07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

EKİM CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR vrupa çetin bir kışa hazırlanıyor. Yakın gelecekte yaşayacağı enerji darboğazını atlamak için alternatif kaynaklara yönelen Avrupa’nın endişesi büyük. Geçen yıl ocak ayında Rusya ve Ukrayna’nın gaz fiyatları üzerinde yaşadığı anlaşmazlık bazı AB üyelerini enerji kesintisine itmişti. AB kurumları içinde hafif bir paniğe neden olan bu gelişme sonucu mart ayındaki zirvede enerji maddesi gündemin başına oturdu. AB Rusya’dan gelen enerji kaynağının yeterince “güvenli” olmadığına inanarak farklı arayışlara girdi. AB önce ortak enerji politikası yaratabilmek amacıyla Yeşil Kitap’ı çıkardı. Bu bildiride Avrupa’nın enerji stratejisi belirlenirken enerji alanında kalkınma, rekabet ve arz kaynaklarının güvenliği gibi hedefler de yer aldı. Yeşil Kitap AB’nin enerji ürünleri konusunda dışa bağımlılığının giderek arttığını ve 30 yıl içinde AB’nin enerji ihtiyacının yüzde 70’ini ithal ürünlerin karşılayacağını söylüyordu. Üstelik Avrupa’nın enerji ihtiyacının yüzde 25’inin pek de “güvenli olmayan” Rusya’dan karşılandığı belirtiliyor ve bu kaynağa alternatif yaratılması gerektiğine dikkat çekiliyordu. Avrupa’nın enerjiye yönelik iç pazarında yaşanan çekişmenin bir düzene sokulması, Rusya ile daha sıkı bir işbirliğinin sağlanması ve diğer üçüncü ülkelerle ikili anlaşmalara girilmesi bu belgede önerildi. Türkiye tam bu noktada Avrupa’nın arayış alanına girdi. Eski soğuk savaş düşmanı Rusya’ya ne kadar güvenebileceğini kestiremeyen Avrupa, kapısında üyelik için beklettiği Türkiye’ye yüzünü döndü. AB oluşturmak istediği ortak enerji politikasında Türkiye’nin diğer enerji kaynaklarına olan yakınlığının göz ardı edilmeyecek kadar önemli olduğunu gördü. Belgede Türkiye “gerekli stratejik ortak” olarak geçti. Finlandiya’da geçen hafta yapılan gayri resmi AB doruğunda konu yine enerjiydi. Kış öncesi Rus Tarihi özgürleştirmek ERDOĞAN AYDIN Ermeni sorununda ‘soykırım yoktur’ diyeni para ve hapisle cezalandırma yasası Fransa Parlamentosunda onaylandı. Bereket ki Fransa’da tarihçiler ve aydın namusuna sahip olanlar var; bereket var ki, bu hukuk karşıtı yasaya karşı aldıkları tavırla emperyalizmin elinde paspas edilen Fransa’nın namusunu kurtardılar. Önemli bir çoğunluğu Ermeni sorununun bir ‘soykırım’ sorunu olduğuna inandığı halde takındığı bu açık tutum, bilim, basın ve aydın ahlakının ne olduğunu göstermesi anlamında da ayrı bir önem taşıyor. Egemen siyasetin bu aşamada onları dinlememiş olması Fransa tarihinin diğer yüzkarası örneklerine yeni bir örneğin daha eklenmesi anlamına geliyor kuşkusuz. Ama bu yasaya alınan tutum, Fransa’nın herşeye karşın onlardan ibaret olmadığını, Volrına isyan etmek” durumundayız. ‘Soykırıma’ karşı, insan haklarından yana bir parlamenter aklın, samimiyetini ancak kendi tarihindeki hak ihlallerine karşı tavırla gösterebileceği açık. Özellikle dünya medeniyet tarihinde önemli bir misyona sahip Fransa’dan bu davranışı beklemeye fazlasıyla hakkımız var. Dolayısıyla Ermeni sorunu açısından da sergilenebilecek biricik pozitif tavır, Fransa’nın öncelikle 1685’teki ‘Siyah Yasa’dan, Cezayir ve Vietnam halklarına karşı işlediği suçlardan, 1921 öncesinde ülkemizi işgalden, Tutsilere yönelik katliamdaki açık sorumluluğundan dolayı özeleştirel bir tutumdur. Fransız parlamenterler belli ki bu gibi örnekleri ve bunların kendilerine yüklediği ahlaki sorumluluğu unutmuş görünüyor. Oysa başta Fransa ve ABD olmak üzere Emperyalizmin tarihi, hak ihlalleri tarihi olarak şekillenmiştir. Dolayısonucu sadece Ermenilerin tasfiyesi değil, onlardan çok daha fazla Müslümanın da ölüme sürülmesidir. Bir bütün olarak Osmanlı coğrafyasını ve I. Dünya Savaşı’nı ele aldığımızda, açık ki Ermenilerden çok Türkler öldü. Ancak yine açık ki bu sonuçlardan, emperyalistler kadar, bize ‘atamız’ diye belletilen o dönemin İttihatçı iktidarı sorumlu. Dolayısıyla acı yarıştırarak, hak yarıştırarak değil, öncelikle bu topraklardan yokedilmişlerin acılarını anlamaya çalışarak çıkabiliriz bu handikaptan. Üstelik Ermeni halkının acılarını sahiplenen bir Türkiye’nin, büyük olasılıkla onlardan da çok ölmüş Balkan Türkmeninin acılarını anımsatma ve ortak acılarımız adına bize bunları yaşatanlara karşı dayanışmamızı da mümkün kılacaktır. RESMİ TEZ GERÇEKLERDEN UZAK Bilindiği gibi ‘hakikat’ diye bize yinelenegelen ve aksini iddia edenin ‘ihanetle’ suçlandığı resmi tezimiz, “savaş ortamında askerlerimizi ve erkeksiz köylerimizi arkadan vurmalarından, yani Ermenilerin gerçekleştirdiği eylemlerden dolayı Osmanlı tehcir kararı almaya mecbur kaldı!” şeklindedir. Kuşkusuz Doğu Anadolu’da Osmanlı egemenliğine karşı ciddi bir Ermeni eylemliliği söz konusu. Ancak bu durum, eğer ki Osmanlı devletinin etnik arındırma gibi bir planı olmamış olsaydı asla böylesi topyekün bir tehcir uygulamasıyla karşılanmayacaktı. Oysa resmi tez; “Tehcire tabi tutulan Ermeniler, devlet aleyhine faaliyette bulunan Ermenilerdir. Devlete sadakatle bağlı olan Ermeniler ise hiçbir surette tehcire tabi tutulmamıştır. Tehcire tabi tutulan Ermenilerin yollarda her türlü ihtiyaçları, emniyetleri ve iskanları sağlanmış, malları güvence altına alınmıştır” diye gerçekleri çarpıtmaktadır. (İsmet Binnark, Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, Sunuş, s.XXV) Halkın hakları ve hukuku ekseninde değil, Osmanlı devleti ve onu yönlendiren İtihatçı politikaları aklamak amacıyla şekillenen bu gerçekdışı tez, Türkiye’nin halen başına dolanan en büyük çoraplardan biri işlevi görmektedir. Aksi olsaydı, en azından Erzurum, Van, Maraş gibi doğudaki şehirlerin tehciriyle yetinilirdi. Oysa Bursa, Ankara, Eskişehir, Konya, İzmit, Adapazarı gibi, söz konusu eylemliliklerle ilişkilendirilmesi için en küçük bahane bulunamayan batı illerimizin Ermenileri de aynı âkibete uğramıştır. Kaldı ki, söz konusu doğu illerinde bile, “adil ve kuvvetine güvenilir bir hükümetin yapacağı şey, hükümet aleyhine isyanları tahakkuk edenleri cezalandırmaktı; fakat İttihatçılar Ermenileri imha etmek” istiyorlardı; “nihayet Ermenilerin Van kıtâli (savaşı), askeri hareketlere engel teşkil etmeleri, İttihatçıların milli gayeleri için mühim bir fırsat vücuda getirdi” (İki Komite, İki Kıtâl, s.27) Bu çok önemli ve bence durumu olanca çıplaklığıyla görmemiz açısından da çok gerçekçi çözümleme Ahmet Refik’e ait. Onun satırlarıyla devam etmeden, anımsatmalıyım ki Ahmet Refik, Osmanlı Tarih Encümeni üyeliği ve Askeri Sansür Müfettişliğini takiben 1919 yılında Türkiye Tarihi Müderrisliği, 19241927 yılları arasında da Türk Tarih Encümeni Başkanlığı yapan bir tarihçimiz. Ermenileri de ağır bir şekilde eleştiren yazar, Ermeni sorunu tartışıldığında nedense unutulan asli sorumluya, yani Türk halkını da çok ağır bir istismara ve neredeyse imhaya sürükleyen İttihatçı zihniyete işaret ediyor. İşte bu Ahmet Refik’in 1915’te Eskişehir Sevk Komisyonu’nda görevli olduğu döneme dair gözlemlerini, giderek sağduyumuzu yitirmemize neden olan şoven savrulmaya karşı bizi uyarması dileğiyle aktarmak istiyorum. C AB’de Kış Hazırlığı 13 A 1915 yılında Harput’tan bir manzara... Fotoğraf Atlas dergisinden alınmıştır. taire’in, Zola’nın, Sartre’ın, aydınlanmanın ve özgürlüklerin Fransa’sının da yaşadığını gösterdi. Bu vesileyle birkez daha görüldü ki, kendi, özgürlüklerimiz ve halklar arası barış, ülkelere giydirilmeye çalışılan deli gömleklerine itiraz etme gücümüzle elde edilebilecektir. Bu vesileyle birkez daha görüldü ki, dini ve milli kimliklerin altında yekpare toplumlar yaşamıyor. Her bayrağın altında özgür, adil ve barışçıl bir dünya arayışında olanlar yanısıra bunları engelleme inadını sürdürenler var. Nasıl ki özgürlükler Türkiye’de 301. maddenin tehdidi altındaysa Fransa da yasalaşma sürecindeki gericiliğin tehdidi altına. Oysa bizim ihtiyacımız olan şey, daha çok, daha çok özgürlük ve bunu güvence altına alan bir hukuktu. UCUZ POLİTİKALARA İSYAN Milli tarih tezi saptayıp tarihçileri de bunun gerekçesini yazan insanlar konumuna düşürmek bizim yabancısı olmadığımız bir durum. Ne yazık ki Fransa da, bu son kararıyla kendini bu duruma düşürmüştür. Bizler onların ulaştığı düzeye çıkma mücadelesi verirken onların bizim düzeyimize düşmesi ayrı bir sorun örneği oluşturuyor. Fransız Parlamentosunda onaylanan yasanın insan haklarından yana samimiyetin değil, yaklaşan seçimler karşısında popülist bir aşağılanma ve tabii Türkiye’yi AB dışında bırakmaya yönelik bir tahkimat olduğu açık. Bizim kendi tarihimizle yüzleşme gereksinimine işaret edenlerin kendi tarihleriyle yüzleşmekten kaçınmaları bir yana tarihe yasal kelepçe takarak diğer egemenlere bahane oluşturmaktadırlar. Fransız Tarihçi JeanMichel Thıbaux’nun ifade ettiği gibi, “bu ucuz politika metotla sıyla demokrasi geleneği çok daha zayıf ülkelerdeki hak ihlallerini azaltmanın, geçmişleriyle yüzleşme cesareti edinmelerinin sağlanabilmesi anlamında da böylesi ağır bir sorumluluğun yükü altındadırlar. Oysa onlar çifte standart politika izleyerek, hak sorunlarını hegemonya amacının kamçısı olarak kullanıyorlar. TUTARLILIK BİZİM DE İHTİYACIMIZ Kuşkusuz emperyalist güçleri eleştirmek sorunları çözmeye ve bizi yüklerimizden kurtarmaya yetmez. Dolayısıyla onlara yönelik eleştirilerimizin tutarlılığı aynı standardı kendimize de uygulayıp dini ve milli ayrımcılığa teslim olmamaktan geçiyor. Tarihe ve yaşadığımız sorunlara ezenler açısından değil ezilenler, devletler açısından değil halklar, öldürenler açısından değil öldürülenler açısından bakma standardı oluşturmak ve bu standardı ayrımsız her sorunda uygulamak zorundayız. Böyle bir yaklaşım düzeyi, bizi öncelikle Enver Paşa’yı bin yıldır birlikte yaşadığımız Ermeni komşumuzdan daha yakın zannetmek yanılgısından kurtaracaktır. Bu bilinç ise yönetenlerin bizi güdebilmek yerine haklarımıza saygılı olmalarını sağlayacaktır. Unutulmamalıdır ki sürgüne giden Ermeni komşularımızla aramızdaki tek fark ayrı dillere, ayrı inançlara sahip olmaktan ibaret. Oysa Enver Paşa İmparatorluğu haksız bir savaşa sokarak dedelerimizi Yemen çöllerinde, Kafkaslarda, dahası ta Galiçya’larda ölüme süren bir despotizmi temsil etmektedir. Çoğu zaman unutuyoruz ama, sadece emperyalistlerin değil ama İttihatçı iktidarın da maceracı politikaların sonucunda üremiştir Yemen Türküleri. Bu savaşçı politikaların ya ile ilişkilerini tazelemek isteyen AB, Rus lider Vladimir Putin’i bu doruğa davet etti. Rusya son haftalarda farklı nedenlerden ötürü zaten AB’nin gündemindeydi. Gürcistan’la yaşanan kriz sonucu Rusya’daki Gürcüler apar topar yurtdışı edilmiş, Rusya’nın Çeçenistan’daki politikasını eleştiren gazeteci Anna Politkovksaya şüpheli bir cinayete kurban gitmiş ve Putin tecavüzle suçlanan İsrail Cumhurbaşkanı’na övgüler sunmuştu. AB Gürcistan ve Politkovksaya üzerine daha önce açıklama yapmış olmasına karşın bu dorukta bu konuların hiçbiri konuşulmadı. Öyle ki bazı üye ülkeler Putin’in de katılacağı yemekte Rusya’yı kızdırabilecek bir açıklama yapabilir diye üye ülkeler adına sadece Dönem Başkanı Finlandiya konuşma yaptı. Putin AB’den ne bir eleştiri aldı ne de bir uyarı. Çünkü AB kışa hazırlanıyordu. Son gelen haberlere göre Rusya ve Ukrayna gaz fiyatları konusunda anlaşmaya varmışlar. İlk bakışta AB’nin doruktaki tutumu Rusya’yı ikna etmiş gibi görünüyor. Ancak dondurucu Sibirya soğuklarında kendi enerji ihtiyacını karşılayamayan ya da Avrupa’ya bu enerjiyi taşıyan Ukrayna ile başka bir krize giren bir Rusya AB’nin hala korkulu rüyası. Genişleme sürecinin Avrupa’nın güvenli enerji ihtiyacını karşılamada giderek önem kazandığını görmemek mümkün mü? AB yapılarına bağlanmış, enerji piyasasına uyumlu, farklı enerji kaynaklarına yakın bir Türkiye’nin önemi Avrupa’nın yaşadığı buna benzer krizlerde ortaya çıkıyor. Türkiye’nin Rusya gibi Avrupa’nın enerji ihtiyacını karşılayabilecek ne kaynağı var ne de gücü. Ancak Türkiye Avrupa’nın alternatif kaynak ve enerji yolu arayışında orta vadede en güvenli ülke olarak görünüyor. Türkiye’nin bu konudaki ileri görüşlülüğü ve istekliliği de cabası. Peki o halde kış hazırlığındaki AB’nin Türkiye’yi bu kadar itip kakmasına ne demeli? Münih çıkarması ÖZGEN ACAR ANKARA Özellikle silahlar konusunda uzman Hermann Historica müzayede kuruluşu bugün Münih’te bazı Osmanlı miğfer, tüfek ve kılıçlarının yanı sıra alışılmışın dışında boyutları olan iki Bursa resmini de açık arttırıma çıkaracak. Alman ressam Carl Johann Spielter’in (18511922) birini 1889’da, ötekisini 1898’de Viyana’da tamamlayıp imzaladığı “Yeşil Bursa”yı yansıtan ortamda değişik açılardan yaptığı iki “Yeşil Türbe” resminin her biri için 8.500 YTL ön tahmin yapılıyor. Resimlerden biri 138x60, ikincisi ise 158x68 cm. boyutlarındadır. Ressam, tuvalleri konunun özelliklerini vurgulamak için cami kubbelerine koşut olması ve derinlik vermesi amacıyla üst bölümlerinde kubbe biçimi ‘Yeşil Türbe’ yaratarak, büyük boyda ve panoramik olarak düzenlemiş. Fransa’da ölen ressamın tablolarında öykülere ve özellikle Osmanlı yaşamına yer verdiği biliniyor. 16. yy’dan konik ve turban biçimli dövme demirden yapılmış ve bir kazıda bulunmuş 22 cm’lik miğfere 4500, 17. yy’dan altın ve gümüş kaplama bir topuza 13.500, 1825 tarihli gümüş kaplama tüfeğe 5 bin, 1785 tarihli bir başka tüfeğe 3300 YTL değer öngörülüyor. 19. yüzyıl başlarından yedi değişik Osmanlı kılıcının değerleri ise 4 bin ile 7500 YTL arasında değişiyor. “Bir sabah Eskişehir istasyonunda me’mulün harici (umulmayan) bir manzara görüldü” diyen Refik, ağlama ve feryatlarıyla çoluk çocuk yük vagonlarına tıkabasa doldurulmuş insanların hazin tablosunu aktarıyor. “Trenler birbirini velyediyor (peşpeşe geliyor), her trenden binlerce aile, binlerce köy halkı çıkıyordu. (...) Trenle sevkedilemeyen çoluk çocuk, kadın erkek, ayakları kanlar içinde, etraflarında birkaç jandarma karadan geliyorlardı. Manzara pek feciydi” (s.30) “Nihayet birgün meş’um (uğursuz) bir emir geldi, Eskişehir de tahliye edilecekti (...) Ertesi gün, Eskişehir’in biçare aileleri ellerinde birer sepet, kollarında paltoları, hayvan vagonlarına bindiler. Gözleri yaşlarla dolu, asırlardan beri sevdikleri, oturdukları, yaşadıkları evlerini çiçekli bahçelerini, muazzez hatıralarını bıraktılar; Konya ovasını kuşatan dağlara, Pozantı’nın yalçın geçitlerine, Elcezire’nin ateşin çöllerine, açlığa, sefalete, perişanlığa, ölüme doğru gittiler...” (s.34) “Artık Eskişehir Ermenileri de çıkarılmıştı. (...) Sahipsiz kalan evler güya polisler tarafından muhafaza olunuyordu. FECİ MANZARA Halbuki geceleyin halılar ve davarlar, kıymettar eşya kamilen çalınıyordu. Aynı hal, İzmit’in, Adapazarı’nın tahliyesi esnasında da vukua gelmiş, eşyalar çalındıktan sonra izi belli edilmemek için evlere ateş verilmişti.” “Eskişehir kafile kafile, tren tren boşalıyordu. Bu trenler kapalı yük vagonları bile değildi, kafes şeklinde, her tarafı açık hayvan vagonları idi. Muhacirin idaresinden gelen memura: ‘Bari kapalı vagonlarla gönderin’ dedim. Hiç tavrını bozmadı, lakaydane bir sesle: ‘Daha iyi ya, hava alırlar!’ cevabını verdi” (s.37). Cemal Paşa’nın yanından gelen Orgeneral Liman Von Sanders’in eşinin: “Ah ne kadar yazık, bu yavrulardan, bu masumlardan, bu biçare kadınlardan bilmem ne istiyorlar? Kimler cinayet yapmışsa onları tecziye etsinler. (...) Dereler insan gövdeleri, çocuk başları taşıyor. Bu manzara yürekleri parçalıyor” şeklindeki gözlemini aktardıktan sonra Ahmet Refik, şöyle yazar: “Zaten bu zulmü takdir etmemek için çeteci zihniyeti ile malul olmak lazımdı, Almanlardan kalpleri insaniyet hisleriyle meşhun (dolu) olanların da bu cinayetlerden müteneffir olduklarına (iğrendiklerine) hiç şüphe yok. Fakat resmi Almanya isteseydi, bu kıtâle mani olurdu. Said Halim Paşa İttihad’ın kör bir aletiydi; Enver ve Talat Almanya’nın sözünden bir adım çıkmazlardı, bu cinayetleri kuvvetlerine güvenerek icra etmeleri imkan haricinde idi. Hiç şüphesiz Almanya’nın zaferine güveniyorlar, bu muazzam faciayı Almanya’nın kuvvetiyle, bu masumlar feryadını Almanların zafer teraneleriyle bastırmak ümidinde bulunuyorlardı. Almanya Anadolu’da kazanacağı menfaatlerle sermest; kurunu vusta’da (Ortaçağ’da) bile görülmeyen bu cinayetlere; samit (sessiz) ve lakayt, seyirci vaziyetini takınıyordu”. (s.38) “Ermenilerin en ziyade korktukları Pozantı idi. Orada, çetelerin hücumu kalplerini titretiyordu. Bunlar hangi çetelerdi? İttihad hükümetinin Turan siyaseti, İslam ittihadı namına Kafkasya’ya gönderdiği çetelerdi”. (s.39) Bir şey eklemek gerekir mi bilmem... Radyasyonla besleniyor ANKARA (AA) Bilim adamlarının, yerin yaklaşık 3 km. altında, rutubetli bir ortamda ve radyoaktif kayalarda yaşayan, sülfürle beslenen bir bakterinin varlığını ortaya çıkarmaları büyük yankı yarattı. ABD’deki Princeton Üniversitesi’nden bilim adamlarının başında bulunduğu bir ekip tarafından varlığı tespit edilen organizmaların milyonlarca yıl yaşında olduğu belirtildi. Princeton Üniversitesi’nden yapılan açıklamada, 2003’te Güney Afrika’da bir altın madeninde bir çatlaktan damlayan suda bulunan mikropların, dünyada varlığı tespit edilen ilkel yaşam biçimlerinden birisi olduğu kaydedildi. Sonuçları Science dergisinde de yayımlanan buluşu olağandışı kılanın, ilkel organizmaların, güneş ışınının, dolayısıyla Dünya yüzeyinde yaşamın ortaya çıkmasını sağlayan fotosentez ve gıda izinin bulunmadığı bir ortamı kendilerine yurt edinmeleri olduğu ifade ediliyor. Yeryüzü için gayet olağandışı olan bu yaşam biçiminin, başka gezegenlerde yaşam bulunması için yürütülen araştırmalara destek verici nitelikte olduğunu söyleyen bilim adamlarından Rhode Island Üniversitesi öğretim üyesi Steven D’Hondt, bunun Mars’ta yaşam için harika bir potansiyel model olduğunu belirtti. Ekibe başkanlık eden Princeton Üniversitesi öğretim üyesi Tullis Onstott da, bu organizmanın, çevrenin etkisiyle tükenmez bir enerji kaynağı olan radyasyonla beslendiğini belirterek su, kayalar ve radyasyonun yaşamı binlerce yıl sürdürmek için yeterli olduğunu gösterdiğini kaydetti. Amerikalı, Tayvanlı, Alman ve Güney Afrikalı bilim adamlarının katıldığı bilimsel ekibin buluşunda ortaya çıkan organizmanın yaşadığı kayaların sıcaklığının 50 derece civarında olduğu belirtildi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle