerin gelişiminden yola çıkan Leonardo Benevolo, İslam ve Koloni kentlerini de unutmaksızın Avrupa kentlerinin tarihsel değişimini incelediği bu kitapta, kent yaşamı ile düşünce ve kültür tarihi arasındaki ilişkilere ışık tutuyor. Malum Dünya/ Edward P. Jones/ Çeviren: Murat Sağlam/ İnkılâp Kitabevi/ 456 s. Henry Townsend kunduracılıkla geçimini sağlayan bir köleyken, eski sahibi Robbins’in ona öğrettiklerinin ışığında, köle sahibi zenci bir çiftçi olmuştur. Henry’nin ölümüyle çiftlik dağılmaya başlar. Köleler gecenin örtüsüne bürünerek birbiri ardına firar ederler. Towsend çiftliğinin ötesindeki malum dünyanın çivileri teker teker dökülmektedir. Geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman arasında mekik dokuyan aydınlatıcı roman ‘Malum Dünya’. İran Raporu/ Mustafa Balbay/ Cumhuriyet Kitapları/ 304 s. Bu kitapta İran’ın devlet yapısından toplumsal dokusuna, silahlanma arayışlarından rejimini yayma çabalarına, nükleer güce ulaşma çalışmalarından içe dönüklüğü koruma zorlamalarına kadar pek çok konuda hazırlanmış raporlara dayalı bilgiler yer alıyor. ABD’nin bu ülkeyi hedef olarak seçmesi ister istemez İran’la ilgili her raporu, bilgiyi önemli kılıyor. Kitapta bu bağlamda pek çok bilgi ve buna dayalı yorum var ama önyargı yok. Topaloğlu’nun yeni şiir kitabı ’Divane’ Kültür Servisi Enver Topaloğlu’nun Digraf/Şiirden Yayınları’ndan çıkan yeni şiir kitabı ‘Divane’ okuyucusuyla buluştu. Şairin 19932000 yılları arasında yazdığı şiirlerin toplamı olan kitapta üç dosyası bir araya geliyor. Kitapta yer alan ilk dosya ‘2002 Orhon Murat Arıburnu Birincilik Ödülü’nü alan ve daha önce yayımlanmayan ‘Pervaneler Kadar’ adını taşıyor ve beş bölümden oluşuyor. Kitapta yer alan diğer dosya başlıkları ise ‘Güle Dönüş’ ve ‘Kıyıya İnen Yol’. Enver Topaloğlu, şiir okurlarının Metis Defter dergisi başta olmak üzere Varlık, Gösteri, Göçebe, No, Uç, Islık, Dize, Yasak Meyve gibi sanat edebiyat dergilerinden tanıdığı bir şair... Şairin daha önce okurla buluşan şiir kitaplarından ‘Yakamoz ve Tebessüm’ 1994’te Yayınları’ndan, ‘Kristal Kral’ adını taşıyan ikinci yapıtıysa 1997’de Noyirmiyedi’den çıktı. Enver Topaloğlu, ilk sayısı Ocak 2005’te okurla buluşan ‘Cumartesi’ şiir dergisini Turgay Kantürk ve Metin Sefa ile birlikte yayımlıyor. ‘Cumartesi’ şiir dergisi bilgisayar ortamında hazırlanıp okurlarına ücretsiz olarak internet üzerinden, elektronik posta yoluyla her ayın son cumartesi günü ulaştırılıyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle