25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Mehmet Atilla’yla ‘İskandil’ üzerine ‘Hem kurmaca hem de tarihsel bir roman bu’ Mehmet Atilla’yı kazandığı önemli bir ödülün ardına eklediği hikâyeleri ve gençlik kitaplarıyla tanıyoruz. Şimdi de bir romanla karşımızda: İskandil. Bu üç sözcük, savaşın isli karanlığını, ihanetin kanlı öyküsünü, tutkulu bir aşkın dile yansımasını özetliyor. Olayların perde arkasında ise Halikarnas Balıkçısı’nın unutulmaz rehberliğiyle İkinci Dünya Savaşı’nın Bodrum kıyılarına vuran dalgalarını görüyorsunuz. Atilla’yla romanı üzerine söyleştik. Ë Bahri KARADUMAN irçok yazar, yeteneğine güvenip yalnız düş gücüyle masa başına geçiyor. Sıradan, birbirini yineleyen yapıtlar genellikle böyle oluşuyor. Sizde durum farklı. İskandil, İkinci Dünya Savaşı gölgesindeki 1940’ların romanı. Belli ki pek çok kaynak kitap, belge incelenmiş. Kapsamlı bir araştırmayla romanın altyapısı oluşmuş. Bu çalışmaları, masabaşı öncesi hazırlıklarınızı anlatır mısınız? Doğrusu ben yalnızca düş gücüyle de iyi roman yazılabileceğini düşünenlerdenim. Ancak sanırım sorun şurada: Nesnel gerçekliklerden alabildiğine uzak, hatta saçma bir evreni yazınsal düzleme taşımak isteyen yazarın da bir derdi, bir sorunsalı olmalı. Ortaya konan yapıtta böyle bir çekirdek yoksa, “metnin hazzı” yerine özel hazlar öne çıkarılmışsa, ister istemez kişisel bir boşalım aracıyla karşı karşıya kalınır. Okuru yok sayan ya da önemsiz gören çabalardır bunlar. Haklısınız, bu açıdan bakıldığında İskandil böyle bir roman değil. Bir ayağı kurmaca düzleminde olsa da bir ayağı tarihsel gerçeklerden kuvvet alıyor. İşin içine tarih girdiği zaman da ister istemez kendinizi bir araştırmanın, sorgulamanın, yeniden öğrenmenin içinde buluyorsunuz. Bende de öyle oldu. Romanın arka planı İkinci Dünya Savaşı’nın esintileriyle bezeli olduğu için, öncelikle o dönemi iyice anlamaya çalıştım. Hepimiz biliyoruz ki Türkiye bu berbat savaşta doğrudan yer almadı, ancak hiç etkilenmedik de değil. Ülkenin siyasal ve ekonomik çıkmazları bir yana, Batı Anadolu kıyılarına kadar sokulan çarpışmaların serpintileri, o bölgede yaşayan insanların yüzlerini ve gönüllerini yaladı geçti. İşte İskandil’in özü burası. Bodrum’un hemen karşısındaki İstanköy, Kalimnos ve Leros adalarının Almanlar ve İngilizler arasında paylaşılamaması sırasında yaşanan hava ve deniz savaşlarından neredeyse kimsenin haberi olmadığını fark ettim bir gün. Oysaki o dönemde batan gemiler şu anda denizin dibinde. Yaşı yetmişin üzerinde olan Bodrumluların büyük çoğu bu saldırılara tanık. Ancak kim kime saldırdı, hangi tarafın gemisi battı, uçaklar kimindi, bu bilgiler bizim coğrafyamızda hiç bilinmiyor. Bunları araştırdım önce, o çarpışmaların izini sürdüm. Çoğu da yabancı kaynaklardan. Romanı tasarlama ve yazma sürecim bundan 56 yıl öncesine ait olduğu için SAYFA 8 3 ŞUBAT 2011 B o dönemde bilgiye ulaşmak bugüne kıyasla çok daha zordu. Bu nedenle epey zaman harcadım. Kitaplar, belgeler, internet araştırmaları, tanıklıklar, söyleşiler… Yorucu ama zevkliydi. “BİR OLGUYA YA KARŞI ÇIKIYORUZ YA DA AŞIRI YÜCELTİYORUZ” Bir de “eğitmenler” deneyimi var. Romanınızın o konuda da yol açıcı bir özelliği olduğu söylenebilir bence. Sizin düşüncelerinizi öğrenmek isterim. Çok ilginç bir toplumuz biz. Herhangi bir olgunun ya tümüyle karşısında oluyoruz ya da onu gereğinden fazla yüceltiyoruz. Anlamaya çalışsak belki bu denli uç noktalara savrulmayacağız. Bir zamanların “eğitmen” denilen meslek grubuna da böyle bir ayrışmanın pencerelerinden bakıyoruz. Benim için çok değerli insanlar onlar. Bilgi ve görgü düzeylerini bugünle kıyaslamak en azından haksızlık, önemli olan 1940’lı yıllarda ıssız köylere aydınlanmanın fenerini götürmüş olmaları. Bu uygulamayı tümüyle reddetmek ya da küçümsemek yerine, o öncü çabalara en azından saygı gösterilmesini istiyorum. Bunun için de önce bilinmeleri, tanınmaları gerekiyor. Bu yüzden İskandil’in ana karakterlerinden biri de “eğitmen.” Özellikle genç okurların bu ülkedeki eski özverilerden habersiz olması beni üzüyor. Onlara “Kimmiş bu eğitmenler?” sorusunu sordurabilmek bile benim için yeterli. Tuhaftır, saray entrikalarını yazanları yüceltiyoruz da Türkiye’nin kuruluş dönemindeki aydınlanma çabalarını “Tek Parti” yaftası altına sokup karalamayı bir hüner sayıyoruz. O dönemi tümüyle aklamak gibi bir çabam yok, ancak oradan da roman çıkabileceğini göstermek istediğimi söylemeliyim. Romanın adı “İskandil”; anlamları da çağrışımları da güçlü üç sözcükten oluşuyor. Bilinçli seçilmiş. Neden “İskandil”? Bunun nedeni, romanın adı, içeriğiyle uyum içinde olsun istemem. Çok kişi beni eleştirdi, daha kolay algılanabilir, daha tecimsel bir ad bulmadım diye. Ama yapamadım. Romandaki olaylar zinciri içinde bir yangın var, adam öldürme var ve bütün bunların üstünü örtmeye çalışan suskun bir dil var. Yangının “is”i, cinayetin “kan”ı ve suskunluğun “dil”i bir araya gelince “İskandil” oluştu. Kaldı ki romanda aynı zamanda denizin dibindeki bir araştırma da önemli yer kaplıyor. Bu da “iskandil” demek zaten. İlk anda kendini ele vermiyor ama olsun, bu da bir emek. Romanın içeriğine gelelim. Savaş korkusu yaşayan Ege insanı. Adalardan Anadolu’ya kaçıp kurtulan göçmenler. Onların iskân sorunları. Umarsızlık, açlık, kıtlık. Olanla yetinme. Yardımlaşma. Köy Enstitüsünde yetişmiş, büyük ideallerle öğretmenliğe başlamış bir genç. Bu ortamda okur, eğitmenin köy ve köylü için neler yapacağını düşünürken çok farklı bir gelişme ve çok çarpıcı bir son. Bu kurguyu biraz açmanızı istesem neler söylersiniz? Sorunuzdaki özetleme son derece yetkin bence. Ben de çıkış noktamı özetleyeyim isterseniz: Bodrum’un burnunun dibinde yaşanan İkinci Dünya Savaşı çarpışmalarının yarattığı acımasızlıktan bir ilişkiler ağı oluşturdum. Arka plandaki savaş, Bodrum’un o dönemdeki nesnel koşulları gerçeklerle örtüşüyor ama romanın ana kurgusu tümüyle kurmaca. Bunları harmanlarken de o yıllarda Bodrum’da yaşayan Halikarnas Balıkçısı’nın sesinden yararlandım. Balıkçı o gür sesiyle olayları hem savursun, hem de birleştirsin istedim. Kısacası romanın her yerinde Bodrum’a olan vefa borcumun izlerini görmek olası. Tıpkı Balıkçı’nın yaptığı gibi. “BİR YAZAR ÖNCE DİL OKYANUSUNDA YÜZMEYİ ÖĞRENMELİ” İskandil’de çok özel bir dil var. Örneğin, deniz terimleri, balıkçı söyleyişleri, Bodrum yöresinin folklorik öğeleri tez konusu olacak denli çok zengin. Bodrum doğumlu olmanız benim için yeterli bir neden değil. Dilde bu denli yetkinlik özel bir merak da gerektirir diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz? Yazar olduğunu öne süren birinin öncelikle dil okyanusunda yüzmeyi öğrenmesi gerekir. İlk koşul budur. Nasıl yüzeceğiniz, hangi biçemi ve yöntemi kullanacağınız bunun ardından gelir. Ben kendi payıma, çevremi saran bu sonsuz düzlemi çok önemsiyorum. Orada benden başka insanlar olduğunu da biliyorum; okurlar, yazarlar, eleştirmenler… Hatta bir adım ötesi de var; okuyacak, yazacak ve eleştirecek olanlar, gelecek kuşaklar yani. Bu bilgi beni sorumlu davranmaya itiyor. Türkçe büyük bir dil. Yazınsallığa da son derece elverişli. Bir yazarın görevi, kullandığı dile yeni anlatım olanakları katmak, sözcükleri sevindirmek ve cümleleri mayalamaktır. Bunu yaparken de okurda pişmanlık duygusu uyandırmamaya çalışıyorum. Hep söylediğim bir şey var: Yazdıklarımı okuyanlar içeriği, konuyu, kurguyu beğenmeseler bile “Emek harcamış” demekten kendilerini alamasın. Bu emeğin de tarlası dildir işte. Üstelik de yemyeşil. Bodrum’a özgü ögelere gelince, biliyorsunuz bu roman, Bodrum ve köylerinde geçen eski ve yeni olayları birbirine bağlıyor, onları anlatıyor. Her yerleşim birimi gibi Bodrum’un da özel bir söz varlığı var. Ben aslında bunların çok azını kullandım, konu ancak bu kadarına izin verdi çünkü. Çoğunluğun gözünde Bodrum turistik bir ilçe gibi görünebilir ama bu toprakların en az 3 bin yıllık bir sosyolojik geçmişi var, bu da inanılmaz bir kültürel zenginliği içinde barındırıyor. Ben bu zenginliğin izlerini sürenlerdenim, doğup büyüdüğüm topraklarda kullanılmış ne kadar sözcük varsa onları arayıp bulmaya da gönüllüyüm. ÖNCE ULUSAL DİL... Tertemiz, duru bir Türkçeyle yazıyorsunuz. Nurullah Ataç’tan Hidayet Karakuş’a değin uzanan “Bir yazar önce ulusal diliyle vardır” anlayışı tüm yapıtlarınıza egemen. Dil bilinciniz arı Türkçeden yana. İskandil, gerek dilin kullanımı gerek anlatım açısından üst düzeyde bir roman. Anlayışınız dili zenginleştirme adına bol bol yabancı kökenli sözcük kullanan yazarlara bir karşı duruş mu? Bu konuda ölçütüm şudur; bir sözcüğün Türkçesi varsa onu kullanmaya özen gösteririm. Konuşma dilinin hızı ve karşınızdaki kişinin algılama düzeyine bağlı olarak gündelik yaşamda bu ölçütten uzaklaştığım anlar oluyor. Ama hiç olmazsa yazınsal metinlerde Türkçeye olabildiğince önem verdiğimi söyleyebilirim. Olabildiğince diyorum, çünkü hiçbir dil arı, katışıksız ve bir başına değil. Toplumların dilleri tarihleriyle de ilişkili olduğu için böyle bu. Bizim de binlerce yıldan beri farklı uluslarla, ırklarla ve dillerle alışverişimiz olmuş. Deyim yerindeyse kız alıp kız vermişiz. Dolayısıyla da kimi sözcükler dilimize perçinlenmiş artık. Onları söküp atmaya kimsenin gücü yetmez. Kaldı ki bir de metnin kendi kuralları var. Yazdığınız roman ya da öykü kendine özgü bir dil de dayatır. Siz yalnızca aktarmayı önceleyip işin çağrışımsal boyutunu göz ardı ederseniz o zaman yazdığınıza ihanet etmiş olursunuz. Bakın burada bile “ihanet” sözcüğünün yerine geçecek başka bir sözcük bulamadım. Neyse, sözü uzatmayayım; derdimi Türkçe anlatmaktan yanayım, Osmanlıcaya ya da Batı dillerine “ne kadar uzak olursam o kadar iyi.” İskandil/ Mehmet Atilla/ Şenocak Yayınları/ 298 s. Mehmet Atilla’nın kitabında çok özel bir dil var. Deniz terimleri, balıkçı söyleyişleri, Bodrum’un folklorik öğeleri tez konusu olacak denli zengin. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1094
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle