Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Y ir romanın beyazperdeye aktarılmasında en önemli sorunlardan biri de, sanırım, baş kişi ya da kişileri hangi oyuncuların oynayacağıdır. Seçim yapılırken oyuncunun, baş kişinin romandan edinilen imgesine benzerliği mi temel alınmalıdır, yoksa o kişiyi ne denli başarılı canlandıracağı mı? Örneğin, Tunç Başaran, 1960’larda Orhan Kemal’in Murtaza romanını sinemaya aktarırken, Bekçi Murtaza’yı Müşfik Kenter’e hangi ölçütü temel alarak oynatmıştır? Büyük olasılıkla, Kenter’in usta oyunculuğuna güvenerek. Ali Özgentürk’ün 1986’da çektiği Bekçi’de de, Müjdat Gezen, Murtaza rolüne çarpıcı bir yorum getirmişti. Yaklaşık 20 yıl arayla çekilen bu iki filmi izleyen farklı kuşaklar, Orhan Kemal’in Murtaza’sını Kenter ya da Gezen’in imgeleriyle canlandırır kafasında. Ya da, geçenlerde yitirdiğimiz Mihalis Kakoyannis, Nikos Kazancakis’in Aleksi Zorba adlı romanının beyazperde uyarlamasında Zorba rolü için neden Anthony Quinn’i seçmişti? Kuşkusuz, Kakoyannis de, daha önce Elia Kazan’ın Viva Zapata!’sında Emiliano Zapata’nın kardeşi Eufemio Zapata’ya, Federico Fellini’nin Issız Sokaklar’ında Zampano’ya başarılı yorumlar getiren, annesi Meksikalı, babası İrlanda asıllı Quinn’in oyunculuk gücüne güveniyordu. Ama Zorba rolü için Quinn’in seçilmesinde, biraz naiv, biraz yabanıl yüz görünümü ve beden dilinin payı yok muydu? Sonra, Sergey Bondarçuk’un, yanılmıyorsam ilk Sovyet üstünyapımı olan Savaş ve Barış’ını anımsıyorum. Bondarçuk, Lev Tolstoy’un her şeyiyle büyük yapıtını nerdeyse sayfa sayfa sinemaya uyarlarken oyuncuların romandaki kişilere “benzemesine” özen göstermişti. Sözgelimi, pek çok ressamın, Nataşa Rostova karakterini nasıl betimlediğine bakılmış, tüm o betimlemelerden yararlanılarak Nataşa’yı Ludmila Savelyeva’nın oynamasına karar verilmişti. Büyük usta Luchino Visconti’nin 1967’de gerçekleştirdiği Yabancı’da ise, Mersault rolünü Marcello Mastroianni canlandırmıştı beyazperdede. Bir Arabı öldüren ama bu suçtan çok, yalnızca gerçek duygularını kayıtsızca dile getirdiği, toplumun istediği kalıba girmeye yanaşmadığı için toplum dışına itilen ve ölüm cezasına çarptırılan bir “yabancı” aracılığıyla, 20. yüzyıl insanının içine düştüğü yabancılaşmayı elen alan Albert Camus’nün Mersault karakteri, Mastroianni’yle yansımıştı perdeye. Hiç kuşku yok ki, sinema sanatının en SAYFA eryüzü Kitaplığı CELÂL ÜSTER celaluster@cumhuriyet.com.tr ‘Empatinin resmi’ mi, tecimsel müdahale mi? B Büyük usta Luchino Visconti’nin 1967’de gerçekleştirdiği Yabancı’da, Mersault rolünü Marcello Mastroianni canlandırmıştı beyazperdede (solda). Savaş ve Barış’ın Nataşa’sı Ludmila Savelyeva (sağda). güzel yapıtları arasında pek çok edebiyat uyarlaması vardır. Roman ve öykü, sinemanın oburcasına beslendiği en bereketli kaynaklar arasındadır. Ama bir roman ile beyazperdeki uyarlaması, yazıya ve okumaya dayalı bir anlatım ile görselliğe ve izlemeye dayalı bir anlatımı karşı karşıya getirir aynı zamanda. Zaman zaman, kimi uyarlamaları başarısız bulabiliriz, romanı beyazperdeye iyi yansıtamadıklarını düşünebiliriz. Yine de, “aslına sadakat” bir ölçüt olmalılıdır kanımca. Romanı roman gibi okuyup, filmi de film gibi izleyenler, her ikisinden de keyif alabilirler. GÖRSELLİĞİN MÜDAHALESİ Burada, beni asıl ilgilendiren, roman kahramanlarını sinemada canlandıran oyuncuların imgelerinin belleğimize yerleşmesi ve giderek roman kahramanının zihnimizde o oyuncuyla özdeşleşmesi. Bu konuda olumlu ya da olumsuz bir yargıya varmasak da, görselliğin yazısallığa bir “müdahale”si söz konusu değil midir? Elif Şafak’ın son romanı İskender’in kapağında, yazarın erkek görünümündeki fotoğrafının yer almasıyla ilgili tartışmaları okurken sinema ile edebiyat, daha doğrusu görsellik ile yazısallık arasındaki bu ilişki geldi aklıma. Geçenlerde Milliyet gazetesinin KültürSanat Servisi sözünü 2011 Elif Şafak ettiğim tartışmayı çok güzel yansıtmıştı. Kapağın tasarımcısı Uğurcan Ataoğlu, “Elif, kitabından bahsederken ‘Ben bu kitapta erkek oldum, ilk defa bir erkeğin ağzından yazıyorum’ demişti. Bu cümle aklımda diğer konuştuklarımızın önüne geçti” diyordu. Ataoğlu, kapağın görevinin, okuyucunun dikkatini çekmek ve onu davet etmekten öteye geçmediğini, kapağın ardındakilerin ise yazar ile okuru arasında mahrem bir yolculuk olduğunu vurguluyordu. İskender’in yazarı Elif Şafak da, kitabın kapağında okurları bir sürprizin beklediğini, bunu tam olarak anlayabilmek için romanı okumak gerektiğini belirterek, “Kapaktaki resim bence ben değilim. Ama tam olarak İskender de değil aslında. Bu daha ziyade, kalıpları kırmanın ve kendini bir başkasının yerine koyabilmenin resmi. Empatinin resmi. Yani tam da edebiyatın yapması gereken şeyin resmi…” diyordu. Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Halil Nalçaoğlu, “Romanın bu ka dar promosyonu olmaz”, “Yazar karakterinin kılığına girmez” gibi yargıların geçersiz olduğu bir çağda yaşadığımız kanısındaydı… İki edebiyat eleştirmeni, Semih Gümüş ile Ömer Türkeş ise aynı kanıda değildiler. Gümüş, “Kendisinin yeterince ünlü oluşu, kitabının zaten çok satacağı bilgisi yetmiyor ona. Daha çoğunu istiyor” diyordu. Gümüş’e göre, yazar, reklamcının istediği durumlar içinde de yer alır, kitabının kapağında popüler bir ikona da dönüşebilirdi. Ama hem edebiyat etiğini koruyup hem de popüler kültürün dişlisi olamazdınız. Türkeş de, yazılmış kitap ile bu türden kampanyalar arasına bir ayrım konulması gerektiğini, önemli olanın kitabın içindekiler olduğunu vurgularken “Bu bir ürünün satış tekniğidir. Ama son çözümde değeri zedeleyen bir şeydir. Reklam kampanyaları, kitabın popülerleşmesi motiflerinin düşünülmeye başlaması, yazarın, kitabın önüne, edebiyatın önüne geçmesine neden oluyor” diyor ve “tehlikeli olan”ın bu olduğunu belirtiyordu. İletişim ve halkla ilişkiler dünyasının önde gelen adlarından Sibel Asna ise durumu, “Önce, çok okunan bir gazeteciye hafif provokatif bir röportaj verilecek, ardından biriki televizyon kanalı, bütçe varsa billboard kampanyası veya tam sayfa reklam, ardından kitap piyasaya…” diye özetliyor ve soruyordu: “Pazarlama taktikleri her alana egemen olmadı mı? Adı en çok duyulanın peşinde değil mi bu toplum?” Asna’ya göre, sonuçta bir “eser”den mi, yoksa bir “ürün”den mi söz edildiğine, “zaman” ve toplum üzerinde bıraktığı “iz” karar verecekti… YAZARIN YAZDIĞI... Grafik sanatının ustalarından, tasarımcı Bülent Erkmen de, iyi bir okurun, yazılanı yazandan, yazarın yazdığından ayırdığını vurgularken “Yazar ister kendini saklasın, ister kendini teşhir etsin, iyi bir okur yazıyla/yazılanla baş başa kalabilir, iyiyi ve kötüyü yazarın kendisiyle değil, yazarın yazdığı ile değerlendirir” diyordu. Şimdi diyeceksiniz ki, “Peki, kardeşim, sen ne diyorsun?” Hemen belirteyim ki, ben, her romanın, yayımlandıktan sonra, (iyi okur/kötü okur ayrımı yapmadan) okurla elden geldiğince baş başa bırakılmasından yanayım. Tanıtım zorunluysa, o da romanın yazınsal niteliğini berelemeyecek yollardan yapılmalı diye düşünüyorum. Beyazperdede izlediğimiz bir uyarlamanın görselliği, zaman zaman, romanın önüne geçebilir, kahramanın zihnimizdeki imgesini etkileyebilir. Ama dediğim gibi filmden alacağımız görsel tatlar, romandan aldığımız yazınsal keyifleri, izlenimleri pek o kadar etkilemeyecektir. Kaldı ki, filmin yönetmeni, romandan yola çıkarak, bambaşka bir alanda yepyeni bir yapıt sunmuştur. Oysa reklamda, tanıtımda, hadi diyelim sunumda yepyeni bir yapıtla değil, “ürün”ün daha çok satmasına yönelik tecimsel bir “müdahale”yle karşı karşıya değil miyiz? 6 4 AĞUSTOS CUMHURİYET KİTAP SAYI 1120