30 Nisan 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 ÇED KÖŞESİ OKTAY EKİNCİ C yorumlar rtık oturup ‘‘Nerede hata yaptık?’’ diye ciddi olarak düşünmemiz lazım! Kadın Araştırmaları Derneği’nin organizasyonu ve İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği’nin desteğiyle Harbiye Orduevi’nde bir 3 Mart anma töreni yaşadık. ‘‘Hilafetin Kaldırılması, Şeriye ve Evkaf Bakanlığının Kaldırılması ve Tevhidi Tedrisat Yasası’nın Kabul Edilişi’’nin yıldönümüydü. Necla Arat, Vural Savaş, Meriç Velidedeoğlu, Nazan Moroğlu, Firdevs Gümüşoğlu ile beraber yaptığımız konuşmalarla, bu üç önemli devrimden nasıl ve neden uzaklaştığımızı ele aldık ne yazık ki. Yurdun her yerinde sürekli konuşmalar yapıyoruz. Pazar günü de Ankara’da CUMOK’lar ve Yurtsever Hareket’in ortak toplantısında konuşmacıydım. Perşembe günü Çorlu’da olacağım. Diğer Atatürkçü dostlarım da yurdu taramaya devam ediyorlar. Vural Savaş cuma Bursa’daydı. Bugün kimbilir nerelerde... Çoğu toplantılarda salonlar dolup taşıyor... Sürekli olarak kaybettiğimiz toprakların, nefeslerin dökümünü yaparak, yakınarak, şikâyet ede 10 MART 2006 CUMA 2. Cumhuriyetçilere, ‘‘ılımlı’’(!) İslamcılara ya da yobazlara bıraktık. Toptancı olduk. Çocuk gibi davrandık, Atatürk gibi değil. Görüşlerimizden ödün vermeden ‘‘karşı’’ tarafla medenice diyaloğa girip fikirlerimizi anlatmayı, onları ikna etmeyi beceremedik, başaramadık çünkü... Onu da denemedik!! Böylece dünyanın Türkiye’yi algılayabilmesi için tüm sahneyi tarikatçılara, neoliberallere, numaracı cumhuriyetçilere bıraktık. or yolu seçip, mantık ve bilgiyi kullanıp, diyalog ve ‘‘münazara’’ yöntemlerine girmeye tenezzül etmedik! Kemalizm’in ‘‘yalnız Ordu ve üçbeş dinozorun savunduğu güdük bir ilkçağ resmi ideolojisi’’ gibi tanıtılmasına seyirci kaldık. Kendi okuduğumuz makale ve yayınlarla yetindik. Biz küssek de AB ve ABD yok olacak mı? Bu mu Kemalist tavır? Mustafa Kemal, savaştığı emperyalist güçler dahil herkesle görüşmedi mi? ??? Evet.. artık kendimizi suçlu sandalyesine oturtma zamanı geldi. Yoksa daha çok yakınıp dururuz... A GÖRÜŞ BEDRİ BAYKAM Peki Biz Nerelerde Hata Yaptık? ruşturduk, ‘‘kirlidir’’ dedik. Ama kendimiz de bu işlerin ‘‘temizini’’ yapmayı başaramadık. Bana sorarsanız denemedik bile! Hadi vazgeçtim kapital kullanmayı bilmekten, konuşmalarından sonra kitap satan yazarımız varsa, ‘‘paragöz’’ diye arkasından utanmadan dedikodu yaptık. Kimi yazarlarımız sonunda kitap standı açmaktan utanır, çekinir hale geldi. Bırakın yazarların da para kullandığı gerçeğini, böyle davranarak kendi fikirlerimizin sağlıklı dağılımını bile sabote ettik! Onlar gibi birbirimizi desteklemedik, birbirimizden alışveriş yapmadık. ??? AB ve ABD’yi toptan suçladık. ‘‘Emperyalist bunlar’’ dedik. ‘‘Bizi bölmek, satmak, parçalamak istiyorlar’’ dedik. Devamlı onların günah dökümlerini, komplolarını, işbirlikçilerini saydık. Böylece onlarla diyaloğun akışını toptan LONDRA GÜNLÜĞÜ MUSTAFA K. ERDEMOL ‘Özel Çevre’cilerin Açmazları ki bakanlık birleşince ‘‘Çevre ve Orman Bakanlığı’’nın birimine dönüşen ‘‘Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı’’ (ÖÇKK), 35 Mart 2006 günlerinde bir ‘‘eğitim semineri’’ düzenledi. Vaktiyle Marmaris’in mahallesiyken sakinleri arasında Kenan Evren’in de yer aldığı ‘‘bağımsız belediye’’ye dönüşen Armutalan Beldesi’ndeki ‘‘Club Cettia Otel’’de yapılan seminerin konusu ‘‘Özel Çevre Koruma Bölgelerinde Kırsal Alan Planlaması ve Standartlarının Oluşturulması’’ idi. ÖÇKK Başkanı Ş. Önder Kıraç, konunun ‘‘gerekçe’’sini özetle şöyle vurguladı: ‘‘Özel çevre bölgelerinin yüzde 90’ını oluşturan kırsal alanlarda ve köylerde süregelen imar ve planlama sorunlarını çözebilmek için, yeni ilkeler gerekiyor.’’ Etüd, Plan, Proje ve Uygulama Daire Başkanı T. Cengiz Kaman ise ‘‘çözüm bekleyen’’ sorunları şöyle sıraladı: ‘‘Kırsal yerleşimlerin sınırları belirlenemiyor; kentten kaçış yeni yapılaşma baskısı yaratıyor; yasalar yetersiz ve SİT’lerdeki kamulaştırmalar da yapılamıyor.’’ Bütün bu engeller yüzünden planlama yapılamazken üretilmiş planlar da uygulanamıyor. Akdeniz sözleşmesi Türkiye ‘‘Akdeniz’in Korun ması Sözleşmesi’’ni (Barselona Sözleşmesi1982) 1988’de onayladı. Sözleşmenin ekindeki ‘‘Akdeniz’de Özel Koruma Alanları Protokolü’’ gereğince de 1989’da ÖÇKK kuruldu. Bu kapsamda belirlenen alanlardaki imar yetkileri ÖÇKK’ye bağlandı. Başlangıçta sadece Muğla ilindeki ‘‘KöyceğizDalyan’’ göl ve lagün alanı; ‘‘FethiyeGöcek’’ koyları ile ‘‘Gökova Körfezi’’nde başlanan özel çevre koruma uygulaması, geçen 17 yıl içinde yaygınlaştırıldı. Bugün, Foça, Datça, Patara, Kekova, Belek, Pamukkale, AnkaraGölbaşı, Göksu Deltası, Ihlara, Tuz Gölü ve TrabzonUzungöl’de de ÖÇKK’nin yapılaşma kuralları geçerli. Aynı alanların çoğu, aynı zamanda ‘‘SİT’’ olduğundan, her türlü uygulama için Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Koruma Kurulları’nın da ‘‘uygun’’ kararı gerekiyor. Peki, böylesine ‘‘katmerli’’ bir koruma düzeni içinde çok sayıda ‘‘köy’’ün olması; arazilerin yüzde 90’ının ‘‘tarım alanı’’ niteliği taşıması; hatta ‘‘Foça, Fethiye, Gölbaşı’’ gibi ‘‘kent’’ niteliğindeki yerleşmelerin bile seçilmesi doğru mudur? Bu gibi yerler, ÖÇKK’nin dayanağını oluşturan ve özellikle ‘‘ekoloji’’ ile ‘‘doğal yaşam’’ alanlarının gözetilmesini öngören ‘‘Barselona Sözleşmesi’’nin ne amacına uygun, ne de ruhuna... Ne var ki imar yetkilerinin çekiciliği içinde köyler ve kentler de ÖÇKK’ye bağlanınca, şimdi bu alanlardaki ister en masum yaşama gereksinmeleri için olsun, ister ranta dönük yatırımları hedeflesin, hemen tüm ‘‘yapılaşma’’ talepleri ile ‘‘çok özel koruma’’ arasındaki çelişkiler doruğa çıkmış durumda. ‘Tarım’sız kırın kaderi İşte özeti bu olan, böylesi bir 17 yılın ardından, ÖÇKK’nin kuruluş amacı ile ‘‘yetkisine bağlanan’’ yerleşme alanları arasındaki ‘‘uyumsuz’’luğun yarattığı sorunlar nasıl giderilebilir? Nitekim Marmaris’te ele alınan ‘‘kırsal alanlarda planlama’’ konusu da bu sorunlar arasında belki de en ‘‘talihsiz’’ olanı... Çünkü, kırsalın temel yaşam kaynağı olan ‘‘tarımsal üretim’’i hükümetler zaten gözden çıkarttılar. Tarlasını, bağını, bahçesini ekip biçmek yerine, fabrikadan tatil sitelerine kadar her türlü imar parseline dönüştürerek satmak ya da buna ‘‘muktedir’’ olanlara pazarlamak, günümüz köylüsünün tek hedefi. Hemen tüm yerleşmeler için gerekli olan ‘‘planlama disiplini’’ de yerini hızla ‘‘siyasi destekli rant projeleri’’ne bırakırken Marmaris’tekine benzer seminerlere sadece şehircilerin, mimarların ve ziraatçıların katılmaları ne işe yarar? Uzmanların bu konuları artık ‘‘kendi aralarında’’ değil, ‘‘siyasi’’ kurmaylarla tartışmaları gerekiyor. ÖÇKK’nın da asıl sorununu ‘‘siyaset’’ oluşturuyor. İ rek, gerek gerici oluşumlara, gerek kendi liderlerimize kızarak harcıyoruz vaktimizi. Herkes nasibini alıyor bu konuşmalardan; Ecevit, DSP, SHP, CHP ve Baykal’ın hatalarını anlatarak soldaki siyasi yapılanmayı yargılıyoruz. Sonra da aşırı sağdaki dinci oluşumlara tepki verip, marifetlerinin dökümünü yapıyoruz. Ardından, sıra Amerika’ya ve AB’ye geliyor... İyi de, biz nerede hata yaptık kardeşim? ??? Paradan korktuk. Temiz kalmak için parayı yok saydık. Ondan veba gibi uzak durduk. Yobazların, liboşların parayla nasıl iskambil sihirbazları gibi oynayıp onu çoğaltıp güçlendirdiklerini çözemedik. Kendi tek gazetemizi zor yaşatırken onların binlerce medya organı yapılandırabilmelerine şahit olduk. İçimizden kıskandık, eleştirdik, kaynağını so Sosyal Kahramanlık... lk olarak Yaşar Kemal kullanmıştır diye bilinir ‘‘sosyal eşkıya’’ kavramını. Osmanlı’dan kalan bir kurum olarak varlığını Cumhuriyet’in ilk yıllarından, 50’lilere kadar sürdüren eşkıyalık olgusunun toplumsal tarafına vurgu yapan bir kavram olarak kullanmış olmalı bunu büyük yazar. Eşkıyalığa ‘‘sosyal’’ sıfatı eklemekle, ‘‘eşkıya’’nın, ‘‘merkez dışı’’ kalmış/bırakılmış kimi toplumsal kesimlerin temsilcisi olma durumu da belirtilmek istenmiş olmalı. Toplumsal düzenlemede yer bulamamış kesimlerin ‘‘merkez’’le girdikleri çatışmada öne çıkan figürdü eşkıya. Onu ‘‘sosyal’’ yapan, merkeze taleplerini, sorunlarını ulaştıramayan, çoğu zaman zulüm de yaptığı insanların sözcüsü durumuna gelmiş olmasıdır. Adına türküler yakılan Çakırcalı Mehmet Efe örneğin, ‘‘sosyal eşkıyalık’’ın yüz karası sayılabilecek vahşi bir eşkıyaydı ama halkın ona hayranlık duymasına engel olmamıştır yaptıkları. Kamalı Zeybek ise öyle değildir. Yöre halkının, hem yiğitliği hem Osmanlı otoritesine karşıtlığı ile sevdiği gerçek bir halk kahramanı idi o. Bir kent olgusu olan kabadayılık da efeliğin büyük şehirlerdeki karşılığı olmalı. ‘‘Sosyal eşkiyalar’’, faaliyetlerini asla resmi güçlere dayandırmadılar. Bu, varoluşlarına aykırı bir durumdu çünkü. Polisle, adliyeyle sınırlarını karşılıklı çizdikleri bir ilişkileri hep olsa da, asla resmi güçlerin temsilcileri olmadılar. Böyle oluşları onları elbette övmemizi gerektirmiyor. Efeler de kabadayılar da varlıklarını sistem içinde yer bulamayışlarına borçluydular. Z İ ÇİZMEDEN YUKARI [email protected] MUSA KART YER ALTI LİDERLERİ Sistem içinde yer bulduklarında ne oldu peki? Alaattin Çakıcı ya da Sedat Peker benzeri yeraltı liderleri çıktı ortaya. Devletin işbirliği de yaptığı kişiler olduklarından ‘‘sosyal eşkiyalık’’ın kimi tutumlarına hiç sahip olmadılar. Çek senet tahsilatı işini, bir mağdurun mağduriyetini gidermek amacıyla değil, gelir getiren bir iş olarak yaptılar örneğin. Zabıtayla karşıtlık değil, tam aksine iç içelik yaşadıklarından ötürü de adlarına türkü yazılma ihtimali yok. Devletin içeri tıktığı adamlar olması, çuvalın artık mızrağa sığamamasıyla ilgili bir durumdur ki, içerideyken bile devlet bağlantılarını sürdüregelmişlerdir. Efelikten kabadayılığa, kabadayılıktan yeraltı liderliğine giden yolda, sonuncu kategoriyi oluşturanlar, bir ideoloji edinme ihtiyacı duydukları an milliyetçilikte karar kıldılar. Bu da onların toplum gözünde meşrulaşmalarına yol açan bir aşamaydı. Çeteleşme toplumun tüm bünyesini sararken milliyetçi söylemlerle oluşturulmuş devlet destekli, sözümona gayriresmi bir yapı çıktı ortaya. Bu yapı, Türkiye’nin düşmanlarını yok etmek gibi bir misyon da üstlendi. ‘BİR FİLİMDİR AMA... ‘‘Kurtlar Vadisi’’ işte bu yapının üzerine inşa edildi. Nihayetinde bir filmdir ama toplumumuzda her gün üretilen kavramları kullanan, devletine bağlı, hatta ‘‘devlet görevini yeterince yerine getiremiyorsa biz yaparız’’ diyecek kadar bağlı, tümü, ülkelerini seven, gayrimeşru insanların dünyasını aktarıyor bize. Ülkesi için Irak’a gidip mücadele eden bir çetedir öyküsü anlatılan. Ama iyi insanlardan oluşmuş bir çete. Böyle olduğu içindir ki, biz iyi çetenin yaptıklarına onay veriyoruz. Karşı olunması gereken çeteleşmeyi ‘‘toplumsal yarar’’ açısından değerlendirdiğimizde destekleme tutumuna giriyoruz. Çetelere karşı değil, kötü çetelere karşı bireyler haline geliyoruz. Bizden, eğer iyiyse, devlet dışı organizasyonlara onay vermemiz isteniyor. Bunun başka olumsuzluklara kapı açacağını konuşmanın gereği var mı? Toplumda onay da gören görüşlerle, devletin görevini üstüne alma potansiyeli olan bir ‘‘milisleşme’’dir özendirilen. Devletin, gerekirse, kendileri gibi düşünmeyenlere baskı yapmasını savunan, Ermeni sorunu konusunda farklı görüşler dile getirenleri protesto edenlerin Sedat Peker’e yakın kişiler olması bir örnektir buna, devletin bekasını, devlet sınırları içinde değil dışında arayan bir ‘‘milisleşme’’. Devleti çekilebilecek en demokratik sınıra çekme çabasını sıfıra indirgeyen, aksine antidemokratikliği bir devlet tutumu olarak öven bir çeteleşme var karşımızda. Bu dediklerimi, yararından çok zararını hesaba katarak iyisiyle, kötüsüyle ‘‘çeteleşme’’ olgusuna karşı olanlar anlayabilir. Filmde de olsa devlet/millet düşmanlarının yeniliyor olmasından keyif alanlara lafım yok. Mutlu ediyorsa izleyenleri ne ala! Ama kimse Polat Alemdar’ın ‘‘antiamerikancı’’ olduğunu söylemesin. Bu çok yaralayıcı olur benim için. Türkiye gençliğinin tarihi, sağın bir kesimini de kapsar biçimde, antiamerikancı bir tarihtir. Bu tarihe adı yazılmışlar sanal değil gerçek ‘‘kahraman’’dılar. Hiçbir zaman yaşamamış Polat, yirmili yaşlarında idam edilmiş gençlerin yerini alamaz. Polat, sanal bir kahramandır ama ABD, Bush sanal değildirler. Sinema salonundan çıktığımızda Polat’ı perdede bırakarak çıkarız, adım attığımız sokakta ise Bush’a çarpma olasılığımız hep var. İnanmayan gidip Iraklılara sorsun. K itap Fuarı nedeniyle martın üçünden beri Bursa’dayım. Bursa, tekstil sektöründeki krizden en çok etkilenen illerimizden biri, halkta gözle görülür bir tedirginlik var. Dolayısıyla bu yıl dördüncüsü düzenlenen fuarın ziyarete açıldığı geçen cumartesi gününe kadar bu tedirginlik bir ölçüde bize de yansımıştı. Ne var ki tam tersi oldu, fuarı ilk iki gün altmış binin üzerinde kitapsever gezdi. Pazartesi günleri genelde görece sönük geçer, burada da Bursalı kitapseverler bizi olumlu yönde şaşırttılar. Bu arada Kitap Fuarı ile aynı gün açılan Eğitim ve Bilişim fuarlarının da yarattıkları sinerjinin hakkını yememek gerekiyor. ??? Bu yazı, bir ‘‘fuar değerlendirme’’ yazısı değil. Ortaya koyduğu, aşağıda açıklamaya çalışacağım göstergeler açısından değindim ziyaretçi sayısına. Çünkü onca yıllık fuarcılık deneyimlerimiz, toplumun kendi sorunlarına dönük arayışlara girdiği dönemlerde insanların kitaba, dolayısıyla kitap fuarlarına ilgilerinin arttığını gösteriyor. Böyle dönemlerde okurlar, edebiyat yapıtlarının yanı sıra araştırmalara, toplumbilime, tarihe ilişkin kitaplara yöneliyorlar. Ör PANO DENİZ KAVUKÇUOĞLU Arayışlar... neğin, fuarın ikinci günü olan pazar günü, bugüne kadar 700 binin üzerinde satan, ‘‘korsanı’’yla birlikte satışının bir buçuk milyonun üzerinde olduğu tahmin edilen ‘‘Şu Çılgın Türkler’’ kitabının yazarı Turgut Özakman’ın söyleşi yapacağı salonun önünde oluşan kuyrukta bekleyenlerin sayısı binin çok üzerindeydi. Geçen yıl da İzmir Kitap Fuarı’nda ışıklar içinde yatsın, Attilâ İlhan’ın söyleşilerinde benzer bir ilgi yoğunluğunu gözlemlemiştik. ??? İnsanlar, bir gün geliyor, iktidarların söylemlerine inanmamaya başlıyor. Öyle ki iktidarlar kendi seçmenleri karşısında bile inandırıcı olamıyorlar. Bunu sezdiklerinde ise hırçınlaşıyorlar, kabalaşıyorlar; uzun, dolambaçlı, fakat içerikleri incir çekirdeğini bile doldurmayan lafebeliklerine başvuruyorlar. Bu bir kısırdöngü, bu döngüde insanlar her geçen gün biraz daha yanıltıldıklarının, aldatıldıklarının farkına varıyorlar. En büyük düş kırıklığını da doğal olarak o iktidarları işbaşına getiren seçmen kitlesi yaşıyor. Böyle dönemlerde insanlar, kafalarında oluşan ‘‘Nerede yanlış yaptık?’’, ‘‘Yanlıştan nasıl döneriz?’’, ‘‘Nasıl kurtuluruz?’’, ‘‘Bizden öncekiler neler yapmışlar?’’ sorularına yanıtlar aramaya başlıyorlar. Bu çaba insanları düşünmeye, araştırmaya, kitaba, okumaya yöneltiyor. Benzer durumları yakın tarihimizin belli dönemlerinde de yaşamıştık. Küçük bir araştırma, iktidarların inandırıcılıklarını yitirdikleri, toplumda geleceğe ilişkin endişelerin uç verdiği dönemlerde kitap satışlarının artış gösterdiğini ortaya koyacaktır. ??? AKP, çeşitli kuruluşların yaptığı anket çalışmalarında hâlâ en güçlü parti olarak gözüküyor. Biz bu sonuçları medyadan öğreniyoruz. Fakat yazılı ve görsel basında yayımlanan bu sonuçların AKP’yi sevindirmesi, bunları yayımlayan medyaya şükran duyması gerekirken AKP tam tersini yapıyor, medyayı satılmışlıkla, yabancı güçlerin hizmetinde olmakla suçluyor. Çünkü AKP de bu anket sonuçlarının son çözümlemede kendisine gelecek seçimlerde iktidar yolu göstermediğini, CHP’nin yanı sıra iki partinin daha TBMM’ye girmesi durumunda muhalefet sıralarına çakılıp kalacağını biliyor. Muhalefette kalmak ise AKP için kâbus anlamı taşıyor. Önlerine sürülecek dosyalar AKP’lilerin daha şimdiden uykularını kaçırıyor. Birer can simidi gibi demagojilere, lafebeliklerine sarılıyorlar, böylece kapıldıkları kısırdöngü daha da büyüyor, hızlanıyor. Toplum ise sordukça, sorguladıkça, okuyup araştırdıkça aydınlanıyor, uyanıyor. Bu da çok doğal, her gecenin mutlaka bir de gündüzü var, çünkü. [email protected] Ö ncelikle sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Ben Ali Geyikçi. 19 yaşında. Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği öğrencisi bir gencim. 20 Şubat 2006 tarihli yazınızı okudum. Size ben de karşılaştığım sorunları anlatmak istiyorum. Türkiye’nin sorunlarıyla ilgilenmeye çalışıyorum elimden geldiğince ama bunları tartışacak, konuşacak bir insanı çok çok zor bulabiliyorum. Arkadaşlarımla sohbetlerimde bu konuları açtığımda ‘Ben anlamam bu işlerden’ diyorlar, yeni tanıştığım bir arkadaşıma ‘sen’ yerine ‘siz’; ‘hoş geldin’ yerine ‘hoş geldiniz’ diyorum, en azından ilk başlarda. Bana dediklari şu, ‘Ali, Meclis’te değiliz. Bırak bu ağızları’. Meclis TV’yi izliyorum, bana hayretle bakıyorlar. Gazete okurken, diğerleri gibi spor bölümünü değil, köşe ya zılarını, manşetleri okuyorum; ‘Başka işin yok mu? Canın mı sıkılıyor senin?’ diyorlar. Bana arkadaş çevrenden kaynaklanıyor diyebilirsiniz fakat Atam’ın gençliği bu halde! Büyük çoğunluğu birbirinden farklı değil. Türkiye’de siyasi partiler de bizlere önem vermiyor ya da bizlerin farkına varmıyorlar. Belki de içine düştükleri çıkar kaygılarından dolayı bizleri düşünmüyorlar bile. Ben Cumhuriyet Halk Partisi’ne gönül vermiş birisiyim. İyi de olsa, kötü de olsa CHP’liyim. Kötüyse düzeltmek benim işim, iyi ise daha iyi hale getirmek gene benim işim. Çünkü gönül verdim bu partiye. Ama CHP’de gençlere bugün gerçek değerini vermiyorlar. Lütfen bunu köşenizde dile getirin. Bu millet genç bir nüfusa sahip, bunu değerlendirmeliler, gençlerin birçoğu nereye oy ve 2000’Lİ YILLARDA ERDAL ATABEK Gençler ve Politika... mayın!!! Atamın partisi Atamın gençliğine sahip çıksın!!!’’ Ali Geyikçi en önemli konulardan birisine, gençlik ve politika’ya değiniyor, tutumunu açıklıyor ve duruma çare bulunmasını istiyor. Yeterince yalın ve açık. İzlenime dayalı saptamalarına göre: Gençler toplumsal sorunlara ilgisiz ve kayıtsız. Buradan kaynaklanan apolitik bir tavırları var. Siyasal parti seçimleri açısından kararsız. receklerini bilmiyorlar, kararsızlar. Atatürkçü kesimin, CHP’nin gençlere sahip çıkması gerekiyor, sahip çıkılmadığında da gençler tarikatların kucağına itilmiş oluyor ve Cumhuriyet düşmanı olarak yetişiyorlar. ...TV’ler bir garip halde, tartışma programları gece geç saatlerde, herhalde özellikle gençler izleyemesin diye. Neyse, çok uzattım lafı ama biz gençlere sahip çıkın!! Özellikle CHP Genel Başkanı’na sesleniyorum, bizi yalnız bırak Siyasal partiler de gençliğe karşı ilgisiz ve kayıtsız. Kendi haline bırakılan gençler tarikatların kucağına itiliyor. Prof. İbrahim Armağan’ın araştırmasında 2004 tarihli önemli değerlendirmeler var: 1825 yaş grubunun siyasal eğilimlerinde, yüzde 33.75 kararsız yüzde 10.08 AKP yüzde 15.50 CHP yüzde 13.23 GP yüzde 14.65 SHP yüzde 2.62 MHP yüzde 1.51 DSP yüzde 3.11 DYP yüzde 0.98 ANAP olarak bulunmuştur. Bu tabloda en anlamlı sonuç, gençlerin üçte birinin kararsız oluşudur.. Solda CHP ve SHP ayrı oylarla yerlerini alırken, sağda Genç Parti ve AKP ilk sıraları almak tadır. İzmir’de sınırlı denek arasında yapılan çalışma elbette bütünü temsil gücüne sahip değilse de gençlerin apolitize edilmesinde başarılı olunduğu görülmektedir. Siyasal partilerin gençlere dönük politikalarının olmayışı, gençlerin önünü açmalarındaki yetersizlik, her şeyin üstündeki ilgisizlik ve duyarsızlık toplumun geleceğini olumsuz etkileyecek düzeydedir. Bu durumun bütün toplum için hangi tehlikeleri gösterdiği yeterince açıktır. Siyasal erke yansımayan, yönetime giremeyen hiçbir güç, toplumun geleceğinde etkili olamayacaktır. Bu durumu bugünden görmek bile çok geç kalmış sayılmalıdır. Yarınları biçimlendiren bugünler değil mi? erdalatak?superonline.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle