27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Corrado Alvaro Türkçede Türkiye’ye Yolculuk I İ talyan yazar Corrado Alvaro ilk kez Türkçeye “Türkiye’ye Yolculuk” adlı yapıtıyla çevrildi. Alvaro bu kitabında 1930’lu yılların Türkiyesi’nden izlenimler aktarıyor. Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk yıllarıdır. Devrimler Türkiyesi’dir. Alvaro bir gazeteciyazar olarak yerinde saptamalarla Türkiye gerçeğini anlatmakta, özellikle dil devrimi ve kılık kıyafet devrimi üzerinde durmaktadır. Ancak bu devrimlerin gerisindeki ve bu devrimlere yol açan laik Türkiye beklentisinin tartışmaya yer bırakmayacak haklılığını dile getirmekten geri kalmamaktadır. Yazar, duyarlılığını, özellikle Türkiye’de yeniliğe açılan kapılar ardındaki düşünce yapısını anlamaya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun külleri üstüne kurulmaya çalışılan yeni bir Türk devletinin ne denli sağlam temeller üzerine kurulmak istendiğine yönlendirmektedir. Atatürk’ün kimi yabancı örneklere baktığını ancak kafasındaki devrimlerin her şeyden önce geldiğinin bilincinde olan bir lider olarak insanlarını çağdaşlaşmaya, uygarlaşmaya götürecek yolları aramak sevdasında olduğunu göstermektedir. Alvaro ayrıca Anadolu’nun geçmişine de yürümekte. Osmanlı,Yunan, Roma’daki Anadolu’yu anlatmaktadır. Yer yer ince eleştirilerini esirgemeyen yazar, eski dünyanın başyapıtlarının çok boyutlu bir vurdumduymazlık içinde yok edilmeye bırakıldıklarının öyküsünü anlatmaktadır. İlginç olan; Türk insanının bu yapıtları yok etmeye kalkmadığını ancak sahiplenmediğini, Türklerin söylendiği gibi yıkıcıyakıcı olmadığını ancak bir boş vermişlik içinde olduğunu söylerken, dahası, yaşam felsefesinin özünde Avrupalı gibi yaşama ve yaşam nimetlerine yönelik herhangi bir ihtiras kırıntısına rastlanmadığını belgelemeye çalıştığı görülür. Alvaro ayrıca kimi örneklerle, uygarlıklar arasında temel benzerliklerin olduğunu anıştırır, örneğin, Etrüsklerin ana yurdunun sanki Anadolu olduğuna ilişkin kimi kanıtlar yakaladığının ipuçlarını verir. Alvaro Türkiye’de çok yer dolaşır.Yalnız İstanbul’la kalmaz. Ankara, Antalya, Bursa, Konya gibi kentlerde eskil dünyanın ve Osmanlı’nın izlerini yakalamaya çalışırken ülkenin bu görkemli uygarlıklardan sonra nasıl da geri bıraktırılmış olduğunun nedenlerini araştırır ve çarpıcı örnekler sunar. Kimi yerde iyimser, kimi yerde ‘artık bu kadarı da fazla’ dercesine çağdaş dünyada olmaması gereken olaylara parmak basarken Türk halkının henüz o yıllarda teknolojiye ayak uyduramadığını ve ürünlerini hiç olmayacak biçimde gelişigüzel kullandığını göstermeye çalışır. Alvaro günümüzde ülkemize yeniden dönmüş olsaydı acaba ne düşünür ve ne yazardı? Ë Prof. Dr. Necdet ADABAĞ orrado Alvaro (18951956) 1930’lu yılların bir yazarıdır. Bu döneme değişik adlar takılmıştır.(1) Ama adı ne olursa olsun bu dönemi simgeleyen ürünleri ışığa kavuşturan yazarların temel amacı demokratik ve gerçekçi bir roman türünü benimsemek; toplum gerçeğini en çarpıcı çelişkileriyle sergilemekti. Böylesine bir roman türünün doğuşunun bu yıllara denk gelmesi bir rastlantı değildi. Elbette en büyük etken İtalya’nın içinde bulunduğu toplumsal ve tarihsel gerçekti. Bu dönem yazarlarının gerçeğe, toplumsal gerçekçiliğe verdiği bu önem kimi yabancı yazarlar aracılığıyla daha da artıyordu. Nitekim Pavese ve Vittorini o yıllarda Hemingway, Faulkner, Saroyan, DosPassos, Steinbeck gibi yazarları çeviriyor, onlara ilişkin eleştiri ve incelemeler yazıyorlardı. Ve gene bu roman türünün, en etkin temsilcilerini Güney İtalya yazarları arasında bulmuş olması da bir rastlantı değildir. Tarihsel sürecin zorlaması sonucu doğan gerçeği göğüslemek gereksinimi savaş sonrasında bile öncü sayılacak romanların üretilmesine neden olmuştur. Moravia’nın Aylaklar’ı, Bernari’nin Üç İşçi’si, Vittorini’nin Sicilya Konuşmaları ve Alvaro’nun Aspromonte Halkı adlı yapıtları bu dönemin belli başlı yapıtlarıdır. Gerçeğe olan bu yaklaşım doğal olarak sanatsal kaygıları da arttırıyordu. Sanatın bağımsızlığını korumak gerekçesiyle dış gerçekten kaçan yazarlara karşın bu dönem yazarları gerçeğin üstüne üstüne giderek sanatın dokunulmazlığına duyarlılık göstermişlerdir. Bu nedenle başta Vittorini olmak üzere sanatla gerçek arasına, siyasa ile kültür arasına koydukları arayı (2) koymuşlardır (3). Başka bir deyişle, sanat gerçeği yadsıyamaz, ancak gerçekle de uyuşamaz. Sanatı, gerçeği salt belgelemek için kullanmak ve gerçeğin salt tanığı durumuna sokmak çağdaş C Corrado Alvaro sanat anlayışına ters düşeceği gibi sanatı ilkelerinden saptırmak anlamına gelir. Oysa gerçek ile sanat arasındaki ilişki yaratıcılığa dayalı şiirsel işlevi olan bir ilişkidir. Bu sanat yapıtı gerçeğe sokulmak, öz eytişimi içinde gelişimini sezinlemek ve saptamak, gerçeğin özselliğini ayıklayıp ortaya çıkarmak ve yeniliğe dönük olmak zorundadır.Ne ki bu yenilik “ideolojik” anlamda algılanmamalıdır. Yenilik bireyin bilincine yeni olan bir olgudur. Eğer bilinç varsıllaşır ve onu oluşturan anlamlar zincirine yeni bir anlam kazandırırsa, bu olgu yeni bir olgu olarak benimsenebilir. Bu nedenle yeni bir sanat anlayışı yeni bir gerçekten doğmak zorunda olmadığı gibi yeni bir gerçek üretmek zorunda da değildir. Gerçek sanat, gerçeği bütünselliğinde kucaklamayı ve bütünselliğinin ürünü olan özü dışa vurmayı başaran gerçekliğin mutlak ve sahici anlamını yakalamak demektir (4). Doğal olarak yeni bir sanat ya da yazın anlayışı yeni bir teknik gereksinimi doğurmaktadır. Yazar öyle bir teknik yaratmalı ki bu tekniğin özgünlüğü ve işleviyle öz ahlaksal ve şiirsel dünyasının anlatımında etkin olacak bir araç bulabilmelidir. Buna bağlı olarak sanat anlayışı, sanatın gerektirdiği yenilik yeni bir kavram geliştiriyordu: İçerik “canlı”, “anlatılabilir” ve biçim “ritmiklirik”. İçeriğe ve biçime getirilen bu kavram değişikliği gereğince, sözcük, beklenilenden daha çok önem kazanıyordu. Bu çözüm biçimi yazarın iç dünyasıyla dış gerçek arasında içsel bir iletişime zorluyordu bu yazarları. Işık ve gölge yanlarıyla içte var olan duyguya ve dış gerçeği bu duygunun öncülüğünde yoruma yöneltiyordu. Ancak bu sanat anlayışı yazarları kimi zaman şiirsellik uğruna gerçekdışı sayfalar üretmeye ve imge, düş dolu mit dünyasının bilinmezliğine itmiştir. Ama yazarın, özellikle güney yazarının üstlendiği sorumluluk duygusu gereği mit dünyasında yakalamak istediği gerçek güneyin sorunlu yapısını anlamaya dönüktür. Böylesine bir yaklaşımı tüm yazarlarda gözlemlemek, ayrıca bu açıdan bakıldığında güney romanına ilişkin toplumyazar ilişkisinin boyutlarını da saptamak olanaklıdır (5). Alvaro’nun yapıtlarında yakaladığımız toplumyazar ilişkisi yazarın topluma dönük kaygılarının en ufak ayrıntısıyla sergilenmesine yönelik en etkin anlatım biçimidir. Karşılıklı bu sıcak ilişki Aspromonte Halkı adlı kitabın daha ilk sayfalarında karşımıza çıkar. Alvaro “kırsal kesimin içinde bulunduğu içağrısının, güney bölgelerinin geri kalmışlığının, köy ile kent arasındaki adaletsiz ve acımasız ilişkinin gerçeği ile mit dünyası(…) ve çocukluk yıllarının anılarına, saflığına çağrışım yapan körpe dünyanın, kentte yıpranan insanın özlemini duyduğu bir huzur limanı gibi yüceltilen doğal yaşamın”(6) bağlantısını yakalamak ve bunun ışığında temel sorunun üstüne gitmek istemektedir. ASPROMONTE HALKI Bu kitap öykülerden oluşan bir yapıt olmasına karşın içeriğinde türdeş bir yapı gözden kaçmaz. Tüm öykülerin ana konusu Calabria’dır, (Güney İtalya) Calabria insanıdır. Kendi insanıdır. Yazar, kentliköylü çatışması ve bunun ardında gizli olan yabancı egemenliğine karşı be liren kin ve nefreti bu satırlarda ortaya koyarken yabancı ulusların ve kuzeylilerin çarpık kültür siyasaları ve sözde uygarlık önerileriyle yarattıkları baskı ortamında halkın özünden yitirdiğini vurgular. Ancak dağdaki çoban ulaşılamaz olduğu için erdem simgesi olarak o el değmemiş uygarlığın kalıtçısıdır. Sağlam bir ahlak yapısı, ardından yılmaz bir çalışkanlık ve özveri ile açlığa ve yoksulluğa göğüs gerecektir. Bunun ışığında güney toplumunda oluşması beklenilen insan kavramının çekirdeğini oluşturacaktır. Yaratılacak bu insan Verga’nın en basit olaylarda bile yıpranan ve karamsarlığa bürünen kişilerinden farklı olarak savaşımını sürdürecek, Vittorini’nin sözünü ettiği “insanlar ve insan olmayanlar” arasındaki çatışmada gereken işlevi üstlenecektir. Alvaro, çoban Argiro ile patron arasındaki çatışma üzerine kurduğu bu öyküde, özelde, Calabria’nın, genelde güney sorununun temel nedenlerinden birini gündeme getirir: Güneyin İtalyan Birlik’ine katılması Aspromontelilere huzur getirmemiş, beklentilerine yanıt vermemiştir: “Hazine mallarına getirilen yeni bir düzenlemeyle ortaya çıkan karışıklıklar şanslıları daha şanslı yaptı. Köy olduğu gibi kaldı; tek katlı, tabanı toprak bir odadan oluşan bu evlerde sandalye ve ocak yerine kaya parçaları kullanılıyordu. Bu evler hizmetçilerin, mutfakların, ahırların, sundurmaların sahibi bir tek soylu evin etrafında toplanmış bir yığın oluşturuyordu. Halk, kiliseye bitişik bu evin etrafında sorunlarına çözüm bulmak için dolanıyor, çırpınıyordu. Köyün bütün varsıllığı, iyiliği ve kötülüğü bu eve bağlıydı” (Aspromonte... ). Varsılla yoksulu, patronla çobanı karşı karşıya getiren ancak yetkisini her zaman güçlü için kullanan bir siyasal dizgede yoksul, yaşam kıskacında kıvranırken kurtuluşunu gene iletişim kurabildiği o tek güçlü insandan beklemektedir. Çobanların yaşamlarını sürdürebilmeleri patronun varsıllaşmasına yapacakları katkıya bağlıdır. Gerçekte, düşman güçlerin salt bireyci düşünmeye zorladığı böyle bir toplumda bireyleri suçlamamakla birlikte, aralarında kuracakları bir dayanışmanın belirli sorunları çözümleyeceği kanısındadır. Güneyin toplumsal kavgasında yoksul halkın dayanışma içinde olması haklarını savunabilmelerinde çıkış yolu hazırlayacak, biri yerine tümünün esenliğe kavuşmasını sağlayacaktır. Güneyin geri kalmışlığında temel nedenlerden biri de, ona göre, güneyli insanın bu tavrında gizlidir. Çoban Argiro’nun oğlu Antonello mahallenin çocuklarıyla yırtık ve pasaklı giysiler içinde çember çevirirken henüz bu renksiz ve tekdüze fakat masum ve saf yıllarının tadına varamadan kardeşinin okumasına yardımcı olabilmek için dağlara çobanlık yapmaya gönderilir. Toprağının çarpıcı ve ürkütücü gerçeği ile karşı karşıya kalır ve onu göğüslemek zorunluluğunu duyar. Küçük yaşına karşın büyük insanların sorumluluk duygusunu üstlenir. Acı gerçeğe karşı başkaldırır. Ve bu başkaldırı çok yüreklice fakat acımasız olur. Antonello’nun bu yaşam çizgisi içinde çevresindeki insanların işlevi öyküye renk katmaktan öteye gitmez. Dahası, romanın akışını sağlamakla yükümlü ‘çoban Argiro’ bile Antonello’nun yanında bir figürandır. Çünkü öykünün özü Antonello’nun kişiliğinde, tutumunda toplanmıştır. Bu çekişmeli yaşam çizgisi içinde Antonello’nun tanık olduğu iki olay (kendi sınıfından olanlarla; işçiişveren arasındaki çatışma) vereceği kavganın amacını belirlemede ¥ ona yardımcı olur. Ancak birinci SAYFA 18 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1092
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle