29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

5 MAYIS 2006 CUMA sohbet ‘CUMHURIYET GAZETESİ’NIN ŞİMDİ TARİHİ BİR GÖREV YÜKLENDİĞİNİ SÖYLEMEK DURUMUNDAYIZ’ YAZAR MEHMET BAŞARAN C 13 Dağlarca: Ben şiiri çok sevdim ‘Ben şiiri o kadar çok seviyordum ki o yüzden para beni hiç ilgilendirmedi. Bütün edebiyat kitaplarını da inceledim. Kabiliyetim de vardı. Mesela ilk sınıfta bir yazı yazdım, hocam bana, ‘‘Babanın yazdığı yazıyı getirme bir daha’’ dedi. Bir de hocam bilse babamın duruma yaklaşımını. Neyse inandı bir daha yazdığımda. Sonra da şiirleri de çok okurdum, ablamların kitaplarını okurdum. Aruzu daha ilkokulda bilirdim.’ lik düşünmediniz de, şairlik gibi soyut bir şeyi seçtiniz? O mektebe girerken arkadaşlar şart koşarlardı. Bir gün hatta kaçtım mektepten. Anlatsam acırsınız, ben şiiri çok sevdim ve onu istedim. İŞGALE KARŞI EYLEM CUMHURİYET GAZETESİNİN GÖREVİ Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında okuldan çıkıp eve giderken yaşadığınız olayı anlatır mısınız? Ben Konya’da büyüdüm, Konya’da okudum. Bir gün annemle bir cenazeye gittik. Konya’nın uzağında bir mezarlıktı. Giderken baktım, kaldırımda kocaman bir mermer var, üzerinde de bir haç. Herhalde bir kiliseyi yıkmışlar, o taş da oradan çıkmış diye düşündüm. Ondan sonra baktım o koca haç ülkenin düşmanlarının simgesi. Bunu anladım, çiğnedim, üzerinden geçtim. Utandım da aynı zamanda, bir mezarlıktan çıkmış olabilir diye utandım biraz. Sonra onu gördüm ya evimizden uzakta, orduya yardım olsun diye her gün çiğniyordum. ANADOLU YAVRUSU OLACAKSIN İşgale karşı çiğniyorsunuz yani? Annem de kızıyordu bana. Sen mektepten eve gelmiyorsun, geç kalıyorsun diyordu. Ben koşarak dönmeye başladım. Çiğneme göreviniz vardı, o yüzden geç kalıyordunuz... İşte böyle haller. Asıl benim anahtarım vardı. Bize bir kitap verdiler; içinde fizik, kimya, bütün konular var. Kitabın adı Anadolu Yavrusu. Ben düşündüm, bu kitabın ismi neden böyle diye düşündüm. Buldum. Sonradan anladım ki bütün bunları bileceksin, öğreneceksin, işte o zaman Anadolu Yavrusu olmaya hak kazanacaksın. Eğer bunları bilmiyorsan bir Anadolu Yavrusu, bir Türk çocuğu değilsin. Bakın çocuğa bile ne kadar faydalı oluyor. Simge işte, şiirin gücü de orada. Yani Anadolu Yavrusu sizi nasıl etkilediyse, şiirler de milyonlarca genci etkiledi. En ufak bir şey eğitim gücü taşıyor. Eğitim yalnızca öğrenmek değil, her şey eğitimdir. Yürümek, konuşmak, iyi film seyretmek... Sonra, öztürkçe meselesine gelirsek, Atatürk’ün bıraktığı en önemli yatırımı budur. Daha önce başlamış. Biraz daha temelden ortaya koyan Mustafa Ke Randevu yerine gün almak demişsiniz kapıya. Hemen dikkatimizi çekti. Güzel değil mi? Neden konuşayım boşuna, gün alınsın öyle gelinsin. Bu kelime tam karşılıyor anlamı. Son yıllarda dış etkiler, içeride de bunun uzantıları var, Atatürk’ün yaptıklarına karşı, Aydınlanmaya karşı, onun düşüncelerine karşı bir hareket oldu. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz? Şimdi burada ister istemez Cumhuriyet gazetesinin tarihi bir görev yüklendiğini söylemek zorundayız. Ne yazık ki sadece Cumhuriyet gazetesi, belki başka gazeteler de vardır, ama ben görmedim, Mustafa Kemal’in devrimlerinin bekçisi durumunda. Bu bence bir bakıma iyi, bir bakıma eksik. İşin bu dereceye düşmesi kötü. Çünkü 60 gazete çıkıyor, yalnızca biri bunu savunuyor. Ve üstelik tirajı da az. İşte düşündüren de asıl bu. Bu Atatürk aydınlanmasını ne yazık ki zora sokuyor. Aradan 80 90 yıl geçmiş, korkuyorum daha kötü olacak diye. TEHLİKE BÜYÜK Kesintiye uğradı denebilir mi? İkinci parçası olmadan kesintiye uğrayamaz ki. Kesintiye uğradı demek için ikinci parçasının olması gerekir. Kesinti denemez, son denir buna. Halk Partisi seçimi kaybeder, sonra yeniden kazanır, bu kesintidir. Burada kesinti yok. Burada sürekli bir karşıdevrim var. 1950’de böyle bir kesintiye uğradı demek istedik. Ondan sonra sürekliliği olamadı. Olamadı işte. Hep geri çekilmeye devam edildi. Gerileme bu, geri çekilme değil. Bir savaş tekniği var. Savaşa girersiniz, çekilirken sağa sola kuvvet bırakırsınız, belli bir yere geldiğinizde düşmanı çevreler, sarar, saldırırsınız. Bu meşhurdur, bütün savaşlarda yapılmıştır. Ama bu ona benzemiyor. mal’dir. Benim de en son kitaplarımda kullandığım yabancı sözcük sayısı yüzde beşi aşmaz. Hepsi var. Örnek olarak bana bir sözcük verin, bunun Türkçesini bul deyin, bulurum. Bulmaya çalışırım. Buna ait bir şey oluştu bende. Okumak uğruna gurbete çıktı NENA ÇALİDİS yaşı ve yeni kitabı için söyleşi yapaca80. ğımız şair, öykücü, öğretmen Mehmet Başaran’ın buluştuğumuzdaki ilk sözü, ‘‘Ben 80 yaşıma basmadım, dört yirmiye yeni bastım’’ oldu. 1926 yılında, Lüleburgaz’ın Ceylan köyünde, yoksul bir ailenin beşinci çocuğu olarak dünyaya gelmiş Mehmet Başaran. Doğduğu köydeki okul üç sınıflıymış, bu nedenle 9 yaşında, kendi deyişiyle ‘‘Okumak uğruna gurbete çıkmış’’ ve ilkokulu Uzunköprü’de yaşayan dayısının yanında bitirmiş. İlk şiirini de ilkokulda okuduğu dönemde Atatürk için yazmış. 1943 yılında Kepirtepe Köy Enstitüsü’nü, 1946’da da Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü bitiren yazar, Antalya Aksu Köy Enstitüsü yazın öğretmenliğine atanmış. O dönemde Köy Enstitülerine yapılan saldırı ve suçlamalardan da nasibini almış usta yazar. 1947 yılının yazında tüm Yüksek Köy Enstitüsü çıkışlılarla birlikte askere alınmış. Askerliğinin ardından Balıkesir Edremit bölgesine gezici başöğretmen olarak atanmış. Tevfik İleri döneminde soruşturmalar geçirmiş. Pek çok ilkokulda çalıştıktan sonra 1960’ın Mayıs ayında ortaöğrenime geçmiş, 1979’da da emekliye ayrılmış. Göztepe Ortaokulu’nda çalıştığı dönemde Bakanlıkça yurtdışına gönderilmesine karar verilip kursa alınmış, ancak pasaport verilmemiş. Dava açmış, üç buçuk yıl sürüp olumsuz sonuçlanmış. Emekli olduktan sonra aldığı yeşil pasaportla bindiği uçaktan, kalkışa on beş dakika kala indirilmiş. YURTDIŞINA ÇIKIŞ.. Yurtdışına ancak Berlin Senatosu’nun çağrısı (1982) üzerine çıkabilmiş. Cumhuriyet Kitapları’ndan yayımlanan ‘Kuşatılmış Yaşam Günaydın Aşk’ adlı kitabında yer alan ‘Komadı karanlığın ağaları / Halk uyansın, ülke çiçeğe dursun / Komadı aydınlıktan korkanlar...’’ dizelerini şu sözlerle açıklıyor Mehmet Başaran: ‘‘Türkiye, Atatürk’ün eğitim anlayışı, aydınlanma girişimiyle gerçekten uyanmaya ve kalkınmaya başlamıştı. 1956 yılında yapılan plana göre tüm Türkiye’de okuma yazma bilmeyen kimse kalmayacaktı. Her köy adeta küçük bir enstitüye kavuşmuş olacaktı. Fakat karanlık güçler halkın uyanmasını engelledi, Türkiye karartıldı. 1950’den sonra Milli Eğitim Bakanlığı ve diğer bakanlıklar Amerikalı uzmanların güdümüne girdi. Bunlara karşı öğretmen dernekleri ve Türkiye Öğretmenler Sendikası’nı kurduk. Bu kitabın asıl amacı Atatürk devrimlerinin, Atatürkçü eğitim anlayışının nasıl yolundan saptırıldığının, nasıl altının oyulduğunun ve eğitimin nasıl yozlaştırıldığının somut örneklerine yer vermek.’’ KÖY ENSTİTÜLERİ... Köy Enstitüleri’nin 1954 yılında resmen kapatıldığının altını çizen Başaran, enstitülerin öğretmen liselerine dönüştürüldüğünü ve 700’den fazla binanın çürüyüp yıkılmaya terk edildiğini vurguluyor. Ve Köy Enstitülerinin binalarını öğrencilerin inşa ettiklerini, ancak binaların planlarını, açılan yarışmaları kazanan, o dönemin ünlü Türk mimarlarının çizdiğini ekliyor. ‘ Son yıllardaysa, Mimarlar Odası’nın çabalarıyla Köy Enstitüsü binalarının Cumhuriyet dönemi mimarisinin özgün örnekleri olarak korumaya alındığını, bunun Kültür Bakanlığı’nca da onaylandığını, hatta UNESCO’nun da bu girişimi desteklediğini ekliyor. Bu çerçevede, Mehmet Başaran’ın yaşamında önemli bir yeri olan Kepirtepe Köy Enstitüsü için de Cengiz Bektaş, Lüleburgaz Belediyesi ve Kepirtepe Köy Enstitüsü Vakfı birlikte çalışmalarını sürdürüyorlarmış. Kepirtepe Köy Enstitüsü’nün bir bölümü, daha önce Edirne Trakya Üniversitesi’ne devredilmiş, ancak üniversite maddi olanaksızlıklar yüzünden bir şey yapamamış bugüne dek. Vakıf ise şimdi binaları kurtarabilmek için çalışıyormuş ve amaçları burada Trakya Kültür Merkezi oluşturmakmış. Başaran, 19451950 yılları arasında ulusal yazın akımının Anadolu’ya yeni yeni ulaşmaya başladığını belirtiyor: ‘‘Yaşar Nabi’nin deyimiyle ‘Türk edebiyatına köy girmemişti’. 1950’de Mahmut Makal’ın ‘Bizim Köy’ü çıktığında Türk edebiyatında adeta bir deprem yaşandı. Kentsoylu yazarlar çizerler buna çok fena bozuldular. Biz yazmaya başladığımızda Anadolu köyü sadece Karabibik’te, Küçük Paşa’da, Sabahattin Ali’nin öykülerinde bir ucundan ve ikinci elden verilmişti. Biz enstitülerde aldığımız ekin ve beğeniyle köy insanını tüm iç ve dış gerçekliğiyle ürünlerimizde yansıtmaya çalıştık. Örneğin benim ilk yapıtım Ahlat Ağacı. ‘Ahlat Ağacı’ şiirim bir yerde köylünün simgesi.’’ Asker ve şair Yazıda mantık, şiirde çıplaklık öyle mi? Şiirin de mantığı vardır, estetiğin de. Mantık öyle bir şey ki... Aslında dünya hazır, her şey önümüzde. Biz bunu anlamıyoruz, gözümüzü kapatıyoruz, bir şeyler bulmaya çalışıyoruz. Yok. Ben sizin gibi bilgili bir insan olsam, mekteplerde çocuklara durmadan bugün ne gördün diye yazı yazdırırım. Onlar yaza yaza bir eğitimden geçerler ki şaşarsınız. Ben okumak için, babamdan dayak yememe rağmen... Daha da baştan anlatırsam, bir gün yemek yerken, Tarsus’tayız, ben de ortaokulu bitirmek üzereyim. Babam da orada çalışıyor. Ablam İstanbul’a gelmiş, akrabamızda kalmış, bu evin oğlu Kuleli’ye gidiyormuş. Geldi bunu sofrada anlattı överek. Babam dedi ki ben seni Kuleli’ye göndereyim. Halbuki ben üniversiteye gitmek istiyorum. Ben kalktım sofradan, hayatta ilk protestomdu, babam da sert, asabi bir adamdı, suratına bakamazsınız. ‘ASKERİ OKULA GİTMEK İSTEMEDİM’ Kalktım ayağa, gittim sedire basarak Kuranıkerim’in en küçüğünü aldım, 3 kere öptüm, askeri okula gitmem dedim. Babam bir kızdı, kıpkırmızı oldu, yiyecek gibi baktı. O da kalktı, Kuranıkerim’in büyüğünü aldı ve 3 kere öptü, ben seni Kuleli’ye göndereceğim dedi. Ondan sonra, Kuleli’ye giderken dedim ki, şiir kitabımı çıkarmazsam lanet olsun... Uğraştım uğraştım, bir şeyler yazdım, çizdim ve tam mektep bitti 1 Ağustos’ta, evden bana 60 lira para geldi, kaba kumaştan güzel bir elbise yaptırayım diye. Aldım parayı yanıma hemen, nerede kitap basılır ne yapılır bilmeden, Beyazıt’a gittim. Sora sora bir matbaa buldum. Bozkurt Matbaası’ymış. Oraya kitabı verdim, ama kitap benim demeye de utanıyorum, bir arkadaşım bana Anadolu’dan gönderdi, bunu ben bastıracağım dedim. Kitabı aldım, ama ben yanlışlıkları düzeltiyorum sürekli, adam anlamış zaten benim kitabım olduğunu. Neyse, sonra kitap basıldı, adam bana bunu imzalar mısınız, dedi. O zaman cahilliğimi anladım. O kitap ben subay çıktığım gün çıktı. Ve arkadaşlarım da aldı kitabımı. Peki, şair olmaya nasıl karar verdiniz? Çünkü Kuleli’yi bitirirken şiir kitabımı da çıkaracağım düşüncesinde bir kararlılık beliriyor. Nereden çıktı? İşte, babam Kuranıkerim’i öptüğü zaman ben de her şeye rağmen, nereye gönderirseniz gönderin, ben şiirime devam edeceğim, dedim. Siz şiiri başlatmışsınız zaten. Bakarsak, 13 yaşında Adana gazetesinde ilk şiiriniz yayımlanmış. Ancak şairlik bir meslek olarak karşımıza çıkmıyor o zamanlar. Şair olacağım diye nasıl karar verdiniz? Onu öğrenmek istiyoruz. Meslek olarak düşünmüyordum ben o zamanlar. Sadece şiir yazmak istiyordum, oradan ekmek kazanır mıyım, kazanmaz mıyım, hiç aklıma gelmedi. Y ani şairliği meslek olarak düşünmediniz. Ben şiiri o kadar çok seviyordum ki o yüzden para beni hiç ilgilendirmedi. Bütün edebiyat kitaplarını da inceledim. Kabiliyetim de vardı. Mesela ilk sınıfta bir yazı yazdım, hocam bana, ‘‘Babanın yazdığı yazıyı getirme bir daha’’ dedi. Bir de hocam bilse babamın duruma yaklaşımını. Neyse inandı bir daha yazdığımda. Sonra da şiirleri de çok okurdum, ablamların kitaplarını okurdum. Aruzu daha ilkokulda bilirdim. Peki, neden subaylığa karşı öğretmen Şimdi sınav zamanıdır Bugün geldiğimiz noktada demokrasi ve laiklik konularında bir sınav vermek gerekiyor! Evet haklısınız, burada bir sınav vermek gerekiyor. Cumhuriyet gazetesinin bu karşı tavrı çok yerindedir. Kabul ediyoruz ve çok takdir ediyoruz. Hatta ben emrederseniz aklıma yeni bir şey gelirse gönderiririm size. İstirham ederiz. Keşke yeni bir şeyler yazsanız da onları yayımlasak. Hatta bu kampanyayı, yani sizin şiirlerinizi basacağımız bu kampanyayı yeni şiirle açsak... Güzel. Siz bana buraya birkaç kelime yazın. DİN SÖMÜRÜSÜNE KARŞI Amerika, emperyalizm, Irak, Türkiye, şeriat, Atatürk. Şeriat demeyelim ona. Türkçesini nasıl söyleyelim. Dincilik doğru bir tanım olmaz, düşman kazanırız. Din sömürüsü diyelim. İşte şiir: Körlerin Görmediği Sanki yeşil bayrak astılar Kör adımlarla aydınlığı bastılar Birinin omzunda din sömürüsü Birinin omzunda Osmanlıca Birinin omzunda sıkmabaş sımsıcak Birinin omzunda karanlık Birinin omzunda sömürü Toplum gece yarısı da uyanabilir Birinin omzunda eski yazı Hayır Aydınlığın omzunda Atatürk BEYNİYLE TARTIŞAN ŞAİR Burada çok ilginç bir kavram getirdiniz. Sımsıcak sıkmabaş derken burada türbanı mı kastediyorsunuz, yoksa köydeki başörtüsünü mü? Onun duyduğu lezzeti söyledim. Türbanla olan sevincini, gericilik sevincini belirtiyorum. Peygamberimiz bir köleyi görmüş yıkanırken, bir ayet söylemiş, ben bu kızı alacağım demiş. Niye, demişler? Ayet diyor ki demiş: Çıplak bir kadın görürsen günaha girersin, illa ki bu kadını al da bu günahtan kurtul. Irak ve Amerika başka şiire kaldı o zaman. Şiir kültürünüz, halk kültüründeki atmacadan mı geliyor? Ben çok yazı yazmışım, benim daha çıkmamış yazılarım var eski Türkçe. İçlerinde çok güzel şiirlerim var. Ben çok çalışkan bir adamım. Dikiş makinesi gibiyim, hiç yorulmam. Allah bana böyle bir kafa gücü vermiş. Çok severim. Küçükken de çok severdim yazıyı. Bazı şeylerde zorlanırım. Mesela bir yeri birleştiremeyince çok sinirlenirim. Mesela Çanakkale Savaşı’nı yazarken bir yere geldim ki birleştiremedim. Bir deniz savaşları var, bir de kara savaşları var. Uğraştım uğraştım, olmadı. Bir gün çok yüksek bir binada bir gece kalktım, dedim ki Allahım, ya bana bunu birleştirecek çareyi ver ya da beni şurdan, pencereden at. Bunu deyince hemen aklıma geldi. Tuttum, bir tip yarattım. Erdede diye. Bu Erdede bir savaş simgesi. İnsana benziyor, ama eski çete gibi bir adam. Bu adamı tuttum evvela deniz savaşlarına koydum. Sonra diğer savaşlara koydum. Böylece iki destan birleşti. Yani böyle, sıkışınca ölümü istiyorum. Ya öldür beni ya da bulayım. Orada işte psikolojik bir savaş oluyor. Orada benim beynim kendi kendine bir alarm veriyor. Kendi beynimi muhatap gibi kullanıyorum. Kendi beynimle karşılıklı tartışıyorum. Harika bir konuşma oldu. Çok büyük bir yükleme oldu, siz farkında mısınız bilmiyoruz. Konuşmanın bize yüklediği enerji ve iyimserlik çok güzel. Siz bir kişi gördünüz bugün, ben 5 kişi gördüm. Siz haylaz bir çocuk gördünüz, ben 5 mektep bitirdim. B İ T T İ Fazıl Hüsnü Dağlarca bir duruşmadan çıkarken. ‘İnsan anlamsız şiir yazamaz’ Şu an tam zamanı. Kendimizi savunmak, birleşmek, kurtarmak zorundayız. Ayrıca şiir şu an toplumda dışlanıyor. Şiirin ne kadar önemli olduğunu göstermek gerekiyor. Onu da biz yaptık. Ortalık şairlerin taklit şiirleri ile, anlamsız şiirleriyle doldu. İnsan anlamsız şiir yazamaz, bir anlamı olmalı. Onlarınki şiir değil bir defa, okuduğunda bir tat alamıyorsun ki. Sonra üstelik bir şey de bilmiyor; ne evveliyatını, ne başını, ne sonunu biliyorlar.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle