25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K H erkesin birbirine bakıp birbirinden etkiler alarak, birbirine etkiler yaparak, sonuçta aynı yapının yol açtığı düşünce çevrimine bağlı bir benzeşim modeli olarak kopyalar halinde sonsuzca çoğalabildiği, çok sayıda silik “benzer”in sahne aldığı hastalıklı tutkular karşısında korumasız kalan yeni bir tiyatro mevsimine daha giriyoruz… Tıpkı öteki sanat alanlarında olduğu gibi… itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Sanatta tutkuyu bilimle buluşturabilmek sında özellikle şu vurgu dikkati çekiyor: “…Size teşekkür etmek istiyorum.”“Öğrenmekten, bilgilenmekten, çalışmaktan, araştırmaktan, bir an olsun vazgeçmediğiniz ve bundan sonsuz bir tad aldığınız için…” (190, 191) Bu çerçevede yararlanmak için Nurhan Tekerek önümüzde iki tiyatro bilimcisinin verimlediği kapsamlı iki yapıt duruyor. Ayşegül Yüksel’in Türk Tiyatrosu Üstüne Notlar/ Uzun Yolda Bir Mola (Cumhuriyet, 2011) ile Nurhan Tekerek’in Geçmişten Geleceğe Oyundan Seyirciye kitapları… (Uludağ Üni. Güzel Sanatlar Fak., 2010) O halde alalım Zeynep Oral’ın diliyle Leyla Gencer’deki tutku rüzgârını arkamıza, düşelim bu iki kitabın peşine… ze. Bu çerçevede Yüksel, oyun yazarlığımızdan bizdeki yazar tiyatrosu örneklerine, devlet tiyatrolarından yarım yüzyıllık geçmişiyle kimi özel tiyatro topluluklarımıza, amatör tiyatroculuğa, ayrıca tiyatro eğitiminden eleştirmenliğe dek farklı ayraçlar içinde, bunları kendine özgü yaklaşım ya da bakışla, tiyatro entelijansiyasını tümüyle kucaklayacak boyutta değerlendirmeye uzanıyor. Uzun Yolda Bir Mola’nın belki de en ilginç yanı, Ayşegül Yüksel’in, tiyatromuzun ünlü bilimci kurucuları diyebileceğimiz Sevda Şener, Metin And, Özdemir Nutku üçlüsüyle yaptığı söyleşilere de yer vermiş olması… Bunların, öteki söyleşilerden ayrılan bir yan taşıdığını belirteyim. Yüksel, yirmili yaşlarında yazınsal gelenekle haşır neşir olarak şiirle başlattığı yazın yolculuğunu, geniş bir birikim göledine yaslıyor. Bu nedenle yazdıklarını okurken yalnız bilgilenmiyorsunuz, yanı sıra yazınsal tatlar da deriyorsunuz… “GEÇMİŞTEN GELECEĞE OYUNDAN SEYİRCİYE...” Nurhan Tekerek, yaşamını tiyatroyla özdeşleştirmiş bir insan… Yalnız tiyatro bilimcisi değil, uzun yıllar amatör, profesyonel tiyatro yapmış, oyunculuk kadar yönetmenlik de üstlenmiş, bu arada oyunlar kaleme alıp çevirmekten, uyarlama yapmaktan geri durmamış çok yönlü bir tiyatro gönüllüsü… Onun, özellikle geleneksel tiyatromuz üzerine getirdiği vurgular, bu anlamda dikkat çekici: “Oyun çıkartma geleneğinden kaynaklanan ve ritüellerden beslenen Anadolu Köy Seyirlik Oyunları, Osmanlı döneminde kent merkezlerinde gelişen ve her kesime seslenen, eğlendirici özelliğiyle halkın popülaritesini kazanan Meddah, Karagöz, ortaoyunu, kukla gibi türler; çağdaşlaşmaBatılılaşma girişimlerinden bu yana kimlik kazanma ve özgünleşme sürecini yaşayan Türk tiyatrosunu besleyen yüzyılların biriktirdiği değerlerimizdendir.” (26) Tekerek, “Cumhuriyet’in ilk yıllarında, özellikle ödenekli tiyatrolarda egemen olan Batı tiyatrosunu sorgulamadan benimseyen, dahası özgünleşme girişimlerini engelleyen anlayışı eleştir(en)” (27) görüşlerden örnekler veriyor. Ardından, “oysa geleneksel tiyatromuz gerek öz, gerek yapı açısından Batı tiyatrosunun romantizminden günümüze uzanan süreçte vardığı nokta düşünüldüğünde pek çok çağdaş özelliği de içinde barındırmaktadır” yargısını paylaşıyor bizimle. (30) Tekerek, Batı tabanlı tiyatroya karşı geleneksel tiyatromuza gereken ilginin gösterilmeyişi üzerine geçmişten günümüze örnekler getirirken konuyla ilgili kimilerinin görüşlerine de, sözgelimi İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’dan Abidin Dino’ya, Haldun Taner’den Oktay Arayıcı’ya vb. dek uzanıyor.Geleneksel tiyatromuzdan günümüzde neyi anlamak gerektiğini ise şu satırlarla dile getiriyor Nurhan Tekerek: “Geleneksel tiyatromuz Doğu ile Batı arasındaki bir köprü olan Türkiye toplumunun geçmişinin sesidir, yankısıdır. Önemli olan bu yankılardan bize özgü bir tiyatro felsefesi ve politikası oluşturarak iki kıta arasındaki bu köprüyü daha da işlevsel hale getirmektir. Renkleri arayıp bularak, ve mutlaka çoğaltıp zenginleştirerek. Geçmişi, geleneği küçümsemeden, tarihi göz ardı etmeden.” (33) Tekerek de Yüksel gibi, bir kısa tarihçe özetlemesi bağlamında yapılandırıyor kitabını. Bu çerçevede bir yandan tiyatro sanatını konumlandırıyor, öte yandan gelenekselle Batı dayanaklı tiyatroyu ayrıntılı biçimde karşılaştırıp Anadolu’da tiyatro gruplarınca sergilenen oyunlardan örnekler veriyor… İşte yeni tiyatro mevsimine girerken tutku kıvılcımıyla, bilim kılavuzluğuyla okunup yeniden düşünülebilecek üç kitap… Boğazın bir kıyısına oturup da daldığınızda sulara, çayınızı, şarabınızı, rakınızı yudumlarken pul pul önünüzden akan denizle yüzleştiğinizde her kezinde, bir tutkunun ruhuyla ürperdiğinizi de duyabilirsiniz… Adı Leyla Gencer olan bir tutkunun ruhudur bu, ama ne siz farkındasınızdır bunun ne de polis farkında! O halde perde! EYLÜL 2011 SAYFA 21 Ayşegül Yüksel Zeynep Oral Türkiye’nin hemen her kentine dağılmış tiyatro okullarıyla, büyük kentlerden çıkarak küçük kentlerde de yayılma gösteren kurslarla aslında belki yalnız bu sanattan içeriye gireceği umulabilecek insanlar değil de kendilerinde ille de tiyatro yapma yeterliği görenlerden oluşan ordu yetiştirdiğimizden sanatta ana gövdeyi de bunlara yaslıyoruz… Sonuçta ortalıkta binlerce tiyatrocunun dolaştığı, ama alansal yoksulluğun sürdüğü bir olgu yaşıyoruz… Oysa tiyatroda değil yalnız, sanat dalları kadar bilimde de hem ulusal hem uluslararası düzeyde kendimize rol model alabileceğimiz azımsanmayacak örneğe sahibiz… Kaldı ki okuyup yeni bilgilerle donanabilecek, bunlardan yeni bireşimlere gidebilecek yetimiz yok mu bizim? Ama kendimize bunları kılavuz almak yerine saman alevi ünlenişi, bu yolla bir çırpıda kazanılıveren parayı, şatafatlı yaşantıyı örnek alıyoruz. Sanat, bilim denildiğinde bir at gözlüğü takıp yalnızca bunları düşünüyoruz hemen… Stanislavski’nin kalıplaşan o ünlü deyişini anımsamanın yeri galiba: “Kendini sahnede/sanatta sev, sahnede/sanatta kendini değil!” Bütün bunların, sanatta/sahnede kendimizi sevmeye dönük hastalıklı tutkudan ötürü başımıza geldiği açık. Öyle ki biz, kendimizi sanatta/sahnede sevebilme başarısı göstersek zaten, sıkıntılarımızın da üstesinden geleceğiz, ama hayır, yapamıyoruz bunu… Öylesine bilgisiz, beceriksiz, yeteneksiz kişileriz ki bu konuda, bir biçimde katkıda bulunduğumuz bir özsevgisi bataklığında boğuluyoruz hepimiz… Özsevgisi birey olmaya katkı sağlayabilse iyi elbette. Ne ki dayanağı olmayan, hiçbir temele dayanmayan, köksüz bir Cahiliye gururlanmasıyla, kuru kuruya özsevgisi insana yarar değil, zarar getiriyor… İşte Zeynep Oral’ın insanı çarpan o müthiş yaşamöyküsü romanı Tutkunun Romanı/Leyla Gencer (Cumhuriyet; alıntılar için bak.: Milliyet, 1992) bunları düşünmenin de önünü açıyor alttan alta… Bir tutkunun nasıl, nerelerden beslenebileceğini, akılcı bir özseverliğin, ancak böyle yapılandırılan bir tutkuyla sağlanabileceğini gösteriyor aynı zamanda yapıt… “TUTKUNUN ROMANI...” Zeynep Oral, gazeteciyazarlığı hakkıyla yansıtan az sayıdaki örnekten biri olarak on yıllardır verimini sürdüren, okurda bıraktığı okuma lezzetinin yanında, bunları kaleme alırken kendisinin duyduğu sezilebilecek tadı da okurda yankılandırıyor bir bakıma sürekli. Bu çerçevede Tutkunun Romanı/ Leyla Gencer de, onun yirmi yıl önce kaleme aldığı halde değerini koruyacak, bu alandaki seçkin örnekler arasında yer tutacak bir yaşamöyküsü romanı. Yaşamöyküsü, belgesel roman, ne derseniz deyin ama şunu unutmayın; Tutkunun Romanı/ Leyla Gencer, kahramanı Leyla Gencer olan başarılı bir roman… İşte çocukluktan erginliğe, yaşamdan sanata, yüksek düzeyde kendi erkesini üreten ender örneklerinden biri bağlamındaki “tutku” modeli olarak Leyla Gencer, Oral’ın yapıtında bir roman kişisi (daha doğrusu kahramanı) konumuyla yerli yerine oturuyor. Kim bu “tek silahı sesi, tek güvencesi tutkusu” olan (10), “kapkara saçlı, kapkara gözlü” (11) cinçetin kız? Zeynep Oral, Bektaşi hoşgörüsüne sahip babanın, “karısının koyu Katolik”liğini (13) bile sorun yapmayışını vurgularken küçük Leyla’nın ailede kuşatıldığı o kültür çevresinin perdesini de aralıyor bizim için: “Pazarları kilisede org ve koro dinlemek, hafta içinde camide vaazı ve namazı izlemek. Bektaşi sofralarında bitmek tükenmek bilmeyen sohbet, Noel ağacının çevresinde toplanıp, Meryem Ana’ya mum yakmak, bahçedeki kameriyelerin altında Rus semaverlerinden çay içerken dünyanın gidişatından ya da en son yeniliklerden söz etmek…/ Bütün bunlar küçük Leyla için gizemli bir dünyanın parçalarıydı…” (15) Leyla Çeyrekgil’den Leyla Gencer’e giden yolun yalnız derin bir tutkuyla değil, aynı zamanda nasıl büyük emekle, dirençle, yıkılmaz bükülmez bir diklikle döşenip bugünlere gelindiğini ele veriyor yapıt. “Hiç ama hiç ödün vermeden… hiç ama hiç eğilmeden… hiç ama hiç uzlaşmaya yanaşmadan… sonuna dek o inancı, o duyguyu, o düşünceyi gerçekleştirmek… O inancı, o duyguyu, o düşünceyi sonuna dek yaşayabilmek için dünyaya meydan okumak… Dünyaya meydan okuma cesaretini ve hakkını kendinde görebilmek…” (23) Bu tür tutkunun, tek başına insanı uçurmaya yetmeyeceği ortada. Nitekim Leyla Gencer de, yaşamını sanata dönüştürüp öylece öğütürken bir yanına sanatın olmazsa olmazlarını alıp, öte yanını bilimin gerekleriyle pekiştiriyor. Zeynep Oral, romanın sonunda Gencer için bir dizi teşekkür gerekçesi sıralarken bunlar ara “UZUN YOLDA BİR MOLA...” Gerek Yüksel gerekse Tekerek, yüz elli yılı aşkın geçmişe sahip Batı tabanlı tiyatromuzla geleneksel tiyatromuz arasında gidip gelen, belirgin bir omurga üzerinde dizgeleştirilmiş olarak Türk tiyatrosuna dönük bütünsel düşünceler üretiyor denebilir. Böylece bir yandan görüşlerini paylaşıyor, kimi öne sürüşleriyle de bunları gündemimize taşımaya çabalıyor… “Öndeyiş”te tutumunu, “amacım Türk tiyatrosu üstüne almış olduğum ‘notlar’ı paylaşmaktır, yeni bir ‘tiyatro tarihi’ yazmak değil” diye açıklıyor Yüksel. Bir bakıma “tartışma”dır hatta bu. (71) Onun bakışıyla şöyle bir giriş yapılabilir belki: “Modern Türk tiyatrosunda görülen arayış ve gelişimlerin temelinde ‘geleneksel’ tiyatromuzun biçimsel zenginlikleri ile Batı tiyatrosunun düşünsel ve teknik yaklaşımlarını buluşturma eyleminin yattığı söylenebilir.” “Modern tiyatromuzun yönelişleri arasında yer alan, ‘Türk tiyatrosuna özgü’ olarak nitelendirilebilecek özellikler, hem kentkasaba kültürünün ürünü olan geleneksel ‘halk tiyatrosu’nda, hem de ‘ritüel’ kökenli seyirlik ‘köylü tiyatrosu’nda bulunmaktadır. (…)… Kentli ve ‘köylü’ tiyatroları birbirinden farklı olsa bile kentte de köyde de her zaman oyuncularla izleyicilerin iç içe olduğu bir ‘şenlik’ (.) ortamı içinde varlık kazanmıştır.”(25) “Cumhuriyet dönemi Batılı anlamda tiyatroya devlet tarafından sürekli bir biçimde sahip çıkılan süreci getirir. Mustafa Kemal Atatürk, öteki sanatlar gibi çağdaş tiyatroyu da Türk toplumuna çağdaş bir yaşam biçimini benimsetmek için desteklemişti. / Atatürk, Türk toplumunun Batı ile Doğu arasında yaşadığı ikilemi tüm boyutlarıyla irdeleme ve bu ikilemi ortadan kaldırma çabasındaydı” “Atatürk, …hem oyun yazarlarını hem de sahne sanatçılarını destekleyen bir önder olarak, tiyatronun ve tiyatroculuğun ülkemizde saygın bir konuma gelmesini sağlayan ilk devlet adamıdır.” (18, 21) Sonrasında günümüze dek gelen kısa tiyatro tarihimiz havasında satır başlarıyla da olsa karşılaştırmalı bir özetçe geliyor denebilir önümü29 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1128
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle