23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K U itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Denemenin evrensel yolculuğu... ğur Kökden, deneme yazınımızın özellikle son çeyrek yüzyılına kalıcı damga vurmuş bir yazar. Ancak Mehmet Serdar, Kanlıca’da Akan Zaman’da ([KA] Sözcükler, K 2011) Kökden’le yaptığı dizi söyleşide, onun denemelerinde su yüzüne çıkan öykücülüğüne vurgu yaparken Kökden’in Geceye Evet ([GE] Sözcükler, 2009) G adlı “uzun öykü”sünün yayımlanışı, bu konuya yaklaşımda ayrı bir dayanak algısı olarak ortaya çıkmış oldu. Bu doğrultuda Ferit Edgü, Tahsin Yücel, Leylâ Erbil, Adnan Binyazar, Ahmet Cemal, Necati Tosuner, Selim İleri, Burhan Günel, Nedim Gürsel, Ferhan Şensoy, Murathan Mungan, Feridun Andaç vb. yazarlar, denemeleri, öyküleriyle Kökden’in yazınsal tutumunun temellendirilişinde örneklenebilir. Tek bir deneme yazısında bile dilbiçem özelliklerini savsaklamamış, yazının gereksinirliklerinin hiçbirini göz ardı etmemiş veya gözden çıkarmamış olsa da eklemeyi gerekli görüyor Kökden: “Bir denemenin düşünceye bağlı bir ürün olduğunu, salt bir üslup ürünü olmadığını söylemek isterim.” (KA, 34) Buradan, denemede kavramsallaştırmaya da gidilebilir… Ne var ki denemeyi öykünün içine doğru yol alarak dönüştürdüğünüzde, özetle genetiğiyle oynadığınızda buna öyküsel deneme mi denilmesi gerekiyor? Bu, elmadan da armuttan da başka bir tür olmayacak mı o zaman? Sözgelimi “melez demokrasi”ye “demokrasi” mi deniyor? Öykülemeye dayanmanın ötesinde basbayağı öyküleştirilen denemeyi de yepyeni bir yazınsal tür olarak başka bir adla anmak gerekmeyecek midir bu durumda? Artık ister “denemöykü” dersiniz, ister “öyküden”; ama sonuçta başka türe dönüşmüş olarak durmayacak mıdır metin? Bir denemeci, kendisine dek gelen yazınsal verim yönünde bilgi, birikim, deneyim sahibi olmadan salt bilimsel, düşünsel birikimle yol alabilir mi? Sözü Kökden’e bırakalım: “Belli bir imgenin ardında, onun tutsağı olarak hareket etmiyorum. Beni o an ya da o anı,bu zamanın harekete geçirdiği çağrışımlar ve onların çizdiği resim nereye götürürse ben oraya gidiyorum. Bu sürüklenişte kendimi özgür bırakıyorum; şu kalıp içinde kalayım demiyorum.” “Zaten denemede bir kesinlik yoktur, deneme kesinliği de amaçlamaz. Bilimsel bir makale değil ki, öyle… olsun. Bir resim çiziyoruz, onun ışığı var; ama, gölgeleri de var. Lekeleri var, tam anlaşılamayan, kesinlik taşımayan. Deneme böyle bir yazın türü…” “Ancak denemenin de, bir düşünce çekirdeğine oturması gerektiği kanısını taşıyorum ben denemeci olarak.” (KA, 99, 100, 110) Şimdi yarım yüzyıl geriye giderek Uğur Kökden’in Geceye Evet başlıklı uzun öyküsüne dönüp iki yazınsal türün yani öyküyle denemenin yazınsal açıdan ayırıcı yanları üzerinde daha somut düşünceler üretmeye girişelim… KÖKDEN’İN “GECEYE EVET”TEKİ ÖYKÜCÜLÜĞÜ... Geceye Evet’i okurken Kökden’in, henüz söz konusu deneme kitaplarını yayımlamadan çok önceleri sözcük yerleştirirken düşünsel değil estetik kaygıyı öne aldığı, anlatısını biçimsel, biçemsel açıdan yerine oturttuğu, bunu ilkönce öykü olarak yapılandırma çabası güttüğü açık biçimde görülebiliyor. Eğer söz konusu dosya, dönemi içinde kitap halinde yayımlanabilseydi, belki “Uğur Kökden” imzasını biz, bir öykü yazarı olarak tanıyacaktık ilk ağızda. Ama Kanlıca’da Akan Zaman’da yazar, bu konuda çok yoğun çaba göstermekle birlikte geçmişte dosyasını yayımlayamadığını söylüyor Mehmet Serdar’a. (197 vd.) Ancak Kökden, bu süre içinde hem öykünün dilsel, biçemsel bağlarından kendini sıyırıp denemenin engin sularına açılıyor, hem de denemeciliğimizde kendine özgü yer edinmeyi başarıp büyük atak yapıyor… Nasıl mı? Denemenin temelindeki dilmantık örüntüsünü koruyup bir tür olarak denemede öykülemeye olduğu denli kurguya, fanteziye de yer açarak… Nitekim Kökden, on yıllar önce 1960’larda Sezer Duru’nun, kendisine, “Yazılarında çok fazla haykırıyorsun niye?” diye sorduğunu, “Onun yarısı kadar bağırsan, ben seni yine anlayacağım” dediğini belirtiyor. (KA, 204) Bunun, yazarın dağarına bir dipnot olarak yerleşmemesi olası mı? Yine Asım Bezirci’nin söylediği, Kökden’e “anlamlı ve dikkat çekici” gelen şu söz de onda derin anlam uğultusuna yol açmıştır kuşkusuz: “Düşünceye kendinizi feda etmek niçin? Türkçenin kıvamını, tadını ona vererek yazmak varken?”(KA,199) Gönül rahatlığıyla söyleyebilmek olanaklı geliyor bana: Kökden, 1964’te kaleme aldığı ilk dosyası Geceye Evet başlıklı öyküsünden ilk kitabı olarak yayımlanan denemeler toplamı Tiksinti Çağı’na (de, 1985; YKY, 1995) dek geçen yaklaşık yirmi yılda herhalde kendini yazar olarak yeniden fırına verme gereği duyarken bu olanağı da sonuna dek kullanmış oldu. Gerçekten Kökden’in Geceye Evet’teki öykü yazarlığından Tiksinti Çağı’ndaki deneme yazarlığına geçiş yaptığını, böylece birbirinden apayrı iki yazınsal türde de başarılı birer yazar konumuna ulaştığı söylenebilir. Geceye Evet’te, öykünün tüm gereklerinin yerine getirildiği, sergilenen biçemsel olgunluk bir yana öyküde hedeflenen doygunluğa ulaşıldığı görülüyor. Uzak denizleri gözünü kısarak seyredip bunu imgelerle yeniden kurmaya girişmiş bir öykücü izlenimi bırakıyor yazar bu öyküde. Oluşturduğu görsellikle, renklerle biçimlerden dokuduğu imgelerle yol alıyor öyküsünde yazar. Söz konusu uzun öyküde, Don’dan Volga’ya uzanan gemi yolculuğunda bir avuç turist grubuyla Sovyet gençlerini odaklarken devrimin on yıllar sonraki ardılları sayılacak Nogin’le sevgilisi tiyatro oyuncusu Maya’nın bakışı açısından olup bitenleri yeniden kurmaya girişiyor bir bakıma. Bu çerçevede yazar, enikonu sorgulayıcı bir metinden içeri buyur ediyor bizi, ama öykünün gereklerini savsaklamıyor. Tersine biz, kendi yaşantı deneyimlerimiz, düşünsel birikimlerimizle öyküde oluşturulmaya çalışılan evreni kurmaya girişiyoruz. Örneğin Nogin’in, yabancı yolcuyla konuşurken söylediği, “Buraya gelen her yabancı, büyülü bir anahtar ve açmak niyetiyle kilit altındaki kırkıncı odayı arıyor” sözü (GE,26), bir başka yabancının Maya’nın arkadaşı Lidya’ya “naylon çoraplarından bir çiftini vermeyi önermesi” (28) okuru bu anlamda tetiklemeye yetiyor. Nogin ile Maya’nın aşkları, Sovyet toplumu gürlüğün –dolayısıyla demokrasinin sınırlarını genişletmesi sayılabilir. Düzyazı denilen kuşku madeninden yapılmış bir yüzü sırlı o ayna, yüzeyine çarpan çehreleri, yakaladığı sözcükleri ve ağına düşmüş belirli ‘zaman’ parçasının egemen düşüncesini sürekli okuyucusuna geri yansıtır.” “…Denemenin vazgeçilmez boyutu çağdaşlık.” (KD, 29, 22) İşte Uğur Kökden, ilk deneme yapıtı Tiksinti Çağı’yla birlikte yeni, farklı bir yazar olarak çıkarken karşımıza buna dönük kendi temelini berkittiğini de kavrıyoruz onun. Bu kez öykücü değil bir denemeci artık karşımızdaki… Nitekim bunun ardından yayımladığı üç deneme kitabı da ağır bir travmaya karşı insanlığa dönük düşüncenin uçbeyi halinde kaleme alınmış birer “öndeyiş” sanki: Umut İçin Senfoni (YKY, 1989), Anı Kentler (YKY, 1992), Bin Dokuz Yüz’e Veda (YKY, 1996). “TİKSİNTİ ÇAĞI”NDAN TİKSİNTİ ÇAĞLARINA... Tiksinti Çağı’nda öykünün kapsanık dilmantık örüntüsü dışında başka bir dilmantık örüntüsüyle karşılaşıyoruz; bu, denemenin sorgulayan dilmantık örgüsü artık. Sözgelimi Kökden, anılarıyla tarihe, geçmişe tutunurken, bunları bugüne çekerek, önümüze taşımayı amaçlıyor daha çok. Bu arada bir avuçluk zamana yerleştirip, kaç yüzyıl, kaç binyıl olursa olsun bir neşterlemeyle bu geçmişin bilincine varmamız için çabalıyor. Kökden’in zamana değgin ürettiği bu düşüncenin felsefi bir temel arayışına işaret ettiği de öngörülebilir. Bu çerçevede o, gelip gidip zaman kavramı üzerinde dururken hem olgusal hem de tarihsel planda yaklaşıyor sorunsala. Onun, demokrasi savaşımında 12 Eylül karanlığının tanıklığını ele veren, eşik görüntüsündeki Uzun Gecenin Tutsakları (YKY, 2001), bir dönemin ıraksallıktan arındırılıp değerlendirilerek, yakınsak hale getirilmesi olarak alınmalı. O halde Kökden’in aslında yapmaya çalıştığı “belleğe emanet edilmiş yitik bir zaman”ı (9) su yüzüne çıkarmak yalnızca. Ama bu arada “terör(ün), kurbanlar eliyle kurumlaş(tığı)” gerçeğini bir an olsun akıldan çıkarmamak gerekiyor. (Kuğular, Kanallar, Salkımsöğütler, YKY, 2002, 65) Faşizmin, baskının korkanlar, yılanlar, sessizlikleriyle buna destek veren sessiz yığınlar eliyle resmiyet kazanıp kurumlaşması gibi. Üretilen “düşmanlık kültürü” de (141 vd.) buna eklemlenebilir. Bunu şöyle özetlemek de olası: “Ebu Gureyb’te işkenceye uğrayan da biziz, işkence eden de biziz, bir bakıma. Biz, yani 20. yüzyılın ürünü olan insan!” (KA, 48) Gelin Melih Cevdet Anday’ın Akan Zaman Duran Zaman’da (Adam, 1984), yarınsızlık öznesi sayabileceğimiz insanımızın tuhaf hastalığına yaptığı vurguyu ekleyelim buna: “…Ölümsüzlüğe çokça düşkünlüğüm yoktur. Türk olduğum için belki de. Göçebelikten gelmiş, dünyanın ‘faniliği’ düşüncesi içinde yaşamış bir toplumun bireyinde, ölümsüzlük kaygısını aramak bir bakıma boşunadır.” (7) Fani olduğunu düşünen birinin yarına, geleceğe dönük savaşım içine girmesi olası mı peki? İşte Kökden, denemelerinde köşelerden uzak tutumla, geçmişe yönelip aynalarla yüz yüze gelme olanağı sunarken, yönlendirici emeçlerle de geleceğe tutunma umudu aşılıyor insana… Bir düşünce pınarından fışkırıp yazınsal sebile dönüşmüş böylesi bir denemenin evrensel yoluna, öncülüğüne her zamankinden daha çok gereksinimimiz var bugün… 2011 SAYFA 21 içinde birey olarak sürdürdükleri sancılı yaşamaya da göndermeler içeriyor elbette. Örneğin Lidya’nın şu sözleri bunu ele veriyor: “Devrimden beklediğimin hepsini, gerçekte, ‘bugün’den bekliyorum. Yarın adına yapılacak, benim yakamdan hiçbir özveri yok!” (34) Nogin, Maya ile kendini “kaçan, kaypak ve ömürsüz mutluluk” içinde algılarken bu gözler önüne seriliyor. DENEME, “TİKSİNTİ ÇAĞI”NA KARŞI... Doğrudan hiçbir söylemle karşılaşmıyoruz Geceye Evet’te. Kuşkucu Batılı bakışının, 60’lardaki Sovyet gençleri üzerinden yansıtımı, buna yönelik tartışma, ilginç açılımla, ayrıntıyla okur önüne geliyor. Gerçi kimi tartışmalar, Sokratik metin havasında yoğun düşünceye dayalı akışa kaydığında, öykü de yüksekliğini yitirmiyor değil, ama kitabın uzun öykü olarak kendisinden bekleneni karşıladığı görülüyor yine de… Başlığın hemen altına eklenen “uzun öykü” notuna bakarak Geceye Evet için söylenebilecekler kısaca böyle özetlenebilir. Kısa öykü olarak bu biçimde kurulabilir miydi peki “Geceye Evet”? Öykü, roman, şiir, tiyatro, sinema, resim, müzik hep kendine özgü dillerle koymuyor mu varlığını? Öyle ya, sinemayı, tiyatro gibi yapılandırabilir misiniz? Sinemacılar, bunun olmazlığını demeyelim, ama güçlüğünü her deneyişlerinde yeniden yaşamıyor mu? Elbet birbirinden esinler, geçici eşikler alacaktır, ama birbirinin yerine geçirilebilir mi bu türler? Deneme için de geçerli bu… Öyküleme olur, ama öykü olmaz deneme… Buna karşın Kökden, Kaz Dağı Çobanları ([KD] Dünya, 2005) başlıklı seçkisindeki “Önsöz”ünde, “yazmak bir yolculuk! Sınırlar, ülkeler, kısıtlamalar ötesi bir yolculuk!” derken şunu ekliyor sözüne: “ Denemenin elindeki biricik silah, ‘gerçekler’!” (18, 17) Güneş Damlıyor’da düşüncesi daha açık: “Elbette insanın öyküsü olacak deneme. Hiç tartışmasız! Yenilgisi, küçük adımları, duraksaması, kararsızlığı, yanlışları ve umudu.” “Bir bakıma deneme –genelde düzyazı uzun ve sarp bir dağ yolunun üstünde uğrak verilen, şairlerin dinlenip soluklandığı bir dağ evi sanki.” (KD’den, 25, 27) Bir başka vurgu daha: “Düzyazının çağımıza en önemli katkısı, öz4 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1120 AĞUSTOS
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle