07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 İkinci Ezgili Yürek de sustu! SÖNMEZ TARGAN İnsan ömrü uzun bir yürüyüş gibi. Bu yürüyüş acılar, umutlar, sevinçler, kavgalar ve daha da güzeli, içinde aşkların da yer aldığı yoğun bir tempo içinde geçmişse destansı bir özellik de taşır. Geçen hafta aramızdan ayrılan ve yeniden uzun ve sonsuz bir yolculuğa çıkan Sıdıka Su’nun yaşamöyküsü de adeta böylesi bir destan gibi. Aynı zamanda türkülerimizin, ezgilerimizin devrimci yorumcusu Ruhi Su’nun sevgili eşi de olan Sıdıka Su’nun destansı yaşamöyküsünü gelin birlikte okuyalım. Sıdıka Su, 1923 yılında Sıvas’ta doğdu. Sıvas’ın havasından mı suyundan mı olacak daha çocuk yaşta halk türkülerine karşı bir yatkınlığı vardı. Daha Âşık Veysel toplum gündemine çıkmadığı dönemde, onu elinden tutup bir çocuk sevecenliği içinde Sıvas’ta köşe bucak gezdirirdi. İçinden çıktığı halkının çığlıklarıyla yoğrulmuş türküler dünyasına daha küçük yaşta adım atışı işte böyle oluşur. Bursa’da lise öğrenimi yıllarında Nâzım Hikmet’le tanışır. Bursa Cezaevi’nde yatmakta olan Nâzım Hikmet’i sık sık ziyaret eder. Liseyi bitirince hukuk öğrenimi yapmak ister; ama Nâzım Hikmet’in yönlendirmesiyle felsefe öğrenimini yeğler. Ankara DilTarih Coğrafya Fakültesi’ne girerek felsefe öğrenimini tamamlar. SİYASAL SAVAŞIMA ADANMIŞ BİR YAŞAM 40’lı yılların ilk yarısı, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın Türkiye’de de rüzgârını estirdiği yokluk ve yoksulluk yıllarıdır. Halk acılar içinde kıvranmaktadır. Bu acıları halkıyla birlikte etinde kemiğinde yaşayan Sıdıka Su, kendini siyasal savaşıma adar; Nail Çakırhan’ın önermesiyle 1942 yılında Türkiye Komünist Partisi’ne (TKP) katılır. Artık onun yaşamında ömür boyu sürecek yeni bir sayfa açılmıştır. Yine bu yıllarda opera sanatçısı olan ve adına bir koro oluşturan Ruhi Su ile tanışır ve bu koroda bir korist olarak ilk sanat yaşamı da başlar. Bu başlangıç, ömür boyu sürecek bir aşkın da habercisi olacaktır. Nitekim birbiriyle hem sanat, hem de siyasal alanda ortaklıklar taşıyan bu aşk, Ruhi Su ile Sıdıka Su’nun 1952 yılında cezaevinde evlenmesiyle noktalanır. 1951 TKP tutuklamalarında Sıdıka Su Ankara’da gözaltına alınır. Daha sonra İstanbul Harbiye Merkez Komutanlığı’na, oradan da Sultanahmet Cezaevi’ne konur. Cezaevinin ağır ko C kültür UZUN VE SONSUZ BİR YOLCULUĞA ÇIKAN RUHİ SU’NUN SEVGİLİ EŞİ SIDIKA SU’NUN YAŞAM ÖYKÜSÜ ADETA BİR DESTAN GİBİ EKİM CUMA LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL Veronica Guerin cezalara mahkum edildiler. Veronica geride onurlu bir meslek yaşamının yanı sıra, kendisi gibi kararlı, dürüst bir de kardeş bıraktı medyaya. Kızkardeşi Orla Guerin de ablasının izinde yürüyor. Dürüst insanların ayak izlerini takip etmek, riskli de olsa kolaydır aslında. Namussuzların ayak izleri gibi üzeri örtülmüş değildirler çünkü. Guerin’in ayak izlerini takip eden çok sayıda gazeteci var günümüzde. Ne mutlu. ??? Anna Politskaya da Guerin gibi, mesleğinin en önemli özelliği olan “eleştirel” tarafına ağırlık veren, kendi ülkesini, kendi ülkesinde de mebzul miktarda bulunduğuna şüphe olmayan Kerinçsizler’e rağmen, eleştirebilen bir gazeteciydi. Ülkesinin “milli meselesi” haline gelmiş Çeçen sorununda, Çeçenleri destekleyen bir gazeteci olarak bu desteğin bedelini ona fena ödettiler. Rusya’da yükselen faşizan eğilimlere karşı “resmi ideoloji”nin dışında düşünen Politiskaya da “sol” eğilimli bir gazeteci olarak, Engels’in “bizim eleştirilerimiz ne başkalarıyla düşeceği çelişkiden ne de ulaştığı sonuçlardan korkmaz” diyenlerin arasındaydı çok belli ki. Korkmadığı, ölüme gideceğini bile bile her inandığını söylediği ortada. Bu yürekli ses, aşağılık adamların tabancalarından çıkan kurşunlarla susturulabildi ancak. Dünyanın en hızlı kirlenen medyası olan Türkiye medyasında iktidar aklamayı gazetecilik sanan çok şarlatan çıkmıştır. Yıllarca hakkında veryansın edip, iktidara geldiğinin hemen ertesi günü gazetesinde Tayyip Erdoğan’ı “Takiyye basamaklarından tek tek atlıyor” diyerek övmekle, inanılmaz bir “yalakalık” sergileyenler de var aralarında. Gazeteciliği, doğasına aykırı biçimde, kendisi için kolay meslek haline getirenler açısından elbette sorun yok. İnternetten yazı çekip altına kendi imzasını atmak da, mahkeme yolu görününce, “biz yanıltılmışız” demek de bu mesleğin kolay tarafı tabii. Herkesin takip ettiği ayak izleri toprağın üzerinde duruyor. Ya onurunla takip edeceğin bir iz bulursun ya da tükürmekle bile kızarmayan yüzünü o izlerden kişiliğine en uygun olanına sürersin. Yerlere çömelerek üstelik. Guerin de, Politskaya da, ona benzeyen diğerleri de kendi “izlerini” toprağa bırakanlardandı. K Türkülerimizin, ezgilerimizin devrimci yorumcusu Ruhi Su’nun sevgili eşi Sıdıka Su aramızdan ayrıldı. şulları bu iki âşığı uzaklaştırmak şöyle dursun daha da yakınlaştınr. Duvarlar arkasında süren bu gönül bağının, birer halkayla birbirine bağlanması zamanının geldiğine karar verilir. Nevzat Hatko ve Behice Boran’ın tanıklığında Ruhi Su ve Sıdıka Su’nun cezaevi koşullarında nikâhları kıyılır. Bu evlilikten bir de çocukları olur. Biricik bu haylaz çocuğa Ilgın adı verilir. 1952 yılında mahkemeleri sonuçlanan bu iki ezgili yürek, 5 yıl hapse mahkum olur. 60’lı yıllar Türkiye’de yeni açılımların ve umutların doğduğu yıllardır. 27 Mayıs Askersel Devirmesi’nin bir hukuk beratı olan 1961 Anayasası’nın sağladığı hukuksal olanaklarla Türkiye’de yeni ve beyaz bir sayfa açılmış, bu sayfaya Türkiye İşçi Partisi de (TIP) adını yazdırmıştır. Gerçi Ruhi ve Sıdıka Su siyasal yasaklı olmaları nedeniyle bu partiye üye olamamışlarsa da bütün etkinliklerinde yer almışlardır. Sıdıka Su, bu yıllarda sanat yaşamı da adeta yasaklı olan Ruhi Su’nun yönetmeni gibidir. Öyle ki bu alandaki görev ve sorumluluğunu ölene değin sürdürecektir. Bunu özellikle 1985 yılında yaşamı yitiren Ruhi Su’nun hemen arkasından, onun sanat geleneğini sürdürmek için gösterdiği titiz ve özverili çabalarda görüyoruz. Örneğin, Ruhi Su Okulu’nun en önemli ürünlerinden biri olan Ruhi Su 1997 yılında kurulmuştur. Son derece özgür çalışmalarıyla kendi alanında büyük bir boşluğu dolduran bu vakfin şemsiyesi altında 100’e yakın etkinlik yaşam bulmuştur. 10 YILDA 84 DİNLETİ Bunların içinde, çok sayıda halk sanatçısının da katılım ve katkılarıyla 10 yılda 84 dinleti gerçekleştirilmiş olup, bu etkinliklerin hazırlanmasının altındaki ilk imza Sıdıka Su’ya aittir. Yanı sıra, sürdürdüğü yoğun çalışmalarla, Ruhi Su’ya ait sesli, yazılı ürünlerin yayımlanarak günümüze taşınması ve büyük bir arşiv kurulması konusunda harcadığı yoğun emeği de anımsamamız gerekir. (Ruhi Su yapıtlarının tümü yakında Everest Yayınları’nda yeniden yayımlanacaktır.) İyi bir eş, sadık bir yoldaş, kararlı ve inançlı bir sosyalist olmanın yanı sıra irticanın kol gezdiği günümüzde Cumhuriyet kazanımlarına kıskançlıkla sahip çıkmış aydın kişiliğiyle Sıdıka Su, sanat ve kültür yaşamımızın bir Behice Boran’ıydı dersek, sanırım ki abartılı bir belirleme yapmamış oluruz. Dostlar Korosu, onur çabalarıyla bugüne değin sanat yaşamını, hem de başarıyla sürdürmesini bilmiştir. Yine Ruhi Su’nun sanat geleneğinin sürdürülmesinde en önemli örgütsel girişim olan Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfi, Sıdıka Su’nun önderliğinde ırmızı Opel Calibra’sıyla evinden çıkıp gazetesine giderken, trafik ışıklarında durduğunda, aracına yaklaşan motosikletli iki kişi tarafından kurşunlanarak öldürülmesinin üzerinden demek ki tam on altı yıl geçmiş. Günümüzde önüne gelenin yaptığı mesleğimin yüzaklarından biriydi Veronica Guerin. Yaptığı işin, şarlatanlık götürmeyen onurlu bir meslek olduğunu, başkalarının yazısına kendi imzasını atmaktan çekinmeyenlerin, her nasılsa sahibi olduğu yayını kafasına uymayanlara karşı aşağılık bir silah olarak kullananların anlaması olası değil. Gazetecilik gibi, yapanı, kamunun önüne taşıyan bir mesleği, sadece bir cazibe unsuru olarak gören, attığı iftiralar karşısında davalık olduğu muhatabına yalvar yakan olan, kerameti kendinden menkul “medya yavşakları” da anlayamazlar. Guerin, “kitlede hakim olan”, her an da değişebilecek eğilimleri arkasına alarak değil, uyuşturucuya karşı mücadele konusunda herkesin sessiz kaldığı bir ortamda, tek başına, yapayalnız bir gazeteciyken uyuşturucu çetelerine karşı adeta savaş açmış, bedelini de, hem de çok genç yaşta yaşamını vererek ödemişti. Adının, öldüğü günden beri onurlu medya dünyasında bir bayrak gibi dolaşması bundandır. Sol eğilimli bir gazeteci olduğunu bilmenizde de yarar var. Öldürülmeden önce haber yapmak için yanına gittiği çete lideri tarafından yumruklanan, 1995’de uyarı amacıyla sol ayağından kurşunlanan Guerin en son saldırıdan kurtulamadı. Oysa, birçok “medya paraziti” gibi, küpünü doldurabilir, başkalarının yazılarına imza atabilir, okuyucularına kişisel hesabı olduğu kişi ya da kesimleri hayasızca hedef gösterebilir, bu “gayretleri” yüzünden bir de plaketle ödüllendirilebilirdi de. Günümüzde bunun örnekleri olduğunu biliyorsunuz. Ama Guerin bunu yapmadı. O, gazeteciliğin eskrim sporuna benzediğini, bu masum sporda kullanılan kılıç örneğinde olduğu gibi, mesleğinin, namussuzların elinde yaralayıcı bir silah, dürüst insanların elinde de, iyi değerler adına kullanılan bir “savunma” aracı olduğunu bilenlerdendi. Ölümünden sonra İrlanda’da Guerin’in yıllarca önlenmesine çalıştığı uyuşturucu ticaretine ilişkin çok önemli yasalar çıkartıldı. Vuranlarla vurdurtanlar yakalanıp ağır Tiyatro Pera Almanya’da Kültür Servisi Theater an der Ruhr’un 25. yıl kutlamaları çerçevesinde ağustosaralık tarihleri arasında Almanya’nın Mulheim kentinde düzenlenen Uluslararası Tiyatro Festivali’ne (Internationale Theaterlandschaften) Türkiye’den Tiyatro Pera’nın “Dobrinja’da Düğün” adlı oyunu katılıyor. İran, Irak, Kazakistan, Tunus, Sırbistan, Fas, Macaristan, Slovenya gibi ülkeler ve Theater an der Ruhr’un oyunlarının da yer aldığı festivalde “Dobrinja’da Düğün” 27 ve 28 Ekim tarihlerinde iki kez sahnelenecek. Roberto Cuilli’nin sanat yönetmenliğini yaptığı Theater an der Ruhr, Avrupa’daki uluslararası kültür değişimini programına alan ve düzenli bir şekilde uygulayan ilk tiyatrolardan biri. Geçen sezon İstanbul’a “Küçük Prens”, “Üç Kuruşluk Opera”, “Antigone”, “Venedik Taciri” gibi oyunlarıyla turne yapan Theater an der Ruhr sahnesinde, kuruluşundan bu yana 34 ülke tiyatrosu konuk olarak temsiller verdi. Nesrin Kazankaya’nın yazıp yönettiği, Nilüfer Moayeri’nin dekorkostüm, Yüksel Aymaz’ın ışık tasarımını yaptığı oyunda Nesrin Kazankaya, Nihat İleri, Levent Öktem, Başak Meşe, Cüneyt Uzunlar, Zeynep Özden rol alıyor. 2005 yılında “Eleştirmenler Birliği Yılın En İyi Oyunu”; “Afife Jale En İyi Yazar”, “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu”; “Selim Naşit Özcan En İyi Ensemble”, “En İyi Erkek Oyuncu” ödüllerini alan “Dobrinja’da Düğün” 1993’te Yugoslavya İç Savaşı’nda Saraybosna’da bir düğün kutlamasını konu alıyor. Yıkıntılar arasında yan yana iki evde yaşayan iki ailenin umutsuzluklarını, kırgınlıklarını, çatışmalarını ve savaşa rağmen umutlarını, dirençlerini anlatan oyunda, savaşta yaşanan acılar, ölümler, kırık hayatlar, kayıp aşklar ve savaşla yitirilen insani değerler sorgulanıyor. ‘Kentim komşuya emanet’ GÜLŞAH DURAK Ermeni soykırımı iddialarıyla ilgili siyasiler uluslararası arenada tartışadursun, sanatçılar iki komşu ülke halkları arasındaki dostluk bağlarını daha da güçlendiriyor. İstanbul ve Erivan’dan 10 fotoğraf sanatçısı birbirlerinin kentlerindeki yaşamı fotoğraflayarak ‘‘Merhabarev’’ adlı sergiyi oluşturdular. Projenin temeli geçen yıl Henrich Böll Vakfı’nca Türkiye, Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’dan sanatçıların katılımıyla Kars’ta düzenlenen ‘‘İhtilaflı Bölgelerde Sanatın İyileştirici Rolü’’ konulu toplantıda atıldı. Bu kapsamda mayıs ayında Narphoto grubundan Özcan Yurdalan, Mehmet Kaçmaz, Kerem Uzel, Tolga Sezgin ve Serra Akcan, Erivan’da 7 gün boyunca kenti fotoğrafladılar. ‘YAKINIZ AMA TANIMIYORUZ’ Haziran ayında bu kez Patker Photo’dan Karen Mirzoyen, German Avagyan, Ruban Mangasaryan, Nelli Şişmanyan ve Anahit Hayrapetyan İstanbul’da konuk edildi. 10 fotoğrafçının iki kentin tarihi mekânları, alışveriş merkezleri, dini törenleri, eğlence alanlarında çektiği 18 bin fotoğraftan seçilen 130 kareyle ‘‘selam’’ anlamına gelen ‘‘merhaba’’ ve ‘‘barev’’ kelimelerinin birleşiminden ortaya çı S on günlerde en çok tartışılan konulardan biri de, aydınların ya da yurttaşların genel doğru kabul edilen görüşlere aykırı tutum ve davranışları. Aykırı görüşlerin özgürce açıklanabilmesi demokratik toplumların temel yapı taşlarından. Ama son günlerde Fransa örneğinde görüldüğü gibi, demokrasinin en gelişkin olduğu toplumlarda bile kimi zaman toplumsal histeriler ya da günlük çıkarlar öne çıkabiliyor ve demokrasinin yara almasına neden olan sonuçlar doğuyor. Ünlü sözdür, demokrasinin ortaya çıkardığı sakıncaları giderecek olan yine demokrasidir, denmiştir. Ancak kimi zaman demokrasiye bu fırsat verilmeden baskı yöntemlerine ya da yasalarına başvurularak aykırı sesler susturulmaya, toplum tek tip düşünce ve davranış biçimlerine zorlanmaya çalışılıyor. Özellikle de ulusal duyarlıkların öne çıktığı dönemlerde demokrasiyi geriye atacak böylesi davranışlar yaygın kabul de görüyor. ??? Söz Fransa’dan açılmışken, 1960’ta Cezayir’in giriştiği Ulusal Kurtuluş Sa DEFNE GÖLGESİ TURGAY FİŞEKÇİ Karşı Duruş Hakkı itaatsizliğe! Birçok Fransız genci, bu çağrıya uyarak başka ülkelere sığındı. Bu arada bildirinin yazarı Sartre da, ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Hakkında tutuklama kararı çıkarılmıştı. Ancak bu karar, Fransa Devlet Başkanı de Gaulle’den tarihe geçecek bir gerekçeyle geri döndü: ‘‘Sartre demek, Fransa demektir! Fransa tutuklanabilir mi?’’ demişti, ünlü devlet başkanı. Bu konuda olduğu gibi, pek çok başka konuda da ‘‘Fransa’nın vicdanı’’ olarak kabul gördü Sartre. Bütün yeryüzünde aydın sorumluluğunun simgelerinden biri oldu. ‘‘Söylediklerinizin hiçbirinde sizinle aynı düşüncede değilim; ancak, onları söyleme hakkınızı ölünceye kadar savunacağım’’ diyen Voltaire’in ülke vaşı sırasında olanları anımsamanın yeridir. Savaş bütün sıcaklığıyla sürerken, yükseköğrenimini bitiren her Fransız genci doğrudan askere alınıyor ve Cezayir’e, savaşa gönderiliyordu. Cezayir’in bağımsızlığını savunan aydınlar ise hükümetin baskı yasalarına direniyorlardı. Tam da o günlerde ülkenin önde gelen yazar ve düşünürlerinden JeanPaul Sartre, (sonradan 1964’te kendisine Nobel Edebiyat Ödülü verildi, ancak Sartre bu ödülü reddetti) ‘‘İtaatsizlik Hakkı Bildirisi’’ni kaleme alarak ülkenin önde gelen basın organlarında yayımladı. Bu bildiride, Fransız gençleri Cezayir’deki savaşa katılmamak için ‘‘itaatsizlik’’e çağrılıyordu. Yasalara karşı sine elbet böylesi yakışırdı. ??? Yeniden günümüze dönersek, Fransa Ulusal Meclisi’nin kabul ettiği yasa, ne denli demokrasi dışıysa, buna gösterilecek tepkilerin demokrasi içinde olması da o denli önemli. Kimi aydınlarımız, aydın olmayı, gelip geçici küresel rüzgârlardan yararlanma, ahlak dışı sayılabilecek çıkar ilişkilerine dönüştürme yolunu seçmişlerse bu onların sorunudur. Aydın, doğru bildiği yolda tek başına gidebilen insandır. Ama o doğru bildiği şeyin ülkesi ve insanlık için de doğru olduğuna inandığı için öyle davranır. Kimi aydınlarımızın karşı duruşlu tavırlarına bakarken bu içtenlik ölçütünü gözden ırak tutmamalıyız. Kimi zaman kimin kime ne öğreteceği belli olmuyor. Bakarsınız, tarihin bu döneminde aykırı görüşlü insanlarımıza, aydınlarımıza göstereceğimiz demokrasi yanlısı tavırlarla, bizler Fransa’ya ve dünyaya demokrasi dersi veririz. [email protected] kan ‘‘Merhabarev’’ adlı sergi oluştu. Fotoğrafçılardan Özcan Yurdalan, ‘‘Çok yakınız ama birbirimizi tanımıyoruz. Öncelikle diyalog ortamı yaratılmalı. Biz bunun için evrensel bir dil olan fotoğrafı kullanıyoruz’’ dedi. Ermenistan’da Türkçe konuşan çok sayıda insan olduğuna dikkat çeken Yurdalan, iki ülke arasındaki önyargılarla ilgili olarak ‘‘Evlerine konuk olduğumuz insanlar tabii ki acılarını, dertlerini paylaştılar. Ancak hem Ermeni ve hem Türk kültüründe ‘acıların paylaşarak azalacağına’ inanılmaz mı? Yoksa hiçbir zaman ‘soykırımcılar’ olarak suçlanmadık. Artık geçmişe değil, geleceğe bakmak istiyoruz’’ dedi. Serra Akcan ise Ermeni fotoğrafçıların da İstanbul’dan farklı izlenimler edindiğini şöyle anlattı: ‘‘Birinin dedesinin mezarı Şişli Mezarlığı’ndaymış. Salı Pazarı’ndaki çekimlerde ise Karslı pazarcılar ‘komşularımız’ diyerek Ermeni arkadaşlarımıza büyük konukseverlik gösterdiler.’’ Mehmet Kaçmaz ise çalışmanın amacını şu kısa ve derin cümleyle özetledi: ‘‘Yaşadığımız kenti birbirimizin gözlerine emanet ettik...’’ Erivan’daki Moskova Sineması’nda açılan sergi, İstanbullu sanatseverlerle 1 Aralık’ta Karşı Sanat Merkezi’nde buluşacak. Sergi daha sonra birçok Avrupa ülkesinde de görülebilecek.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle