28 Nisan 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K ohumu çatlatıp ilk sürgünle başını uzatmak… Sonra şaşmaz bir kararlılıkla filiz verip bunu usul usul ilerletmek, derken güneşe uzanarak bu bahçenin has fidanı olduğunu kanıtlamak… Kolay değil, hiç kolay değil! Bir de özgün olmak, kendine özgü çiçekler döküp meyveler vermek var… Bunca güçlüğü başardıktan sonra ne kalır artık geriye?… Birer ilk kitap olarak yapıtların bunları başarmış olmasını ummak gerçekçi bir beklenti sayılamaz elbette. Olsa olsa bir dilek tutulabilir bu konuda, o kadar… Bir yazar adayının hedefinin yine de bunu tutturmak biçiminde belirmesi gerektiği gerçeği göz ardı edilmemeli ama… Bu hedefi tutturamasa bile, hiç değilse ilk kitabını yayımlamaktan ötürü ileride pişmanlık yaşamayacağı güvenini kendi iç sesi olarak duyabilmeli bir yazar. Bunun kaygısını, sancısını yaşamamalı hiçbir zaman… Bu nedenle ille kitap yayımlayıvermiş olmak arsızlığı ya da şıpsevdiliği göstermemeli bir genç yazar, ama uygun toprakla buluştuğu sanısına vardığı her ortamda tohumunu çatlatmaktan da geri durmamalı derim sorulursa bana… Yeter ki sonraki yılların birinde söz konusu kitabı yayımlamış olmak yazarın kendisinde herhangi pişmanlığa yol açmasın!.. Bu hafta “Kitaplar Adası”nda masama aldığım ilk öykü kitaplarının yazarları için böyle bir tehlike yok kanımca. Nil Esra Başaran’ın Rüya Gören Kız (Yitik Ülke, 2010), Tekgül Arı’nın Bedenim Tetikte (Postiga, 2010), Buket Akkaya’nın Su ve Hayat (İlya, 2009), Kerem Işık’ın Aslında Cennet de Yok (YKY, 2010) adlı ilk öykü kitapları için böyle bir yargıyı kesinleyebilmek olası görünüyor bana. Gerçekten de kaç yıl geçerse geçsin üzerinden, andığım yazarlar, bu ilk kitaplarını her zaman sevgiyle sarmalayabilir kanımca. ÖYKÜYÜ BÜYÜTMEK Mİ ÖYKÜYÜ BÜYÜLEMEK Mİ? Nil Esra Başaran’ın Rüya Gören Kız’ında birikimli bir yazardan yansıyabilecek ölçüde öyküye sinmiş doygun, ergin, yerli yerine oturmuş havayla karşılaşıyor insan ilk okumaların hemen ardından. Evet, sıkı bir genç öykücüyle karşı karşıya olduğumuz kesin! Çünkü öykü dili, öyküleme üzerine, bu yönde kimi öteki sorunlar, konular karşısında bunları ustalıkla yönettiğine tanıklık yapıyoruz her satırında yazarın. Anlatımı, öykü gereçlerini kullanma biçimi, imgeleme dayanakları, genç yazarın öykücülüğü kesinlikle bırakmaması gerektiğini gösteSAYFA 20 itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Herhangi öykü, anlatıcının içsel konuşma örgülerinden de oluşabilir kuşkusuz. Ne var ki bunun sonuçta öykü olması beklenir yine de. Oysa yazar, öykülemekten çok sofistik temelde Sokratik söyleşimlerle örüntülüyor anlatısını… Akkaya, okuru öyküye çekmek, bunu anlamlandırmasını sağlamak yerine bir koltuğa oturtarak uzaktan veya dıştan bir aktarıcılık yapıyor. Bu çerçevede dikkat çekici kimi konuları, buna koşut farklı aktarım yolu, yeni anlatım biçemi bulup bulamadığına bakmaksızın bir çırpıda anlatmayı yeğliyor… Bu nedenle biçemsel bir kendine özgülükle karşılaşmıyoruz öykülerde. Anlatılan öne çıkıyor hep… Saydam öyküler de denebilir kitaptaki örnekler için. Yazar, ortalığa döküverme anlayışıyla kuruyor çünkü öykülerini. Gizleyip eksilterek, imleyip özleyerek, yoğunlaştırıp yeğinleştirerek değil. Böyle olunca, birilerinin ayaküzeri bir çırpıda anlatıverdiği öyküleme çıkıyor diyebiliriz karşımıza… O zaman kırılganlıkla örülü inceliklere, duyarlıklara yer açılamıyor öykülerde. Örneğin “Kadife Çanta”da “manevi çocuk” olduğunu öğrenen Özlem’in düş yıkımını, bir müsamere iğretiliğinde, gerçektenlik duygusunun kurulamadığı bir verim olarak okuyoruz, o kadar. Sözgelimi bu öyküde annenin acımasız kıyıcılığına karşın babanın müşfik sevecenliğinin yerini bulduğu, öykü kişisi Özlem’in duyarlığının öykü evreni içine gereği gibi yerleştirildiği öne sürülebilir mi? Oysa gereksinirlikleri bir biçimde yerine getirilmeye çalışılmış bir örnek bu. Neden böyle? Çünkü yazar herhangi sorunu, konuyu, olayı aktarmayı önceleyen tutum sergiliyor sürekli de ondan. Ne ki bu, öyküye yük oluyor. Öyküyü ağırlaştırıp hantallaştırıyor; anlatı da öykünün uçuculuğundan git gide uzaklaşıyor… Yine de yazarlık yolunda bu ilk öykü kitabıyla bizi selamlayan Buket Akkaya’ya, kitabın arka kapağında, Dinçer Sezgin’in seslenişine katılarak “hoş geldin arkadaş” demek gereği duyuyorum ben de kendi payıma… Yalnız Akkaya’ya değil Tekgül Arı’ya da… ÖYKÜYÜ YİNELEMEK NE, ÖYKÜYÜ YENİLEMEK NE? Yalnız öykünün değil öteki yazınsal türlerin de yinelene yinelene yenileneceği ortada elbette. Sonra bu yinelemeyle yenilenme sürecinde arada sıçramalı bir devrime yol açılacağı… Ama sizin elinizde, öykünün bu sonsuzca akan yolunda alçakgönüllü tutumla ilerlemekten başka bir seçenek mi var ki öykünün yalvaçlığına soyunabilesiniz, bu olası mı? Yol işçisisiniz yalnızca, o kadar. Yazarlar biliyor zaten bunu, bu nedenle yol açıcı gibi görmeye yeltenmiyor hiçbir zaman kendini… Gerçekten gencinden erişkinine özellikle öykü yazarları bilincinde bunun. Ama bu yolda ilerlerken attıkları adım güvenli mi, değil mi, sorun bu yanılmıyorsam… Nasıl adım atılmalı öykü simyacılarının altın ortalarda sürekli bizi sınadığı bu yolda? Bilineni pekiştirmeli, evet, ama bilinmeyeni sonsuzca aramaktan, bulmaya çalışmaktan da yılmamalı bilimci sabrıyla, özverisiyle… Bunun için sürekli kapı açık tutulmalı, evet, ama kör alışkanlıklara karşı sıkı sıkı kapatmayı da unutmamalı kapıyı. Yinelemekten korkmamalı hiçbir zaman, evet, ama bu yinelemelerin bizi yenilenmeye uçurması için usun çarpıştırılmasından da uzak durulmamalı hiçbir zaman… Bohçanız büyükse içindekinin de büyük olacağı anlamına gelmez bu… Doldurmak için ıvır zıvır ararsınız sonra kendinize, oysa taka tuka odası değil öykü. Minicik çıkın içine de gizleyebilirsiniz büyüyü, daha bir parladığını görerek öykünün… Öykü muska değil, evet, ama siz ondan bir muska yaratabilirsiniz yine de, hem kendiniz hem başkaları için… Yeni filizleriyle ilk öykü kitapları... T riyor. Nitekim yaşamöyküsüne göz atıldığında, 1977 doğumlu yazarın “on sekiz yıldır öykü çalışmalarını sürdür(düğü)” öğreniliyor. Örneğin bir öyküsünde, “Saat altıydı. Apartmandaki yaşlılar ya uyuyor ya da ölüyorlardı” (16) diyor, bir başkasında “Yeşil sabun kokan bir akşamüzerini yaşıyorum” (21) diyor Başaran. Yalnız bu tümceler bile yazarın öyküde ne denli yol aldığını göstermeye yetiyor kanımca. Yapıt, öte yandan ilgi çekici çatısı, mimari yapısıyla da dikkat çekici boyut sergiliyor denebilir. O halde genç yazarı, yapıt kurgulayıcı, öykülerini birbirleriyle bütünselleyici yönüyle de kutlamak gerekiyor demek ki… Gerçekten Başaran, öyküyü bir küçük birim halinde büyütmeden, ama bu arada o minicik öykü hücresine büyü içirerek önemli bir iş yapıyor. O halde işte size sevgiyle karşılanıp kucaklanması gereken bir ilk kitap: Rüya Gören Kız. Kerem Işık, Aslında Cennet de Yok başlıklı ilk öyküler toplamında anlatısını usulca ören bir yazar izlenimi bırakıyor denebilir. Yazarın, imgesel açıdan bir artalan derinliği yaratmayı başardığı bu öykülerde, kurulan evrenin, ağır ilerleyen, ama kahramanlarını yoğun devindiren bir özle yapılandırdığı görülebiliyor ilk ağızda. Nitekim anlık yaşantıları ya da an odağında süregiden ilişkileri, öznenin ya da anlatıcının bakışıyla öyküye yerleştiren verimler bunlar. İzlenim aktarıcısı, anlatının katmanlarına da bu izlenimler aracılığıyla sızıyor. Genç yazar, kişilerini, başkalarının anlamlandırmasıyla öykü evrenine yerleştirerek yapılandırıyor. Savurgan bir Egeliliğin, diyelim imbat esintisiyle, hışırtılı denizle okşadığı öyküler bunlar. Bir yanıyla yeni, farklı bir İzmir öykücüsü, öte yanıyla Mehmet Günsür, Ahmet Büke öyküleriyle yoğrulu bir yazar olarak selamlamak da olası onu. Kendini biçemsel anlamda koyan, kendi gerçekliği odağında kurulan öykülerinde dikkat çekici bir ses yaratmaya çabaladığı da seziliyor genç yazarın. Tümden değilse bile önemli ölçüde bunu başarıyor. Varoluş sorunlarına, bireysel bunalıma, can sıkıntısına, boşluk, amaçsızlık duygularına can acıtıcı dokunuşlarla değiyor öykülerinde genç yazar. Derbederliğin, dağınıklığın, özgür olmakla başıbozuk kalmak arasında yaşayan bireyin varoluş sorunsalına bütün bütüne yoğunlaşmamakla birlikte bununla flört ettiği de gözleniyor öykülerinde… Bu çerçevede mutlulukmutsuzluk, varlıkyokluk ilişkileri üzerine imgesel bağlamda çeşitlemelerle karşılaşılıyor. Öykü kişilerinin “derin bir sessizliğin gölgesinde geç(en) yaşantı”larının (28, 29) Sait Faik’i hiç mi hiç anıştırmadığı da düşünülmemeli… Yüzeyde olan biteni, ilişkileri öne alıyor, bu na değgin konuşma örgülerine yer açıyor görünse de artalanı son derece sıkı, imgesel açılımı alabildiğine geniş, çağrışım gücü oldukça zengin öyküler bunlar. Bütün bu yanlarıyla üzerinde kesinlikle durulması gereken bir genç yazar izlenimi bırakıyor insanda Kerem Işık. ÖYKÜDE KADIN SÖYLEMİ Mİ, KADIN DUYARLIĞI MI? Tekgül Arı sarsıcı, bir açıdan arkaik denebilecek farklı bir gerçekliği anlatmada sergilediği hünerli yaklaşımıyla şaşırtıcı etki yaratıyor Bedenim Tetikte ile. Bir kır dilinin egemen esrikliği hoşnutluk duygusu yayarak kuşatıyor insanı. Dillendirilmiş dağlar da eklenebilir öyküler arasına. Bu bağlamda “Ihlamur Ağacı” ne denli içli! Dıştan anlatımla, ama içtenlikli kılınmış, duyarlı, sağlam dayanaklı bu dilin insanı saran bir gücü olduğu görülebiliyor. Kır koşullarının ağırlığını koyduğu bu arkaik yaşama biçiminin öykülenişinde buna özgü bir dil örgülemesi getirilmesinde doğrusu ya Tekgül Arı, son derece inandırıcı. Bu olgu, öykülerdeki gerçektenlik duygusunun yoğunlaşıp yükselmesine, öykülerin alımlanışında etkin rol oynamasına yol açıyor. Gücü, süregiden acımasız hayatın bütününe karşı yazarın yumuşacık tutmayı başardığı kaleminden geliyor denebilir öyküler için… “Gerdek” bu konuda çarpıcı bir örnek. Vandallık, saldırganlıkla örülü erkekliğin, uluortalıkla, gizemle sarılı dişiliğin; bir yanıyla kaba, hoyrat, acımasız, öte yanıyla örtük, kösnül, çekici cinselliğin anlatısı da önümüzü kesiyor öykülerde. Bütün öykülerin gerekirlikleri eksiksiz yerine getirilmiş örnekler olduğu düşünülmemeli yine de. Çünkü kimi öykülerde yalınlık, içtenlik yükseklik gösterirken kimilerinde yükseklik yitiriyor. Hatta anlatımcı, söylemci bir yanla dikine inişler bile sergileyebiliyor. “Hiç Kimseler Yok”, “Yüz Gram Sevgi” vb. böylesi örnekler. Tekgül Arı, zaman zaman kara anlatıyla alaysama arasında bocalamış, ama öyküsünü bunlara dayanarak yapılandıramadığı için öylece ortada kalıvermiş görünüyor arada bir. O zaman öyküler, kadınca duyarlıkları bir yana itip kadınca söylemlere doğru açılıyor ucun ucun… Buket Akkaya’nın ilk öykü kitabı Su ve Hayat’a adını veren öyküsü ustalıklı bir biçim getirmekle birlikte biçemce bunun içini gereğince doldurabiliyor değil! Kırk dokuz yaş eşiğine varmış bir kadının, bu yaşından geriye dönerek altı farklı yaş eşiğinde kendini sorguladığı bütünlüklü bir uzun öykü de denebilir bunun için. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1092
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle