Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
EKİM CUMA yorum Paris’te son moda: Prof. JEANLUC PETIT Yasaya uygun bir tarih parlamentodaki temsilcilerimin söylemleriyle öğrencilerime derslerde anlattığım bazı konular arasında. Bu çelişkiler şunlar: Tüm yurttaşlara ait olan bir devletle ne olduğunu bilmediğim bir grup kural dışı insanın bir araya gelerek oluşturduğu ve şatafatlı bir şekilde “topluluk, camia” adını verdiği şey arasındaki fark... Demokrasiyle genel istekleri dile getirmenin ötesinde, yeniden seçilip seçilmeme kaygısının daha baskın olduğu demagog politikacıların aracılığıyla oluşturulan baskı grupları diktatörlüğü arasındaki fark... Devlet tarafından garanti edilen gerçeğin araştırılması özgürlüğüyle bir “yasayla oluşturulmaya çalışılan tarihi gerçekler” müsveddesi arasındaki fark.... Her bir devletin egemenliği, hükümdarlığı, yasal şiddet tekeli, sözde “başkasının işine müdahale etme, burnunu sokma ödevini” sınırlamayacak kadar kuvvetli olan kutsal egoizmle, iyilerle kötülerin daima ayrılabileceğine inanan “iyi ruhların” ahlakı arasındaki fark... Evrensel uygulanabilirliliği uyarınca özel çıkarlara kör kalmayı başarabilen yasayla, bir “topluluğun” alkışları ve baskıları doğrultusunda onaylanan bir metin arasındaki fark... Sivil bir yasanın şimdiki ve gelecekteki eylemleri belirleyen reçetesiyle geçmişe değin anlamı belirsiz anlatımların olayların akışı C 11 B elki de benim kim olduğum ve ne hakla, 12 Ekim’de parlamento tarafından oylanarak kabul edilen ve meclisin hâlâ reddetme olasılığı bulunan, 1915 yılındaki Ermeni soykırımını her kim reddettiğini ifade ediyorsa onları 5 yıl ağır hapis cezasıyla cezalandırmayı öngören yasa tasarısı hakkındaki görüş bildirme hakkını kendimde bulduğum sorulacaktır. Seçmeninin baskılarıyla karşı karşıya olan bir politikacı mıyım? Akademik özgürlüğü savunan bir tarihçi miyim? Yasanın bölünmezliğine ve evrenselliğine halel geleceğinden endişe duyan bir hukuk insanı mıyım? Fransız ve Türk devletlerinin ilişkilerinden sorumlu bir diplomat mıyım? Hayır. Bunların hiçbiri değilim. Önce bir lise, ardından bir üniversite felsefe hocası olarak görev yapan biriyim. Kimsenin oylarını talep etmiyorum, Osmanlı İmparatorluğu’nun arşivlerine de girmişliğim yok. Benim hukuk felsefem, yurttaşlık yasasının uygulayımsallık yazımlarını tanımıyor, ayrıca sıradan bir bireyin söylediklerinin uluslararası ilişkiler üzerinde ne denli tesirli olup olmayacağının ayırdında olacak kadar da kendimi biliyorum. Beni bu konuda düşüncelerini ifade etmeye iten olgu, bir süreden beri gözlediğim aşikâr bir çelişki. Bu kesin çelişkiler, benim Prof. Dr. JeanLuc Petit: Filozof ve fenomenolog. Ecole Normale Superieure’de felsefe eğitimi aldıktan sonra, “le travail vivant et le systeme des actions. Une disoussion de Marx” adlı doktora tezini ünlü Fransız felsefeci Paul Riceur ile tamamladı. Halen Strasbourg March Bloch Üniversitesi’nde ders veriyor. Ayrıca Paris, College de France’de beyin fizyolojisi laboratuvarında araştırmalar yapıyor. Ekim 2006’da “Fenomenology et fizyology de l’action” adlı kitabı yayımlandı. nı değiştireceğine ilişkin inanış arasındaki fark ... Mustafa Kemal’in devrimlerinin de esin kaynağı olan Aydınlanma felsefesinin laik mirasçısı bir devletin yurttaşı olarak benim siyasi görüşüm, yoksa modası geçmiş mi kalıyor? Nedensiz hareketler, yarını, geleceği olmayan bildirimler, kötü tanınan iyi bilinmeyen, ancak vicdanları ayakta tutabilmek için sürekli olarak aklanmaya çalışılan bir tarihin her bir öfkesi için tekrarlanan pismanlık eylemleri, yasama erkinin bu sonsuz tatili, acaba tüm bunlar, bütün ciddi idari çalışmaların daha yetkin oldukları varsayılan diğerleri tarafından yapıldığı bir Avrupa’da, ulusal parlamentoların kaçınılmaz kaderi mi? Ülkemin siyasi partileri hakkında bunlardan başka ne düşüneceğimi bilmeden, şaşkınlığımın nedenlerini alçakgönüllülükle Türkiye’nin adaylığına ilişkin dosyaya bir katkı olarak ortaya koyarak “başkaları tarafından oluşturulan kriterlere uyumla ulusal egemenliği korumak arasında uzlaşı sağlamanın o ağır sorusuna” katkıda bulunuyorum. Tavır ve eylem Prof. Dr. MUSTAFA TÜRKEŞ (*) 1. Avrupa Parlamentosu ile Fransa Parlamentosu’nun 1990’lı ve 2000’li yıllarda ve Belçika, İsviçre, Rusya Federasyonu ve Polonya parlamentolarının yakın geçmişte aldıkları kararlar, Yine yakın geçmişte Almanya ve Büyük Britanya parlamentolarındaki kınama girişimleri, ABD Başkanı’nın 24 Nisan 2005 tarihli konuşmasındaki soykırım referansları ve Fransa Parlamentosu’nda 12 Ekim 2006 tarihli oylama bir bütün olarak irdelendiğinde, açıkça anlaşılmaktadır ki, anılan uluslararası ve ulusal aktörler, 1915 ve sonrasında Türkiye’nin Ermenilere soykırım uyguladığı görüşünü benimsemiş bulunmaktadır. Aynı çevrelerce Türkiye’nin “kendi tarihi ile yüzleşerek” soykırım iddiasını kabul etmesi gerektiği dile getirilmekte, giderek bu tutum Türkiye’nin AB’deki muhatapları tarafından TürkiyeAB ilişkilerinde araç olarak kullanılmak istenmektedir. 2. Uzak tarihsel geçmişten gelen bir iddiayı uluslararası siyasetin bugünkü gündemine taşıma çabaları İlk aşamada soykırımın gerçekliği üzerinde güçlü bir uluslararası oydaşma yaratmayı, Daha sonraki aşamada bu oydaşmayı BM Güvenlik Konseyi kararı ile tescil etmeyi, Son aşamada ise Ermenilerin uğradığı kayıpların siyasal, bölgesel ve/veya akçalı olarak tazminini Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı sayılan Türkiye Cumhuriyeti’nden talep etmeyi amaçlamaktadır. Mayıs 2005’te Ermenistan Devlet Başkanı Koçaryan’ın Varşova’daki konuşması böyle bir aşamalı stratejinin teyidi sayılmalıdır. Uluslararası siyasetin zorlamaları önünde Türkiye kendisini 1948 tarihli BM Soykırım Sözleşmesi’nin geriye teşmil edilemeyeceği yönündeki biçimsel hukuk argümanları ile savunamaz ve güvenceye alamaz. 3. XIX. yüzyıl başından günümüze kadar süren modern kapitalist ekonomik genişleme Batı’dan azgelişmiş çevre ülkelerine yayılırken bu genişlemenin tarihsel formu olan emperyalizm, çevredeki ülkelere bir dizi toplumsal trajedi yaşatmış, bu ülkelerin halklarını birbirine kırdırmıştır. Yaşanan trajedilerin sorumluluğunu çevre ülkelerinin biri veya birkaçına ya da bu ülkelerdeki siyaset ve yönetim kadrolarının aczine veya kötü emellerine bağlamak, emperyalizmi günahlarından arındırmak anlamını taşır. Bu trajedilerden sadece birini, yani 1915 Ermeni tehcirini ve bu tehcirin elem verici sonuçlarını özenle seçerek bugün Türkiye’de yaşayanları ve Türkiye’nin gelecek kuşaklarını suçluluk duygusuna itmek ve nihai olarak Türkiye’ye taşıtılmak istenen tazminat taleplerinin önündeki dirençleri kırmak ise Türkiye halkının bireysel ve toplumsal haklarına saldırıdır. 4. XIX. yüzyılın ikinci yarısından I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar emperyalizm, kendi yarattığı ve tanımladığı “Doğu Sorunu”nun çözümü adına halkları birbirine kırdırırken Türkleri, Ermenileri ve genel olarak tüm Balkan, Ortadoğu ve Kafkas halklarını araç olarak kullanmıştır. Bu tavrın somut örneği “Hasta Adam” Osmanlı İmparatorluğu’nun son nefesini verdiği Sevres “ameliyat masası”nda izlenmiştir. Sevres Antlaşma Taslağı’nın 88, 89 ve 90’ıncı maddeleri sadece Türkiye’den toprak koparıp Ermenistan’a katmakla yetinmemiş, Ermenilerin kendilerine verilecek topraklardan doğacak mali yükümlülükleri üstlenmesini öngörmüştür. Kafkaslar’da tutunamayacaklarını anlayan Avrupalı emperyalistler, bütün bu hususları garantiye almak için ABD’yi siyasi ve askeri güç olarak devreye sokmaya çalışmışlardır. Sevres Antlaşma Taslağı’nın anılan maddeleri bir emperyalizm klasiğidir. Günümüzde farklı araçlarla kendisini yeniden üretme çabasında olan ve bu çabaları anılan parlamento kararlarında açıkça tezahür eden emperyalizm, klasik oyunlarını sahnelerken, sadece Türkiye’yi ve Ermenistan’ı değil, Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar’daki tüm halkları da, kendi yurttaşlarını da araç olarak kullanmaktadır. Ermeni diasporası, bu bağlamda gelişmiş ülke kamuoylarını biçimlendiren temel bir etmen değil, bu ülkelerin günümüzde yeniden tanımlanmış Doğu Sorunu’nu “çözmelerinin” aracıdır. Bu duruma doğru teşhis koymak ve kesinlikle karşı çıkmak zamanı gelmiştir. 5. Yukarıdaki açıklamalar önünde, 1915 ve sonrasındaki Ermeni olaylarının suçunu bu olayların tarihsel ve siyasal arka planı olan emperyalizmden soyutlayarak İttihat ve Terakki üst yönetimine yüklemek ve böylece bu sorundan kurtulacağımızı ummak yanlıştır. Özsavunma refleksleriyle TBMM’den bugünün gelişmiş ülkelerinin kendi tarihlerindeki soykırım ya da katliamları kınayan kararlar çıkarmak ise, son tahlilde, halkları nefret ve düşmanlığa itecek bir seçenektir. Aynı refleksler doğrultusunda Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar’daki Türk ve Müslüman nüfusun uğratıldığı soykırım ve tehciri uluslararası yargıya taşıma girişimlerimiz ise büyük bir olasılıkla ters tepecek, kendi tarihindeki karanlık sayfaları görmek istemeyen Türkiye’nin kendisi dışında suçlu halklar arama ve bulma çabası olarak yorumlanacaktır. 6. Soykırım iddialarını soruşturmak üzere Türk, Ermeni ve bunlara katılabilecek diğer tarihçilerden ve uzmanlardan oluşacak uluslararası bir komisyon kurulması ve bu komisyonun ulaştığı bulguları “çözüm” için siyasal karar alıcılara intikal ettirmesi görüşü ve bunun çeşitli varyantları son zamanlarda sık sık dile getirilmekte, Başbakan Erdoğan bu görüşe yakın olduğunu düşündüren beyanlarda bulunmaktadır. Böyle bir komisyon kurulacaksa aşağıdaki hususların göz önünde tutulması gereklidir: Söz konusu komisyon, ancak araştırma yapmak üzere kurulabilir. Komisyona bulgu ve önerilerini doğrudan siyasal onay düzlemine taşıma ya da komisyon bulgularını “muhkem kaziye”lere (yani Türklerin ve/veya Ermenilerin soykırım yaptığına dair hükümlere) dönüştürme görevi verilemez. Komisyonun adı ve görev tanımı doğru saptanmalı, sadece tekil ülke halkları arasındaki boğazlaşmalar değil, XIX. ve XX. yüzyıl emperyalizminin halkları nasıl birbirine düşman ederek kırdırdığı da araştırılmalıdır. Dolayısıyla, böyle bir görev tanımı altında çalışacak komisyona İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya ve ABD’den uzman düzeyinde temsilciler ile Avrupa Parlamentosu’ndan gözlemciler de katılmalıdır. c Ulusal parlamentolar bugün yaşayan yurttaşlara olduğu gibi, gelecek kuşaklara da yükümlülük getiren kararlar alma hak ve yetkisine sahiptirler ve bu kararlara siyasal alanı oluşturan tüm kurumlarla (hükümet, siyasal partiler, yargı, sivil toplum örgütleri vb.) işbirliği ve uyum içinde ulaşmaları da gereklidir. Ancak hiçbir hükümet veya parlamento, siyasal ve iktisadi baskılar karşısında “günü kurtarmak” üzere gelecek kuşaklarının varlığını tehlikeye atacak ve onlara hiç silinmeyecek bir suçluluk duygusu yükleyecek kararlar alamaz. Böylesi kararlar onların meşruluk sınırlarını aşar. Ermenistan’daki muhataplarımıza sorunun Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin “normalleşmesi”ne indirgenemeyecek kadar geniş çapta olduğu ve emperyalizmin kendi yarattığı sorunu Türk ve Ermeni halklarının sırtından çözmek istemesinin haksızlığı açıkça ifade edilmelidir. Aynı bağlamda Avrupa Parlamentosu ve AB Bakanlar Konseyi’ne resmi bir bildirimle Ermeni soykırımı konusunun TürkiyeAB ilişkilerinin gelişmesi önüne bir engel olarak konulamayacağı, Türkiye’nin yukarıdaki görev tanımı ve katılım modeli uyarınca çalışacak bir araştırma komisyonuna olumlu yaklaştığı, ancak bu komisyonun bulgu ve önerilerinin BM Güvenlik Konseyi kararına dönüştürülmesine Türkiye’nin kesinlikle karşı olduğu iletilmelidir. Türkiye’nin uluslararası siyaseti üzerinde düşünen, karar alan ve uygulayan tüm kişi ve kuruluşları “Ermeni Sorunu” görünümü altında emperyalizmin ülkemiz ve halkımızın geleceğine karşı ciddi bir tehdide dönüşen tutumuna karşı tavır ve eylem içinde olmaya çağırıyorum. (*) ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Çağımız Emile Zola’sını bekliyor HİKMET ULUĞBAY (*) B ir süredir, çeşitli ülkelerin ulusal veya yerel meclisleri, Ermeni soykırımı iddialarını kabul eden ve bu iddiaları reddetmeyi hapis ve para cezası ile cezalandırılacak bir suç olarak kabul eden yasalar çıkaragelmektedir. Fransa Ulusal Meclisi 12 Ekim 2006 günü kabul ettiği bir yasa önerisi ile daha önce 29 Ocak 2001’de çıkardığı ve Ermenilere soykırımı yapıldığını kabul eden yasaya ek yaparak bu soykırımını reddetmeyi hapis ve para cezası ile yaptırıma bağlamıştır. Ancak yasalaşma süreci henüz tamamlanmamıştır. Bu yasaları çıkaran tüm parlamentolar, bu uygulamaları ile önce kendi anayasalarını sonra BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni ve son olarak da İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesi’ni ihlal etmişlerdir. Hemen hemen tüm anayasalara da aynen yansımış olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 19’uncu maddesini anımsatmakta fayda vardır; “Herkes düşün ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, düşünlerinden ötürü tedirgin edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bilgi ve düşünleri her yoldan aramak, elde etmek ve yaymak haklarını da birlikte getirir (i) ”. Özgürlüklerin beşiği ve öncüleri olduklarını savunagelen söz konusu ülkelerin vatandaşları kendilerine uygulanan bu özgürlük kısıtlamasına, bu haksızlığa ve adaletsizliğe karşı “ne hakla ve hangi gerekçe ile” benim düşüncelerimi açıklama, araştırma ve gerçeği öğrenme haklarıma böyle bir sınırlamayı getiriyorsunuz sorusunu, ülkelerini yönetenlere ve seçtikleri yasa koyuculara yılmadan ve ısrarla sormak zorundadırlar. 12 Ekim 2006 günü yasa teklifi Fransız Meclisi’nde görüşülürken tarihçilerin yasa kapsamından bağışık tutulmalarına yönelik önerinin reddedilmesi, bu konuda tarihi yazma işini tarihçilere bırakmama kararlılığının, kim bilir belki de korkusunun somut bir göstergesi idi. Tarihi siyasetçi yazmak istiyordu ve yazdığı tarihin sorgulanmasını da istemiyordu. Söz konusu ülkelerin aydınları, şu soruların yanıtlarını kendi zihinlerinde aramalı ve mutlaka politikacılarına sormalıdırlar; BM İnsan Hakları Bildirgesi’nin 15’inci maddesine göre vatandaşlığımı değiştirme hakkına sahibim, bunu yapmış olmam halinde bile vatandaşlığını terk ettiğim ülkede dolaşım ve yerleşim hakkım var ve yine aynı bildirgenin 18’inci maddesine göre ülkemde inancımı değiştirmek, hatta inançsız bile olabilme özgürlüklerim var ve bu konularda bana yasama organlarım bir kısıtlama getirmeyi aklına bile getiremezken, “neden” sadece ve sadece belli bir soykırım iddiası için düşüncemi değiştirebilme, konuyu ayrıntısı ile öğrendiğimde ileri sürülen bu iddiayı reddetme ve konuyu araştırma ve öğrenme özgürlüğüm ısrarla ve inatla kısıtlanmak isteniyor? Bu iddia niçin bir tabu konumuna taşınmakta ve her şeyden üstün tutulmaktadır? Yoksa, bu konuda düşünce özgürlüğüm sınırlanmadığında devletimin arşivleri araştırıldığında yüzümü kızartacak bir şeylerin bulunmasından mı endişe ediliyor? Yoksa konu sadece yakla belirlenmiştir; bir yanda suçlular ki bunlar ışığın aydınlatmasını istemeyenlerdir, diğer tarafta adaleti arayan ve buna ulaşmak için yaşamlarını fedaya hazır olanlar. Daha önce de söylemiştim ve şimdi yineliyorum; gerçek gömüldüğünde, o büyür ve o denli güç biriktirir ki, patladığı gün her şeyi beraberinde havaya uçurur. Kendimize, büyük yankılar uyandıracak bir felaket mi hazırlıyoruz, göreceğiz. (iii)” Dreyfus olayı Fransa’da 18941906 arasında 12 yıl süren ciddi çalkantılar yaratacak bir süreç olmuş, Zola yargılanmış ve mahkum edilmiş, Dreyfus yeniden yargılanıp aklanmış ve sonuçta her ikisinin de u tür yasaları çıkaran ülkelerin aydınlarının içinden, kısıtlanan düşüncelerini ifade özgürlüklerinin kavgasını vermek için ortaya çıkacak yeni Emile Zola’ları uzun süre beklemek zorunda kalmayacağımıza inanıyorum. Bu konuda en güzel örneklerden birisi yine Fransa’da 1968 öğrenci olayları sırasında yaşanmıştır. JeanPaul Sartre’ın tutuklanmasını öneren İçişleri Bakanı’na De Gaulle, düşünceyi ifade özgürlüğünün engellenemeyeceğini vurgulayan şu güzel yanıtı vermiştir; “Voltaire tutuklanamaz”. Emile Zola. B şan seçimlerde birkaç oy daha almak gibi ucuz bir siyaset anlayışı mıdır? Söz konusu ülkelerin aydınlarının bu tür yasaları çıkaranlara ilk seçimlerde, Voltaire’in “Söylediklerinizi onaylamıyorum, ancak onları ifade edebilme hakkınızı ölümüm pahasına savurum (ii)” ifadesinden ne anladıklarını soracaklarını umuyorum. İşte yukarıda yer verdiğim suallere yönelik sorgulama süreci içinde çağımızın Emile Zola’sını ortaya çıkarmasını bekliyorum. Bilindiği üzere, Zola, Yüzbaşı Dreyfus’un 1895 yılında haksız yere mahkum edilmesine karşı büyük bir savaş vermiştir. Bu savaşı L’Aurora gazetesinde 13 Ocak 1898 günü “Suçluyorum” başlığı ile yayımlanan ve dönemin Fransız Cumhurbaşkanı’na açık mektup olarak kaleme aldığı yazısı ile başlatmıştı. Bu mücadelesi sırasında yargılanmış, yargılama süreci sırasında saldırılara hedef olmuş ve hatta mahkum bile edilmiştir. Zola tarihte özel bir yeri olan bu açık mektubunun sonuna doğru şu ifadelere yer vermiştir: “Büyük bir çoşku ile inandığım hususu tekrarlıyorum; gerçek harekete geçmiştir ve onu hiçbir şey durduramayacaktır. Bugün sadece bir başlangıçtır, bugün sadece konumlar itibarı iade edilmiştir. Bu, adalete siyasetin karışmasının ülkeyi düşürdüğü durumdan gereken dersi çıkaramayan siyasetçiler, bu kez tarih yazımına siyaset karıştırmaktadırlar. Bunun yaratacağı gelişmeler de tarihte yerini uygun şekilde alacaktır. Bu tür yasaları çıkaran ülkelerin aydınlarının içinden, kısıtlanan düşüncelerini ifade özgürlüklerinin kavgasını vermek için ortaya çıkacak yeni Emile Zola’ları uzun süre beklemek zorunda kalmayacağımıza inanıyorum. Bu konuda en güzel örneklerden birisi yine Fransa’da 1968 öğrenci olayları sırasında yaşanmıştır. JeanPaul Sartre’ın tutuklanmasını öneren İçişleri Bakanı’na De Gaulle, düşünceyi ifade özgürlüğünün engellenemeyeceğini vurgulayan şu güzel yanıtı vermiştir; “Voltaire tutuklanamaz (iv)”. Düşünceyi ifade özgürlükleri kısıtlananların vereceği mücadeleyi beklerken bu konuda kendi evimizde yapmamız gereklere de kısaca göz atmak uygun olacaktır. Evet Zola’nın 108 yıl önce yazdığı gibi gerçeğin ortaya çıkarılması için yolculuk yeni bir konuda yeniden başlamıştır. Bu gelişmelere Türkiye’nin duygusal ve ölçüsüz tepkiler vermesine gerek yoktur. Yapılacak şey, uzun süredir yapmamız gereken leri kararlıkla yapmaktır. Sadece kendi arşivlerimizi tarihçilerin incelemesine açmak yetmez. Tarihçilerimiz, kendi arşivlerimiz yanında Fransız, İngiliz, Rus, ABD, Alman vb. arşivlerini inceleyip Osmanlı döneminde azınlıklar ve etnik gruplar üzerinde çeşitli devletlerce izlenen politikalar, oynanan oyunlar ve kullandıkları araçlar ayrıntısı ile ortaya çıkarmalı ve dünya kamuoyunun önüne bütün açıklığı ile konulmalıdır. Bu konuda devletlerin geniş kapsamlı arşivleri yanında kişilere ait bilgi ve belgeler üzerinde de çalışmalar yapılmalıdır. Yüksek Öğrenim Kurumu, yurtdışı doktora programları çerçevesinde yeterli sayıda öğrenciyi bu konuları araştırmak için belirlemeli ve derhal göndermelidir. TBMM bu araştırmalarda elde edilecek belgelerin kopyalarını satın almak, fotokopilerini çektirmek veya elektronik ortamda saklanabilmeleri ve diğer her türlü giderlerini karşılamak için yeterli kaynağı 2007 mali yılı bütçesinden başlayarak düzenli olarak bütçeye koymalıdır. Bu çalışmalara, şimdiye kadar bu konularda değerli çalışmalar yapmış ve kişisel sıkıntı çekmiş ve bedel ödemek zorunda kalmış yabancı tarihçileri de dahil etmek ve onların araştırmaları için de kaynak ayırmak gerekir. Bu çalışmaları yapanların belge toplamak ve tebliğ sunmak için katılacakları toplantılar sonucunda kendileri hakkında açılacak davaların savunma masraflarını da üstlenmek için bütçelere iz ödenek derhal konulmalıdır. Girdiğimiz bu mücadele uzun soluklu bir mücadeledir. Ona göre planlamalarımızı yapalım. Yabancı arşivlere ilişkin bilgilere ulaşmada karşılaşacağımız her güçlüğü dünya kamuoyuna anında duyurmayı da asla ihmal etmeyelim. Başka ülkelerdeki düşünceyi ifade özgürlüğü için girdiğimiz bu mücadelede haklılığımızı destekleyecek önemli adımlardan bir tanesi de, kendi ülkemizdeki düşünceyi ifade özgürlüğüne ilişkin kısıtlamaları eleştirel bir anlayışla gözden geçirmek olacaktır. İfade edilen düşünceler asla bir tehlike değildir. Asıl tehlike o düşüncelere mantıklı ve ikna edici yanıtları üretecek çalışma disiplininden yoksun olmaktır. (*) Eski milletvetekili ve bakan (i) Soysal İsmail, Türkiye’nin Uluslararası Siyasal Bağıtları Cilt II, sayfa193, TTK Basımevi 1991. (ii) Bartlett J. ve Kaplan J., Familiar Quotations, sayfa 307. (iii) Internet’teki oxygenee.com.daki İngilizce metinden çevrilmiştir. (iv) Tanilli Server, Voltaire ve Aydınlanma, sayfa 9, Adam Yayınları 2000.