25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

maz, lioğlu. Ë Mehmet ÖZÇATALOĞLU (Eğitimci) ocukluk dönemimde ıskalayıp da okumamış olduğum kitaplara yöneldim şimdilerde. Meğer ne çok şey kaçırmışım. O zamanlar da çok güzel kitaplar okumuşumdur eminim fakat benimle beraber bugünlere gelemediler. Kemalettin Tuğcu kitapları ayrı bir yerde tabii. Bu yüzden okuyamadıklarımın üzüntüsü içimde daha fazla yer kaplıyor. O günlere dair üzüntülerin bugünlere ait sevinçlere yer bırakmasının nedeni olan U ilk kitap Erich Kastner’in “Uçan Sınıf”ı. Uçan Sınıf’ın kahramanları yatılı bir okulun çocukları. Yılbaşına az bir zaman kala çocuklar “Uçan Sınıf” adında bir oyun hazırlamak için kolları sıvıyorlar. Ne var ki çalışmalar, başka bir okulun öğrencilerinin hem oyunda rol alan bir çocuğu hem de alıştırma kitaplarını com SİHİRLİ KONUK Ç ‘Çocuklar! Bu kitaplar ıskalanmaz’ kaçırmaları sebebiyle yarım kalıyor. Zaman zaman “Pal Sokağı Çocukları”nı anımsattı bana bu kitap. Nemecek ve arkadaşları yoktu ama Martin vardı, Uli vardı, Johnny vardı. Zaman zaman da unutamadığım filmlerden biri olan “KORO”yu anımsattı. Yatılı bir okul hikâyesi olan Koro’da idealist bir eğitimcinin haylazlar takımından oluşturmaya çalıştığı okul korosunun oluşum sürecini izlemiştim. Bu filmi anımsamama neden olan da sanırım kitaptaki iyilik dolu yüreğiyle Doktor Bökh’tü. “Uçan Sınıf” ince bir hüzün ve bolca mizahla ortaya konulmuş bir başyapıt. Söz edeceğim ikinci kitap ise “Charlie’nin Çikolata Fabrikası” Charlie, annesi, babası, iki ninesi ve iki dedesiyle küçücük bir barakada yarı aç yarı tok yaşayan bir çocuk. Yoksul, dolayısıyla da zayıf ve çelimsiz bir çocuk. Her çocuk gibi çikolatayı çok seviyor fakat alacak parası yok. Biriktirilen parayla yılda bir kez (o da doğum gününde) çikolata giriyor evlerine. İşte ne olduysa, o büyük kentteki çikolata fabrikasının sahibi Bay Wonka’nın kendisine bir vâris seçmek için yarışma düzenlemesiyle oldu. Bu arada çikolata fabrikası dedim diye sıradan bir fabrika gelmesin kimsenin aklına. Düşlerde bile görülemeyecek bir fabrikadır burası. Müthiş bir hayal gücü, müthiş bir kurgu alıp çekiyor okuyucuyu içerisine. Tüm bunların yanında Celal Üster’in çevirisinin de hakkını verelim. Yoksulluk, dram, macera, hüzün… Hepsi bu kitapta var. Hatta Umpa Lumpalar sayesinde fantastik bir özellik de kazanıyor kitap. Charlie’nin Çikolata Fabrikası sürükleyici, heyecan veren bir öykü. Foli, Linı, kikalarıysi kolay ar için Dedehaf şeya reçocuke Tülin racılıeşinin umsatıtabın büyükyor: ütün i, bütün bütün 9) Bu yim. seçen eri aspişirse rek yaptığııyor. da yen. Lili’nin yet ruz. Veli da hayyvan *Uçan Sınıf, Erich Kastner, Çev. Şebnem Sunar, Res. Walter Trier, Can Çocuk Yayınları, 23. Basım Mart 2010. *Charlie’nin Çikolata Fabrikası, Roald Dahl, Çeviren: Celal Üster, Resimleyen: Quentin Blake, Can Çocuk Yayınları, 28. Basım Ağustos 2010. Gençler için yanı başımızdaki hayatlar ve öyküler Öyle ya, tüm öyküler eğlenceli, neşeli ve mutlu olmuyor. Olmamalı da… biz de okumalıyız bu yaşamöykülerini. Okumalı ve üzerinde düşünmeliyiz. Düşünmeliyiz ki “Çocuklar öldürülmesin/Şeker de yiyebilsinler.” Ë Çiğdem GÜNDEŞ Çizgili Pijamalı Çocuk, John Boyne, Tudem Yayınları, 2007, +10, 205 s. Savaşlarda en çok çocuklar ölüyor ve analar… Ne ki, savaşlara inat, düşmanlıklara ve acılara yeni çocuklar doğuyor, yeni umutlarla. Kitaplar da her çocukla yenileniyor. Kırmızı Başlıklı Kız her çocuk için en azından bir kez yeni bir masal oluyor. Sinderella, her çocuk için yeniden düşürüyor camdan ayakkabısını. Kitaplar eskimiyor… çocuklar yenilendikçe edebiyat da yenileniyor. Çizgili Pijamalı Çocuk da eskimeyecek, şimdiden klasikler arasına girmeyi başarmış bir kitap. Sekiz yaşındadır Bruno, çocukluğunun en güzel yılları ne yazık ki ikinci dünya savaşına denk gelir, milyonlarca akranı gibi. Babasının görevi nedeniyle yeni bir “ev”e taşınırlar. Arkadaşlarının yerini arada bir gördüğü ama hiç konuşmayan askerler ve hizmetçiler almıştır. Bitkin, yorgun, tükenmiş hizmetçiler. Askerlerse sadece babasının çalışma odasına girer çıkarlar. Ne okul ne sokak oyunları… Bruno bu yeni “ev”de yapayalnızdır. Üstelik çevresi tellerle çevrili bahçede bile özgürce gezemez; yasaktır. Ama çocuk işte, ne yapar ne eder deler yasağı; “ev”i çevreleyen çitlere yanaşır bir gün. Çitin öbür tarafında bir başka çocuk vardır. Bruno yaşlarında ama daha zayıf, çelimsiz. Üstünde çizgili bir pijama ile öylece oturmaktadır. Bruno, topunu usulca atar çocuğa. Geri gelir top. Bir daha, bir daha… Bruno ve yeni arkadaşı, Shmuel, her gün aynı saatte aynı yerde buluşurlar. Pek konuşmazlar. Bruno arada bir yemek götürür yeni arkadaşına. Arkadaşının sürekli “pijama” giymesini yadırgar. “Bize bunları verdiler,” yanıtı da pek bir şey ifade etmez Bruno için. Bir çeşit konukluk, bir çeşit oyun sanır arkadaşının anlattıklarını. Bir gün, Bruno istemeden kırar arkadaşını. Aslında çok da masum değildir ya… Çocuk işte. İyi ki de çocuktur Bruno. Shmuel’i üzdüğünü anlayabilir miydi yoksa. Kendini affettirmeye onca çabalar mıydı, yetişkin olsaydı? Bruno, her gün çitin önüne gider. Bekler Shmuel’i. Geç de olsa gelir arkadaşı; her zamankinden daha solgun, daha bitkindir. Yüzünde de morluklar vardır, “Babasını kaybettiğini,” söyler. Bruno, kendini affettirmek için arkadaşına yardım etmeye niyetlidir ya, “Ben de geleyim, birlikte arayalım,” deyip geçiverir çitin öte yanına. Ama öncesinde, bir pijama bulurlar ona. Şimdi, o çizgili pijamayla Shmuel’den hiç farkı kalmamıştır artık. Ne birbirlerine karşı ne başkalarının gözünde. Çizgili pijama giymiş, dokuz yaşlarında iki çocuktur artık onlar. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1126 Bruno’yu çok ararlar. Giysilerini bulurlar sadece. Bruno mu? Büyüklerin “oyun!”unun bir parçası olmuş, hiç beklemediği bir anda sobelemiştir. Shmuel’i merak ettiniz değil mi? Ne yazık ki sizden başka hiç kimse Shmuel’i merak etmedi. Ne o gün ne daha sonra… Yazar John Boyne, kitabı arka kapağında; “Bu kitabı okumaya başladığınızda, Bruno adında dokuz yaşındaki bir çocukla bir yolculuğa çıkacaksınız (ama bu kitap dokuz yaşındakiler için değil). Ve er geç Bruno ile bir tel örgüye varacaksınız ” demiş. Tel örgüler olmasın dileğiyle iyi okumalar. Dur Dünya Çocukları Bekle, Nezihe Meriç, Çınarçocuk, +9, 1993, 109 s. Çok dikkatimi çeken bir paragrafla başlıyor “Ömer Adında Bir Çocuk” isimli öykü. Çabucak okuyup kimdir bu Ömer, ne yapar, nerde yaşar? Sorularının yanıtlarını aramaya koyuluyorum. Hem bir an önce bitirip öğrenmek istiyorum Ömer hakkında her şeyi, hem de bu güzel öykü bitmesin diye ağırdan alıyorum. Bakın haksız mıyım? “Ömer’in öyküsünü yazmak göründüğü kadar kolay bir işe değil. Herkesin olduğu gibi, elbette Ömer’in de bir yaşam serüveni var. Kimdir Ömer? Kimin çocuğudur? Nerde yaşar? Mutlu mudur, mutsuz mudur? Böyle soruların yanıtları, onu bize kabataslak anlatabilir. Oysa biz, bir öyküyü okuyunca, birini tanımak, onu anlamak, onu özümleyerek, yaşam üzerine öğrendiklerimizi çoğaltmak isteriz…” Yavaş yavaş tanıyoruz Ömer’i. Kuşlu Bayır’da yaşar Ömer. Kentin kuzeyinde, deniz kenarından geçen karayoluna en yakın olan semtte. Fakir bir bölgedir Kuşlu Bayır. Ömerlerin evi de bölgenin en küçük en uydurma evidir. Tek odalıdır. Ömer’in annesi hastadır. Babası yok Ömer’in. Daha doğrusu, var da şu aralar yanlarında değil. Ana oğulu bırakıp gitmiş. Mahallede pek sevilmezmiş; açıkgözün, dalaverecinin biri derlermiş onun için. Eve uğramaz. Ne iş yaptığı da pek belli değildir. Bir gün çeker gider. On gün kadar haber alınmaz, sonra aniden gelir. Sanki sabah işe gitmiş gibi… ;”Akşama ne yemek var?” diye sorar. Ömer’in annesi korkar, korkar da diyemez; evde yemek de yok, para da, diye. Zaten hasta kadın. Babası Ömer’e para verip bakkala gönderiyor. Ömer’i tanımaya devam ediyoruz öyküyü okudukça. Tanıdıkça da seviyoruz. Derken yaz geliyor. Ömer, bir gün çok büyük bir rastlantı eseri, çaycılığa başlıyor. Sadece çaycılık da değil, domates de satıyor Ömer. Annesi ise hâlâ hasta. Bir gün kazandığı paralarla köftelik kıyma, ekmek, bir şişe pepsi ve anası için pembe bir yemeni ile pırıl pırıl bir toka alır. Annesi o gün, birden hem de umutla doğar, hasta yatağından doğrulur. Ömer, çok geçmeden ortaokula başlar. O güne dek, onu kollayan, dar zamanlarında yanında olan semt esnafı da hep yanlarındadır. Ömer, umudunu hiçbir zaman yitirmeyen bir çocuk. Öyle ki, başkalarına da bulaşıyor umudu. Annesine en çok. İyileşti ka dın, iş buldu dostların yardımıyla. Yaşayıp gidiyor ana oğul. Birbirlerine yetiyorlar. Nezihe Meriç, “Bence yazıldığı zaman çok güzel bir öykü olabilir bu” diye bitirmiş Ömer’in öyküsünü. Nezihe Meriç, okuru düşünmeye, okudukları üzerinde düşünmeye zorlamış hep. Ama bunu yaparken ne bir öğretmen havasına bürünmüş ne bir anne gibi olmuş. Dışardan ama çocuğun gözüyle, uzaktan ama taaa yürekten anlatmış öykülerini. Çocuğu çocuğa da büyüğe de tam bir çocuk gibi anlatmış. Toplumsal duyarlılığını duyumsatan öykülerinde asla duygu sömürüsü yapmadan ama yanımızdaki yaşamların farkına varmamızı sağlayacak denli ince işlemiş. Gitme Dönmezsin, Mavisel Yener, Bilgi Yayınevi, Mart 2011, +15, 103 s “Sevdiği Giden Herkese…” diyor kitabın ithafında. Keşke gitmese sevdiklerimiz, sevgilerimizi yitirmesek. Ama yaşam böyle bir şey, yitirdiklerimizle, özlediklerimizle ve belki de gidenlerin geride bıraktıkları izle anlamlı. Gitme Dönmezsin, insanlık öyküleri anlatıyor. İnsanın en cesur ama bir o kadar da çaresiz olduğu öyküler. İlk öykü Kale Apartmanı, gazetedeki bir ölüm ilanıyla başlıyor; “Sevgili Hristallu Yanni’nin Yolu saman yoluna karıştı. Seni unutmayacağız, ışıklar içinde yat! Yanni Ailesi.” “Bu Hristallu Teyze olabilir mi?” Hep birlikte Kale Apartmanı’na gidiyoruz. Hristallu Teyze’nin titrek ışığında apartman boşluğundan yükselen sesleri dinliyoruz. Tarih? Kesin bir tarih yok, ama duyduğumuz sesler bize on iki Eylül öncesinden geliyor. Bir delikanlı bağırıyor; Açın, lütfen açın!”. Ama kapılar çoktan sıkı sıkı kitlenmiş. Perdeler çekilmiş, babalar eve sağ salim dönmüş. Ama anneler yine de endişeli; gazeteyi neden saklamadın? Ya biri görürse, ya hangi gazeteyi okuduğunu öğrense” diye. Penceren bakmak, hatta cama yaklaşmak bile yasak; Çabuk otur yerine. Pencereden neyin geleceği belli olmaz. Kurşun adres sormaz. Allah korusun!” Anlatıcı o zamanlar çocukmuş, yani o sıralarda pek bir şey ifade etmiyor bunlar onun için. Hatta Hristallu Teyze’nin “Gitti fidanlar gittiiii…” diye ağlayan titrek sesine bile anlam veremiyor. Sanıyor ki; Hristallu Teyze, apartmanın çiçeklerini fidanlarını düşünmektedir. Ama bir daha ne apartmanda sesi yankılanan o abiyi görüyor ne Hristallu Teyze’yi. Keşke her şey çocukluktaki gibi masum olsa, masallar gibi mutlu bitse yaşam. Ama olmuyor işte… Biliyoruz da olmadığını, görmüyoruz bazen, duymuyoruz. Unutuyoruz çabucak. Unutmamak için okumalı bu öyküleri ki yenileri yaşanmasın bu anlamsız acıların. Kitabın kapağında “Gençlik öyküleri” diyor, ama bakmayın, insan öyküleri aslında. İnsanlık için… İyi okumalar. 15 EYLÜL 2011 SAYFA 25 koyuyor ki kimi nin tüytavanı, leri, endini mları mayabi kitaplasini, ğına orum p, onlaiyorum. donpmalarını, çoaz daha ner.com u/ Res./ 1126
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle