07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler EKİM CUMA OKTAY AKBAL Bayramlarda Düşünmek! Sosyal Devlet ve Prof Dr Cahit Talas S osyal devletin ülkemizdeki gelişme ve gerileme süreci nazara alındığında, Prof. Dr. Cahit Talas’ın yaşam çizgisi ile bazı paralellikler taşıdığı görülür. Ülkemizde sosyal devlet kurumlarının ve kazanımlarının yoğun bir çözülme dönemine sokuldukları içinde yaşadığımız dönemde, geçen 14 Ekim günü Prof. Talas hocayı yitirmiş bulunuyoruz. Talas hocanın akademik ve toplumsal yaşamdaki sosyal devlet ilkeleri ve amaçları yönündeki etkinliğinin belirginlik kazanması da ülkemizde sosyal devletçi adımların hız ve önem kazandığı 1960’ı izleyen dönemde gerçekleşmiştir. Prof. Dr. Cahit Talas 1917’de Trabzon’da orta halli bir ailenin bireyi olarak doğdu. İlkokulu ve ortaokulu Ordu’da okumuş, lise öğrenimini Trabzon’da tamamlamıştır. 1935 yılında o zamanki adıyla Mülkiye’ye girmiş, Mülkiye öğrenimini tam da Atatürk’ün sonsuzluğa göçtüğü 1938 yılında tamamlamıştır. Cahit hocanın yaşamı boyunca eksik olmayan Atatürkçü heyecanının kaynağını o yıllardaki edinimlerinde aramak yanlış olmaz. Yükseköğrenimini bitirdikten sonra İsviçre’ye giden Prof. Dr. Talas’ın, Cenevre Üniversitesi’nde Türkiye’de Çalışma İlişkileri Mevzuatı konusunda sunduğu doktora tezi kabul edilmiş ve Fransızca olarak yayımlanmıştır. Yurda dönünce, zorunlu hizmet bağlantısı nedeniyle Maliye Bakanlığı’na giren Prof. Dr. Cahit Talas kısa bir süre sonra yeni kurulan Çalışma Bakanlığı’na geçmiştir. Böylece asıl ilgi duyduğu alanda çalışma fırsatı doğmuştur. Daha sonra, akademik kariyeri seçen Prof. Dr. Talas, 1953 yılında mezun olduğu SBF’ye doçent olarak girdi. SBF’de uzunca bir süre İçtimai İktisat dersini okuttu. Bu ders daha sonra 60’lı yıllarda Sosyal Politika ve İş Hukuku kürsüsüne dönüştü. Böylece, İstanbul’da Prof. Gerhard Kesler’in öncülüğünde temelleri atılmış bulunan akademik yapılanmaya koşut bir gelişme, Ankara Üniversitesi bünyesinde de gerçekleştirilmiş oldu. SBF’de 1958’de profesörlüğe yükselen Prof. Dr. Talas, 60’lı yılların başında iki dönem aynı fakültenin dekanlık görevini de yürüttü. Talas hoca, 196061 yıllarında 27 Mayıs hükümetlerinde Çalışma Bakanlığı yaptı. Bu dönemde, sosyal politika alanında bazı önemli adımların gerçekleştirilmesine önemli katkılar sağladığını görüyoruz. Onun pek de uzun sürmeyen Çalışma Bakanlığı döneminde gerçekleştirilen başarılardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz: 27 Mayıs sonrasının ilk kararlarından birisi olarak, başta Türkİş olmak üzere, sendi PENCERE Bayramda Bektaşi Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI kal örgütlerin uluslararası örgütlere üye olmalarını engelleyen yasaklar kaldırıldı. Kapatılmış olan pek çok sendika ve birliğin açılmasına olanak tanındı. Bugün henüz çekince konulmadan onaylanması sağlanamamış olan Avrupa Sosyal Şartı’nı 1961 yılında Torino’da Avrupa Konseyi’nin diğer üyelerinin temsilcileri arasında Türkiye adına imzalayan da Cahit Talas olmuştur. Ayrıca, gerek 1961 Anayasası’nın sosyal haklarla ilgili maddelerini, gerekse 1963 yılında yürürlüğe giren Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt yasalarını biçimlendiren birikimin oluşumunda da Talas hocanın önemli katkıları vardır. 1961’de Cahit hocaya TİP’in kurucularından sendikacı Avni Erakalın tarafından TİP’in genel başkanlığı önerilmişti. SODEP’le SHP ile birlikteliği oldu. Ne var ki hiçbir parti ile yoğun ve sürekli ilişki içinde olmadı. Ancak, her zaman emekten ve ezilenden yana bir arayış içinde olmuştur. Emekliliğinden sonra ise Milli Birlikçi dostu Suphi Karaman’ın da içinde yer aldığı İP’nin üyesi oldu. Hoca, ayrıca, 196166 yıllarında Merkez Bankası İdare Meclisi üyeliğinde de bulundu. Bununla birlikte, Prof. Dr. Talas’ın kendisi için öncelikli seçimi hocalık olmuştur. 1961 yılında seçimlerin yapılması üzerine bakanlık döneminin sona ermesiyle birlikte, Talas hoca, SBF’deki görevine dönmüştür. Prof. Dr. Talas, hoca olarak verdiği derslerle ve yayımladığı çok sayıda kitapla bugün toplumsal yaşamın değişik alanlarında görev yapan pek çok insanın yetişmesine çok önemli katkılar sağlamıştır. Özellikle, Toplumsal Ekonomi, Toplumsal Siyaset ve İktisadi Sistemler gibi konulara ilişkin yapıtları, ilgililerin öncelikle başvurma gereğini duydukları temel nitelikte kaynaklar olarak işlevlerini sürdürmektedir. Dostoyevski, Gogol’ün ünlü Palto isimli eserini kastederek “Biz hepimiz Gogol’ün paltosundan çıktık” dermiş. Bu anlamda, günümüzde sosyal politika alanındaki pek çok bilim adamının ve uygulamacının Cahit Talas’ın “İçtimai İktisat”ından çıktığını söylemek yanlış olmaz. Cahit Talas’ın uğraş alanının toplumdaki temel çelişkinin odağında yer alması, çoğu zaman egemen bakış açısının örgülediği duvarlarla karşılaşmasını zorunlu kılmıştır. Bu konudaki olaylardan ilki Cenevre’de doktora öğrencisiyken başına gelmiştir. Hocanın sonradan anlattığına göre o zamanki başkonsolos “bu çocuklar işçi konularıyla çok ilgileniyorlar, sosyalist oluyorlar” diye durumu hükümete yansıtmış. Bu ilk deneyim kazasız atlatılmış. Sonrakiler çok daha ciddi boyutlarda olmuştur. Bu türden iş kazası diyebileceğimiz olayların bir diğeri, 12 Mart 1971’de cereyan etmiş, hocayla birlikte hepimizi derinden yaralamıştır. Hocamız ile o dönemin başbakanı Nihat Erim’in yakından tanışıklıkları vardı. Hoca, sanıyorum başımıza bir şeyler gelmesini önlemek için yatıştırıcı olmak amacıyla, Nihat Erim’in olumlu bazı işler yapacağını umduğunu bana söylemişti. Bunları söylemesinden kısa bir süre sonra Cahit hoca gözaltına alındı. Faik Türün’ün kardeşi olan o zamanki Merkez Komutanı Tevfik Türün’ün çok tatsız muamelelerine uğradığını anlatırken hüzünlenirdi. Kendisi gibi yurtsever bir Atatürkçüye bu nasıl yapılabilirdi! İçine sindiremiyordu. 12 Eylül rejimi ve YÖK, hocayı, bizim kürsüyü Sosyal Politika bölümüne dönüştürerek içeriğini zenginleştirip büyüttüğümüz bir sırada yakaladı. Cahit hocanın öncülüğünde geliştirilen yeni bölüm modeli, sonradan YÖK tarafından Türkiye ölçeğinde yaygınlaştırıldı. Ancak, YÖK’ün o zamanki yönetimi, neoliberal ideoloji doğrultusundaki sosyal devlet karşıtı bakış açısı dolayısıyla “sosyal politika” isminden rahatsız olmuş; bu ismin yerine Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri ismini koymuştu. Bu değişikliği olumlu bulmadığını söyleyen Cahit Talas hoca, bir canlı tanığın sonradan anlattıklarına göre, Prof. Doğramacı’nın sert tepkisiyle karşılaşmıştır. 12 Eylül rejiminin ve YÖK’ün yaptıkları bununla da kalmadı. Talas hoca bölüm başkanlığından alındı. Yerine gelen kişi, hocanın kitaplarının okutulmasını yasaklamaya yeltendi. Talas hoca için üniversite ortamı, dayanılır olmaktan çıkmıştı. Bu arada, hocanın bölümünün bir mensubu olarak 1402 sayılı Yasa’ya dayanılarak hiçbir gerekçe gösterilmeden benim de görevime son verildi. Hoca, daha sonraki bir söyleşisinde bugünleri anlatırken şunları söyler: “Alpaslan’ın uzaklaştırılması her bakımdan bardağı taşırdı. Ertesi gün, yahut bir iki gün içinde ben de emekliliğimi istedim…” Öğrencileri olarak, Cahit Talas hocaya çok şey borçluyuz. Onu sonsuzluğa uzanan yolculuğuna uğurlarken bize verdiklerine layık olmak, başlıca sorumluluğumuzdur. B H iç yakıştırmak istemiyorum! Bizim toplumda bir uyuşukluk mu var? Bir salgın hastalık gibi bir şey mi bu? “Küçücük aşım kavgasız başım” mıydı, yoksa “Dünya yansa benim hasırım yanmaz”mıydı geçmişimizden bugüne gelen umursamazlığımız... Bireycilik desem değil! Çünkü bireylik, bir toplumun parçası olduğunu duymaktır. Tek başına bir dünya olamayacağını bilmektir. Bu başka bir şey, duyarsızlık, bilinçsizlik, daha doğrusu körlük, ne kendini, ne de içinde yaşadığın dünyayı görebilmek... Demokrasi diye diye insanlarımızı yanılttık, aldattık, uyuşturduk! Beş yılda bir oy ver, yöneticilerini seç, sonra yan gel yat!.. Onlar yasalar çıkarsınlar, söylevler çeksinler, senin yaşamınla ilgili kararlar alsınlar, vergiler, cezalar!.. Sana yurtdışında askerlik yaptırsınlar, savaşlara soksunlar! Bütün bunları senin uyuşuk halinden yararlanarak, senin adına yapsınlar, sen hâlâ derin uykunu sürdür!.. ??? “Kaldır başını kan uykulardan / Böyle yürek böyle atardamar / Atmaz olsun / Ses ol, yumruk ol, ışık ol / Karayeller başına indirmeden çatını / Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm / Alıp götürmeden büyük denizlere / Çabuk ol”. Rıfat Ilgaz hepimize seslenmiş. Acılar çeken, yer yer umutlanan, yer yer karabasanlar içinde boğulan bir toplumun insanlarını uyandırmak istemiş: “Benden geçti mi demek istiyorsun / Aç, iki kolunu iki yanına / korkuluk ol öyleyse” demiş!.. Çocukluğumun Şeker Bayramı... Hani ev ev dolaştırıldığımız, büyüklerin elini öptüğümüz, mendil içinde para ya da çikolata aldığımız bayram günlerindeyiz.. Bayramlar, sevinçlerin yaşatıldığı günler!.. Ben, ailem, yakınlarım, dostlarım iyiyse sorun yok, vız gelir ötesi diyemediğimiz bir gündür bayram... Mutluluğu paylaşma zamanı! Sen ben değil, biz, bizler, sizler, onlarla, bir bütünün bayramı!.. ??? Ama sorumluluğumuzu bilmezsek, üzerinde yaşadığımız toprakların, ağaçların, kuşların, balıkların, güneşin, ayın, rüzgârların bir parçası olduğumuzu, çevremizdekilerle, uzaktakilerle, hani o gitmediğimiz, görmediğimiz ama içtenlikle bizim saydığımız köylerle, kasabalarla bütünleşmenin bilincini duymazsak, boşuna gelir gider bayramlar, seyranlar!.. Yazarlar, şairler toplumun öncüleridir. Değilseler, hiçbir şey değildirler! Şiirleri, yazıları, içi boş balonlardır. Bir anlığına kendini aldatmaktır... Gerçek mutluluk, bir mutlu topluluğun içinde duymaktır kendini... Ama önce bileceksin, göreceksin, duyacaksın kendi dışındaki dünyayı. Akrep gibisin, demiş, serçe gibisin, koyun gibisin, midye gibisin demiş Nâzım Hikmet. Sonra da balyoz gibi indirmiş utanç verici bir gerçeği tepemize: “Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani / hani şu derya içinde olup / deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf / Ve bu dünyada, bu zülum / senin sayende / Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer / ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak / kabahat senin / demeye de dilim varmıyor ama / kabahatin çoğu senin canım kardeşim.” ??? Sana bir bayram armağanı işte!.. “Sen” dediklerim alınmasınlar mı, hayır herkes alınsın, herkes biraz düşünsün, okurken sevişirken, koşarken, düşünsün; oy verirken, kimilerini alkışlarken düşünsün. Gerçek bayramların nasıl yaratılacağını da, düşünsün! AB Müktesebatının Esiri Türkiye T ürkiyeAB ilişkileri ele alınırken öncelikle bir egemenlik sorunundan bahsetmek gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti şimdiden yargı alanında AB’nin idaresindedir. Oysa tabi olduğu yasal düzenlemelere müdahale hakkı yoktur. Yani Türkiye parçası olmadığı bir sistemin elindeki uzaktan kumandayla yargılanmakta ve cezalandırılmaktadır. Daha şimdiden AB otoriteleri Türkiye’nin içişlerine müdahaleyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Örneğin yargı bağımsızlığını dillerinden düşürmeyen Avrupalıların baskısıyla yakın geçmişte eski DEP’li milletvekilleri cezaevinden salıverilmiştir. TERÖR Bugüne kadar AB düzenlemelerinden en çok cumhuriyet rejimi karşıtlarının ve terör yanlısı bölücülerin faydalanması düşündürücü Gönenç ÜNALDI dür. Son yıllarda yapılan yasal düzenlemeler adeta PKK sempatizanlarına ve örgüte cesaret vermektedir. Avrupa Parlamentosu hâlâ PKK’ye açık destek veren kararlar almakta, Türk devletini Güneydoğu’da işgalci olarak göstermeye çalışmaktadır. GÜMRÜK BİRLİĞİ Bir diğer temel sorun gümrük birliğidir. Birlik, rekabetçiliği arttırıp Türk sanayisine özgüven kazandırırken inanılmaz bir dış ticaret açığı verilmesine sebep olmaktadır. Erol Manisalı’nın tespitlerine göre 19962002 arası altı yıllık dönemde bu açık 50 milyar doların üzerindedir. Ankara Ticaret Odası’na göreyse 19962004 arası dönemde bu açık 100 milyar dolara yaklaşmıştır. “Pazarın genişlemesi”, “istikrar” ve “kaliteli üretimtüketim” sloganlarıyla parlatılan gümrük birliği, bugün dış ticaret açığına ve aşırı borçlanmaya sebep olmakta, bu da hedeflenen “işsizliğin makul bir düzeye çekilmesi”ne ve “ekonomik istikrarın sağlanması”na giden süreçleri tam tersine çevirmektedir. DIŞİŞLERİ AB’ye göre Türkiye, Kıbrıs’ta işgalcidir ve KKTC bir korsan devlettir. Dolayısıyla Türkiye’nin AB ile bütünleşmesi KKTC’yi inkâr ile mümkündür. Ermeni meselesi de artık iyice can sıkmaya başlayan bir iftira kampanyasına dönüşmüştür. Türk karşıtı ırkçı kin, kendini bu noktada göstermekte ve AB’ye üyelik şartı olarak sözde soykırımın kabulü ülkemize sunulmaktadır. Bunların yanında Türkiye’ye olası bir üyelikte bile serbest dolaşım hakkının verilmeyeceği açıkça söylenmektedir. Bu, daha önce hiçbir adaya uygulanmayan bir düzenlemedir. AB, kendi felsefesini kendi inkâr etmektedir. AB, kendi kurallarına uymaktan acizdir. Claus Offe’ye göre “AB eğer kendisine üyelik için müracaat etse demokratik yapılanma kriterleri bakımından aday bile olamaz”. AB kendi yalanı içinde boğulmaktadır. TürkiyeAB ilişkilerinde hiçbir şey “yazıldığı gibi okunmamaktadır”. Kendi kriterlerine uymayan AB, Türkiye’yi sınavdan geçirmektedir. Yapılacak şey “bentleri yıkıp nehir yatağında kendi yolumuzu bulmaktır”. Türkiye için en doğru karar, sınav kâğıdını yırtıp atmaktır. Gençlik Nerede? H afta sonu. Taksim Meydanı, İstiklâl Caddesi, Kadıköy tarafında Bağdat Caddesi nasıl kalabalık nasıl kalabalık, yürünmüyor. Caddeleri, sokakları, kafeleri dolduran, sinemaların, mağaza vitrinlerinin önünde öbek öbek toplananların büyük çoğunluğu gençler. Öğrenciler. İster istemez kulak misafiri oluyor insan, bakınca da görmezlik edemiyor. Nerdeyse her birinin kulağında bir telefon yapışık, el ele, kol kola, moda deyimi ile bitmeyen bir geyik muhabbeti. Hepsi mutlu görünüyor. Dünyaya, günümüzde olup bitenlere en ufak ilgiler, aldırdıkları yok gibi. Hani Orhan Veli’nin “Bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya” misali. Gruplardan kahkahalar, futbol maçı takılmaları, sataşmaları, yükseliyor. Ayrıcalıklı ve entel havasına bürünmüş tipler de var, havalarından geçilmiyor sakin ve küçümser bir gülümseme ile kalabalığı süzüyorlar. Artık kesinlikle çok satan yazarın kitaplarından birini adeta ismi iyi okunsun gibilerinden göğüslerinin üstünde tutuyorlar. Hani, “Binlerce Ermeni, binlerce Oktay SÖNMEZ Kürt’ü kestik” demek kahramanlığını (!..) gösterdiği için Fransa’nın, AB takımının gözbebeği olan yazarın kitapları. Nasıl olabiliyorsa “Hiçbirini okumadım ama seviyorum, beğeniyorum” diyenlerden. İlan edilişi nedense Fransa Parlamentosu’nun seçimlerde Ermeni oylarını kazanmaktan başka amaç gütmeyen, akıl almaz çirkinlikteki kararının alındığı güne rastlayan Nobel Ödülü’nün sahibi yazarın kitapları bunlar. Gençlerimizin bu çirkin olaya en ufak tepkisi ve ilgisi yok gibi görünüyor. Giydikleri ünlü markaların, dinledikleri liste başı şarkıların, gömüldükleri malum gazetelerdeki “kim kiminle ne yapmış” sayfalarının dünyasında kakara kikiri eğleniyorlar. Fransa Parlamentosu’nun yetmiş üç milyon insanımızı aşağılayan, adeta küfreden kararı, AB takımının yıllardır aşındırdığımız kapılarında kerliferli büyüklerimizi süründürdükleri, dilendirdikleri kimsenin umurunda bile değil. Kurtuluş Savaşı, Atatürk devrimleri, cumhuriyetimizin ilkeleri unutul Denizci yazar muş, bir zamanlar dedelerinden ninelerinden dinledikleri uzak masalların kırıntıları sanki. Yok. Bizim gençliğimiz, gençlerimiz böyle değildi. Üniversite bahçeleri, kantinler yürekleri gençliklerinin bütün doğal rüzgârlarını yaşayan, fakat aydınlık gözleri ışıl ışıl, dünyada ve yurtta olup bitenleri de uyanık bir duyarlılıkla sürekli izleyen, gerektiği yerde anında tepki veren, yasalar içinde ve seviyeli bir ağırbaşlılıkla caddelere dökülen, meydanlardan sesini dünyaya ve tüm ilgililere duyuran çocuklarla doluydu. Bir sürü değerli profesör, öğretim görevlisi dostum, arkadaşım var. Hepsine sorarım zaman zaman “Ne oldu bizim gençliğimize” diye. Kırk elli yıl öncesinin üniversite öğrencileri nereye gittiler? Doğrusu aldığım cevaplardan hiç de tatmin olmuş değilim. Evet, başta 12 Eylül dönemi ve bazı yönetimlerin gençleri sindirip susturduğu, ülkemizin ve insanımızın onuru, saygınlığı, hakları ile ilgili konulardaki duyarlılıklarını etkiledi ğini herkes gibi ben de anlıyorum. Ama yaşadığımız günlerde olup bitenler yüzünden, timsah gülümsemeleri ile dostumuz müttefiklerimiz dediğimiz Fransa gibilerinin utanç verici, aşağılayıcı, ikiyüzlü davranışlarını küfür sayacak denli bir öfke yaşıyorum. Binlerce yükseköğrenim görmüş genç insanın kapı kapı dolaşarak iş aradığı, işsizliğin çığ gibi ve tehlikeli bir şekilde büyüdüğü ülkemizde, gençlerimizin yurdumuzda ve yurtdışında bize layık görülenlere bunca umarsız olmalarını, hayal kırıklıklarından oluşan, adeta kronikleşen umutsuzluklarını dağıtmak için, yukarıda sözünü ettiğim tablodaki görüntüleri verircesine kendilerini avuttuklarını da anlıyorum. Ama yine de umudumuz onlar. Nasıl kurulduğu nerde ise unutulmak, unutturulmak aşamalarına doğru sürüklenen, böyle oldukça da sözde dostlarımızın köklü ve saklı düşmanlıklarını, saygısızlıklarını, artık hiç saklamadıkları, en kıymetli varlığımız Cumhuriyetin emanet edildiği gençler neredesiniz?!. Sizden başka kimden, neyi bekleyebiliriz?.. ir okurum AleviBektaşi mizahına neden bu kadar önem verdiğimi soruyor... Yanıt: Çünkü Bektaşi mizahının bir eşi menendi dünya mizah edebiyatında yoktur... ? Geçmişimizde özgürlük ve hoşgörünün sınırları bugünkünden daha mı ileriydi?.. Hepimizin bildiği şu ünlü fıkrayı bir kez daha yinelemek, mizahta özgürlüğün bizim toplumda nasıl benimsendiğini vurgulamak bakımından yararlıdır... İmam camide vaaz veriyor: Allah ne sağdadır, ne soldadır, ne göktedir, ne yerdedir... Bektaşi: Ulan, diyor, şuna yok diyeceksin, ama, dilin varmıyor... Bugünkü toplumda böyle bir olay yaşansa, espriyi yapanın icabına hemen o dakikada bakılır... Bereket, geçmişin mizah hazineleri bize dünden miras kalmış... Bektaşi’ye sığınmadan bugünkü şeriat dünyasında ne mizah yapabilirsin ne de espriye başvurabilirsin... Alabildiğine kör bir bağnazlık, Türkiye’de, insanlar şöyle dursunlar, dağları taşları sardı... ? Peki, Bektaşi mizahı İslam dünyasında ‘Aydınlanma’nın tomurcuklanması sayılabilir mi?.. Bir bakıma evet... Bir buçuk milyar nüfuslu Müslüman âleminde ‘Aydınlanma Devrimi’nin yalnız Türkiye’de yaşanması boşuna değil... Hıristiyan dünyasında, hele o yıllarda Bektaşi mizahı gibi bir yaratıcılığın y’si yok... Bektaşi’ye sormuşlar: Sen nerden çıktın?.. Yanıt vermiş: Türk aklından... Ve eklemiş: Türk’ün aklı sonradan gelir... Bildiğiniz gibi inançtan mizah çıkmaz, akıl ve zekâdır esprinin kaynağı... ? İmam cuma vaazında kadınerkek ilişkilerinden söz açarken demiş ki: Mahşer günü işlediğiniz günahlar için organınıza kandil asılacak... Bektaşi sormuş: Hocam, bütün günahlar için bir kandil mi?.. İmam içerlemiş: Bre cahil!.. Her günah için bir başka kandil asılacak... Bektaşi yanıtı vermiş: Desene imanım, bize mahya kurulacak... ? İslam dünyasında gittikçe yoğunlaşan bağnazlık emperyalizmin iştahını büsbütün kabartıyor, Hıristiyan softaları da tek durmuyorlar... Bektaşiyle Mevlevi konuşuyorlarmış... Mevlevi kendini tanıtmış: Biz Allah der döneriz... Bektaşi: Biz Allah der dururuz... O sırada ‘Evangelist Bush’ televizyona çıkmış... Mevlevi sormuş: Bunlar ne yapar?.. Bektaşi: Bunlar Allah der saldırırlar... ? Bektaşilikte âdettir, ‘öldü’ denmez, ‘kalıbı değiştirdi’ denir... Baba Erenler eski bir dostunu ziyaret etmek istemiş, evine varınca kapıyı çalmış, pencereden bir kadın bakmış: Kimi arıyorsunuz?.. Hasan Baba’yı.. Kadın: Hasan Baba kalıbı değiştirdi... Vah vah... Siz nesi oluyorsunuz?.. Karısıydım... Allah sabırlar versin, demek yalnız kaldınız... Yooo... ben yeniden kocaya vardım... Bektaşi: Desene hanım, demek asıl kalıbı değiştiren sensin!.. ? Bektaşi’ye bizim solcu dönekleri sormuşlar... Baba Erenler durumu vurgulamış: Onlar ölmeden kalıbı değiştirdiler!.. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle