Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Selahattin Çıplak ilk romanı Gökkuşağı Kırıntısı Binlerce Kelebek’te açtığı yola Cambaztepe’yle devam ediyor. Üslubunun ana hatlarını kurduğu sade cümleler, benimsediği yalın anlatım ve dikkat çekici benzetmeler oluşturuyor. Ë Kadir PİROĞLU elahattin Çıplak, ilk kitabı Gökkuşağı Kırıntısı Binlerce Kelebek’te Çıplak bir terör eleştirisi yapıyordu. Ama bunu yaparken sürekli olarak tekrarlanan ve artık kanıksanmış öğelere değinmeden daha çok duygu ve hislerin altını çiziyordu. Ayrıca kitabında sivil inisiyatifin, örgütlenmelerin korunması ve toplum hayatındaki rolünün daha ön plana çekilerek ülkemizdeki terör sorununun daha kolay bir şekilde çözüme kavuşacağı iddiasını romanın kurgusunun içine başarılı bir şekilde eklemişti. Yeni kitabı Cambaztepe’de ise bambaşka bir konuya eğiliyor. Cambaztepe dört ana bölümden oluşuyor. “Çocukluk”, “Gençlik”, “Ölüm” ve “Yetişkinlik.” Hikâyemizin kahramanı uzun süredir gitmediği, belki de gidemediği Cambaztepe’ye ilişkin anılarını, o dönemin Selahattin Çıplak’ın ikinci romanı Cambaztepe içinde bulunduğu sosyal şartları ve toplumun genel yapısının çerçevesini çizerek anlatıyor. Cambaztepe, çocukluğunu ve ilk gençliğinin yaz aylarını geçirdiği, uzun yıllardır görmediği arkadaşlarının ve bir dönem deli gibi sevdiğin kızın, İrem’in yaşadığı yerdir. Maddi olarak sıkıntıda olduğu için oradaki yazlığı satmaya karar verir. Babası “Bu senin için yapabileceğim son şey!” der Cambaztepe’deki yazlık üzerindeki tasarrufu oğluna verirken. Artık otuzlu yaşların ortalarındadır, yeni bir hayata başlayacaktır. Bu yeni hayat için Cambaztepe’yle olan anılarını da rafa kaldırması gerekir. Yıllardır Cambaztepe’ye gitmemek için büyük çaba sarf etmiştir. Belki yazlığı satmak zorunda olmasa gene gitmeyecektir. Ama sitenin bekçisi arayıp yazlığa talip çıktığını söyleyince, bekçi yazlıkla ilgilenen kişilerin ciddi olduğunu altını çize çize belirtmiştir, mecburen yola düşer. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarında ona eşlik eden dostlarını özlemiştir, belki onların hepsi orada değildir ama anılarında hâlâ o güzel günlerin hayaliyle vakit geçirir. Çekirge Alihan, Karagöz Bora, Tombik Hakan, İskelet Yusuf, Parlement Ozan, Vosvos Hüseyin ve tabii ki İrem. Ayrıca Cambaztepe’nin etrafındaki o mekânlar, siyah kumsal, kayalıklar, killi sahil, Dede Cay Bahçesi, Karaca Disco ve diğerleri. Hepsi burnunda tüter. Bir yandan gitmek isterken bir yandan da gitmekten çekinir. Hayatımızın her döneminde hatalar yaparız. Kahramanımız da biraz yaptığı hatalarla yüzleşmekten çekindiği için biraz o günlerin hasreti daha fazla artmasın diye gitmek istemez. Hem onun hem de arkadaşlarının yaşadığı değişimi ve gelişimi yazar birinci ağızdan duygusu çok yüksek bir şekilde aktarır. Selahattin Çıplak’ın kullandığı dil sade, kurduğu cümleler son derece akıcı. Kitabın içindeki krokiler olayların nerelerde geçtiğini anlamaya son derece yardımcı oluyor. Kitabın beni en çok etkileyen kısmı Alihan’ın yani namı diğer Neron Alihan’ın Cambaaztepe’ye vardığı zamanki düşünceleri ve kendisiyle hesaplaşmasından oluşan, aynı zamanda kitabın son bölümü de olan “Yetişkinlik.” Yazar sanki bütün bir romanı sadece bu bölümü yazmak için kaleme almış. Önceki bölümlerin hepsi girişmiş de bu bölüm hem gelişme hem de sonuçmuş izlenimi uyandırıyor. Hayat kavgasının, maddi sıkıntıların, etnik kimlikleri, dini görüşlerin, bulunulan sosyal tabakanın hiçbir zaman önemli olmadığı o çocuk zamanlarından yıllar geçtikten sonra acaba kim neler yapmaktadır? Yıllar sonra karşılaşılan arkadaşlar hâlâ aynı yerde midir?Kıskanmak, imrenmek, gıpta etmek, acımak, üzülmek, sevinmek, şaşırmak gibi temel hislerin hepsi aynı anda beynimize hücum ederse ne yapmamız gerekir? Peki, Alihan ne yapacaktır? 1980’lerin o müthiş yazlığından 2000’lerin keşmekeşine geçerken herkes değişmiştir. Peki, Alihan ne kadar değişir? S Cambaztepe/ Selahattin Çıplak/ Alan Yay./ 328 s. dan” duygusuyla da. “Kimseyle bir derdim yoktur” der bu şairimiz. “Katillerin, sömürücülerin, faşistlerin dışında herkesin mutlu olmasını dilerim” derdini taşır. Tekel işçilerinin onurlu direnişiyle kardeştir. Karabük’te, Zonguldak’ta değil sadece; emeğin kalbine kim ki kalbini adamış, o “merhaba”yla akrabadır. Şiirin ve insanlığın kalbi bir ağaç gibi tıkır tıkır çalışıyorsa eğer; Gülderen Canyurt, dünyanın nabzını tutmak istedi. Karçelik’te çalışan işçilerimize bir bakın. Karabük’e gidin. Bir kere olsun gidin. Ateşte yanan demir mi, emek mi, kalp mi görün! Ben orada bizzat gördüm. Utandım insan olmaktan. Gurur duydum bir yandan da emeğin komşusu olmaktan. Savaşlara, izinsiz kader çizenlere, yoksulluk ve töreye başkaldırandır şair! O şiirlerini küllenmedik bir Anka tadıyla yazıyor: “Uzun raylarda/ makinistsiz tren/ durmayacak istasyonda/ içindeki kim/ hüznü valizinde saklı.” Kimsenin birbirine dikkatle ve rikkatle bakmadığı bu yeryüzü kafesinde düşlerimize dağılsak, bir an çocuk kalbimizle iyileştirsek solmuş, sararmış, yaralı ruhlarımızı ve şu “rüzgârla dans eden kavak ağaçlarını” bir daha, bir güzel seyretsek doya doya. Bu şair bize annelerden miras kalmıştır. Tanrı’ya konuşur zaman zaman: “Zaman durur oltanın ucunda, söner balığın gözü.” Gülderen Canyurt’tan bahsediyorum. Gül’dür o ve şiirin aynı zamanda bir “ruh sanatı” olduğunu da iyi bilenlerdendir. “Atılan her mermide sen kanıyordun/ sen ağlıyordun dövülen her çocukta” diyebilecek kadar, bahçe yüzlü, şair bir annenin kederi ve bir orman serçesinin umut sesidir. Suya Düşen Sözcük/ Gülderen Canyurt/ Tay Dergisi Yayınları/ 94 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1102 Gülderen Canyurt’tan şiirler Suya Düşen Sözcük Gülderen Canyurt, Suya Düşen Sözcük‘teki dizelerinde emekten aşka değin pek çok konuya eğiliyor. Öte yandan Canyurt’un mısraları, birbirinin yüzüne bakmayı unutan insanlara cesaret vermeye çabalıyor. Ë Engin TURGUT “Şimdiyse cesaret yaşamayı istemek demektir.” Roland Barthes ülderen Canyurt’un Suya Düşen Sözcük adlı şiir kitabını okuyorum. Biz mi suya düşüyoruz yoksa denizin haylaz çocukları martılar bize şiir mi getiriyor denizden, bunu bilemiyoruz ama şairimiz belli ki kendisini güneşin o asil ve lirik nefesiyle eğitmiş. Sanki kadife bir sesle türkü söyler gibi renkli kelimelerle yazıyor şiiri. “Sanki pencereden kar geliyor.” Sanki içinde biriktirdiği hüznünü şiire dönüştürüp, kalbimize bir sevgi olarak geri veriyor. Bu şairimiz Karabük’te emeğe, sevgiye ve şiire âşık yaşıyor ve oradan yeryüzüne salıyor aydınlığın ve özgürlüğün uçurtmasını. Devrimci, lirik bir şair anne o. SAYFA 18 31 MART G Sanki Gülten Akın soyundan gelmiş ve incelikler ülkesine iltica etmiş gibi yazıyor. Yeryüzündeki bütün tabular yıkılsın istiyor. Paylaşmayı seviyor ve uzaklara bakarak şiirin içinde bir demir gibi erimek istiyor adeta! Masmavi bir şair o! Yüzümüzü denizle yıkamak istiyor. Bu dünyada üşüyen ne kadar çocuk varsa, hepsini ısıtmak için, bir iyilik meleği gibi kollarını iki yana sevgiyle açıyor. İçindeki iskeleye yanaşıyor kuş yüzlü gemiler. Karabük Küba’yı, Karabük Nikaragua’yı, Guatemala’yı, Karabük emeğin başkenti Zonguldak’ı özlüyor. Karabük emeğin geçtiği her ülkede mola almak istiyor. Karabük’ün penceresi sisli değil, orada işçi dostlarımızın lojmanları var ve evlerinden nicedir Bedri Rahmi sevinci, Nâzım Hikmet umudu ve sevgisi hayata dağılır. Hiç unutmam, beni, şair ve yazar dostlarımızı Karabük’te ağırlarken ilk işi bizleri Kardemir Çelik Fabrikası’na götürmek olmuştu. İşçilerimizin nasıl bir özveriyle çalıştıklarını ve emeğin ne olduğunu bizzat onun sayesinde de gördüm, gördük ve insanlığımızla bir kez daha onur duyduk. Fabrikada dostluk vardı, işçilerimizin sorunları, dertleri vardı ve emeğin kalbindeki umut ve kirlenmemiş bir şiir ısrarla sema ediyordu. Gülderen Canyurt, iyi şair Anna Ahmatova’yı da bilir, sever ve Aynur olmuş, ezilen kalplerin kaderini de. Ama bütün kalplere Alman şairi Heine gibi aşkla yaklaşmak ister. “Yerçe kimi oldu ölüm” derken bile, toplumsallıkla birey arasındaki o ince çizgiyi, duruşu, tavrı korumak ister. Başkalarına göre eskise de, bana göre her çağda kendisini yenileyecek olan bir “taş plak” sesiyle karşılar hayatı. Şairimiz, alın teri kokan emeğin ve işçilerimizin alnını şiirle silen soylu bir şair annedir. Dağlarca’nın özellikle dediği gibi: “Şair derdinden de içeridir” derinliğinde bir bakış edinmiştir. Anneler gökyüzü olmalı, onların ve insan olanın toprak kokan ellerinden öpmeliyiz. Belki o zaman bütün yeryüzü şairlerini kucaklamış gibi oluruz. Neruda, İtalya’da sürgündeyken, Gülderen Canyurt, “biz hiçbir yere gidemeyecektik kendimizden başka” dizesine sürgün yaşıyor, yazıyor, durmadan yanıyordu. Özgürlüğün kalbine güllerin, karanfillerin ve pas tutmayan bir ışığın nefesini üflemek kolay şey midir sanıyorsunuz? Yetim bırakılmış, yarım kalmış hayatların acı suyundan içmek müthiş sancılıdır, bunu biliyor muydunuz? “Uzanıp öptüm kendi yanağım 2011 Gülderen Canyurt