Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K rhan Veli’nin, unutulmaz “İstanbul’u Dinliyorum” şiirini bilmeyen, hadi hafif söyleyelim, duymayan kalmış mıdır? Öyle ya bir özlü söze dönüşmedi mi bu dize Türkçemizde? Ne diyordu bir yerinde Orhan Veli, şiirin: “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;/ Serin serin Kapalı Çarşı;/ Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa;/ Güvercin dolu avlular./ Çekiç sesleri geliyor doklardan./ Güzelim bahar rüzgârında, ter kokuları;/ İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.” İstanbul’u dinlemenin tam sırası galiba… Yazlarda dışarıdan gelenlerle dışarıya gidenler, İstanbul’a görece denge getiriyor belki, kimbilir… Hoş İstanbul, her mevsim gezilen, bu doğrultuda olağanüstü çekime, albeniye sahip bir kent… Yine de duyduklarıma bakarak söylersem, dışarıdan gelenler bu mevsimde İstanbul’u çok rahat dinleyebilirmiş, bilemem… Sonra Anadolu’yla Trakya’dan ya da doğuyla batıdan değil dünyanın yedi iklim dört bucağından akın akın insanın dinlemeye geldiği bir kent değil mi İstanbul? Kimileri, herhangi geziye çıkmadan önce gidecekleri coğrafyayla, oranın kültürü, değerleriyle ilgili ansiklopedik bilgilere kuşbakışı göz atar, bilinmez değil bu. Demem, buna dönük çabanın altını çizmek değil. Gidilen kenti yeniden yapılandırabilmek için dökülen emekten söz etmek istiyorum burada… Gidip gördüğünüz, gezdiğiniz kenti yeniden yapılandırıp kendi kentiniz yapabiliyor musunuz, önemli olan bu! itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA İstanbul’u dinlemek... da çeşitlendirecektir yaşamanızı” dedikten sonra ekliyor: “Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesi’nde nedense hep yer katlarına bakarak yürürsünüz ya… Bir gün deneyin, başınızı azıcık yukarı kaldırıp, birinci, ikinci katlara bakarak yürüyün. (…) Deneyin bunu… Bilmediğiniz bir başka kentte sanacaksınız kendinizi…” (48) İSTANBUL’LA YÜZLEŞMEK... Cengiz Bektaş, anlatmayı sürdürüyor: “Ölenlerini de saysanız, İstanbul’da 26002700 yıldır yaşayıp geçenler 300400 milyonu bulur./ Düşünün bütün o insanların birikimini… Siz o birikimin içinde, ortasında yaşıyorsunuz. Yaşamaktan yana sizden varsılı olabilir mi?” “Kentini yaşamak, yaşamın elbette en oylumlusu, en kültürlüsü…” “Bu kent en katıları bile yüreklerinden yakalar…” (43, 44) Bektaş’ın Ayasofya için dile getirdikleri, bir açıdan işte bu gerçekliği gözler önüne seriyor sanki: “Ayasofya Müzesi’nin kapanışına yakındı oraya varışımız…” “O ulu oylumun içinde bizden başka kimseler kalmadı.” “İrene Papas’ın ses saptama aygıtımızdaki bir ezgisini koyuverdik… Yaşamalı bu deneyimi…/ Bir başka gün, Ahmet Adnan Saygun’un ‘Yunus Emre Orotoryosu’nu dinleme mutluluğuna eriştim orada… Toplu insan sesi, koro, bambaşka algılamalara vardırıyor kişiyi…” “Ayasofya’da ya da Süleymaniye’de müzikle neler duyumsadığımızı anlatabilmek isterdim…” (47, 48) Bir yakasından Ayasofya’yı aldık, öteki yakasından da Haydarpaşa Garı’nı alalım kentin… İster denizden bakın Haydarpaşa’ya, ister bir soluk koyuverip denize, martılara dalın… İster ışıklar içinde yüzdürün vagonları, ister bin bir kandilin süslediği tekneyle deniz yolculuğuna çıkarın koca garı… Binark, Çulha, Kocabıyık üçlüsü, albüm kitapları Zaman ve Uzam İçinde Haydarpaşa Garı’nda “Haydarpaşa’da Zamana ve Uzama Görsel ve Sözlü Tanıklık Yapmak” başlığı altında bakış açılarından şöyle söz ediyor: “Haydarpaşa Garı hem yolun sonu hem de başlangıç noktasıdır. Farklı tren hatlarını kullanan yolcuların hedeflerine ulaşmasında Gar, buluşma noktasıdır. Haydarpaşa Garı, sadece demiryolu taşımacılığına olanak sağlayan iç avlu ile bu avlu zemininde ve liman alanında gerçekleşen olaylar, geçenler, gidenler ile değil, avluyu çevreleyen tarihi binası, bu yapı içersinde hizmet veren TCDD personeli ile farklı öykülere sahiptir. Bir yapının öyküsü, yapıya dokusunu veren yaşamöyküleri ile birlikte işlenmelidir.” (13) Mel Kene de neredeyse Orhan Veli’ye “nazire” gibi verimlediği Galata’dan başlıklı şiir demetinde, kendi peşine takarak İstanbul’la yüzleşmeye çağırıyor bizi. Çevirmen İpek Seyalioğlu, “Mel Kenne, şiiri İngilizce yazmış olabilir ama içinde Türkçe bir ses gizli” diyor. Gerçekten Kenne’nin tüm şiirlerinde bu Türkçe çağıltıyı yakalayabilmek olanaklı: “Şimdi seni dinliyorum İstanbul/ gözlerim kapalı ve duyuyorum/ yıkık ruhunun içimde ağrıdığını,/ öylesine derin ki bilmiyorum/ neredesin ya da neredeyim,/ yalnızca içinde bir yerlerde,/ oturuyorum bir başıma/gözlerim kapalı, dinliyorum.” “Kız Kalesi’nde Bir Hortumu Gözlerken” şiirine dalıyorsunuz: “Sahiplenilemez bir duygu, denizi gökle birleştiren,/ geçiyor zarifçe otel balkonumun önünden.// İnzivaya çekilmiş uçuk pembe taştan kuşağında/ Kız Kalesi duruyor sakin ve bir başına.// Sessizce gördüm, bir Mevlana içre/ dönen gelinim için bürünmüş eşsiz bir mucizeye.” Dizeler sürüyor şiirlerde: “Boğaziçi:/ Güzel, tıkalı/ boğazı İstanbul’un.// Bu aydınlık bahar günü,/ oturmuş yanında/ içerken çayımızı,” Bir başka şiirinden de bir tadımlık: “Demleniyor çay bahçesinde erkekler/ ve kadınlar, şortlu, siperlikli; yükseliyor/ karşılarında inatçı bir taş dolgusu oyuk,/ evvel zaman içinde unutulmuş bir sözcük,/ vakitli dillenmeyi bekleyen bir cümle gibi.” İSTANBUL’U YAŞATMAK... İster bu toprakların insanı olsun, isterse uzak diyarlardan gelip de İstanbul’un yaşamına katılsın, tanıklık yapsın herkesin görevi değil mi böylesine yoğun, görkemli kalıta sahip çıkmak, adı “İstanbul” olan bir kenti yaşatmak! Gülsüm Cengiz, Benim İstanbul’um’da şöyle diyor: “Benim babam, ayağına çarıklarını çekip sütçülük yapmak için İstanbul’a doğru yola çıktığında henüz 1415 yaşlarındaymış. Tıpkı Sütçüler’deki öteki gençler gibi. Tıpkı babası, dedesi, dedesinin dedeleri gibi… Önce çırak durmuş bir hemşerisinin yanında, sonra işi öğrenip bir mahalle almış. “Mahalle almak” demek; o mahalledeki evlere, işyerlerine süt, yoğurt satma hakkının bir başka sütçüye hava parası ödeyerek devralınması demek… Babam bazen atla, bazen de omzundaki sırığın iki ucuna asılan güğümlerle süt satmaya çıkardı. Cam kâselere mayalanan yoğurtlarsa, küçük tahta bir dolaba konur ve sırığın bir ucuna ya da atın bir yanına asılırdı./ Isparta’nın merkeze en uzak ilçelerinden olan Sütçüler adını; çoğunlukla İstanbul’a (sonraları Ankara ve İzmir’e) gidip orada gezici sütçülük yapan insanların gerçeğinden alır.”(141) Demek İstanbul’u dinlerken, tüm Anadolu’yu da dinleyebilirsiniz… Tüm kentlerini Anadolu’nun… Adil İzci, Evler Sokaklar Kitabı’nda zaten İstanbul’u anlatıyor değil. Tek bir uzam, tek bir zaman da değil bu. İzci, herkesin ayrı ayrı deneylediği düşünce, duygu çökeltileriyle buluşturup evler, sokaklar arasından geçiriyor okuru. Buna bir çocuğun duyarlı bakışlarını da ekliyor bu arada. Bu izdüşüme bir kırpımcık da olsa göz atalım mı? “Anne ölünce çocukluk dönemi belleği de az çok ölürmüş.” “…Benim en eski evim. Yokluğa karışalı ise çok uzun yıllar oldu.” “Bir gün bu evden taşınıverdik.” “Bir zaman geldi, sokak ve ben içlidışlı olduk.” “Evimizi öyle bir başına bırakıp buraya getiriverdiler bizi. Hâlâ gündüz olsaydı ve yollarda yitmeyeceğimi bilebilseydim, kimseye görünmeden kalkıp eski evimize gider; köşe bucağını hasretle kucaklar; sonra oturur konuşurdum biraz.” “Çok katlı bir yapıdan başka bir şey yok ne yazık ki yerinde. Sağı solu da öyle artık.” “Zaman, kendisinden başka kimseyi kolay kolay umursamıyor!” “Hiçbiri kurtulamamış ölümden, ne yapsak kurtarmaya gücümüz yetmediği için derin bir azap duyuyoruz biz de…” (15,37 arası) Ahh, çocukken yaşanan İstanbul’un ıstırabını kim dindirebilir? Evet, çocukken tanışıp yüzleştiğimiz İstanbul değil mi aslında yaşatmak istediğimiz?.. Tüm yazarlar, bu yazıklanmayı vurgulamıyor mu? Çocukluğunda, ancak penceresinden gözlediği sokağı kadar İstanbullu olan Kemal Özer, yukarıda alıntıladığım anlatısını şu deyişle noktalıyor: “Ben İstanbullu değil, İstanbul’um; sayıları azalan o İstanbullardan biri.” (190) Ya biz, biz kimiz? İstanbul’un neresindeyiz, bizim için İstanbul ne anlama geliyor, neyi oluyoruz onun, ne anlama geliyoruz biz İstanbul’da? ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1069 O “Kitaplar Adası”nda bu hafta İstanbul’u dinleyelim istiyorum kimi kitaplar eşliğinde… Birbirine benzemez beş kitabı aldım masama: “15 Yazar 1 Çizer”in ortak verimiyle Adnan Özyalçıner’in hazırladığı Benim İstanbul’um (Evrensel, 2010), Adil İzci’den Evler Sokaklar Kitabı (Yitik Ülke, 2010), Ahmet Ş.Çakmak’ın yazıları eşliğinde Tahsin Aydoğmuş’un fotoğraflarıyla yapılandıran Hagia Sophia/ Ayasofya (Shell, 2008), Mutlu Binark, Gani Çulha, İshak Kocabıyık üçlüsü tarafından “görsel ve sözlü tanıklık” bağlamında sunulan Zaman ve Uzam İçinde Haydarpaşa Garı (Mülkiyeliler Birliği, 2007), son olarak da Mel Kenne’den Galata’dan (Çev: İpek Seyalıoğlu, YKY, 2010) başlıklı şiirler… İSTANBUL’LA TANIŞMAK... Gelin ilk olarak Benim İstanbul’um’a göz atalım… Ferit Öngören’in çizgileriyle 15 yazar İstanbul’unu paylaşıyor bizimle… Kim bunlar? Adnan Özyalçıner, Atilla Birkiye, Cengiz Bektaş, Deniz Kavukçuoğlu, Enver Ercan, Ferit Edgü, Gülsüm Cengiz, Hilmi Yavuz, SemraHulki Aktunç, Kemal Özer, Orhan Alkaya, Sennur Sezer, Tuğrul Tanyol, Uğur Kökten, Üstün Akmen. İlkin yüzleşilmesi gerekiyor kentle. Bunun için insanın kendi bakışının ayırdında olarak tanışması, “Aa, ben bu kentte doğdum ama henüz tanışmadım, öyleyse kalkıp kentimle bir tanışayım” diye düşünmesi gerekiyor… Kemal Özer, bizi kendi yüzleşmesine çağırıyor şu satırlarla: “İstanbul’un bendeki görüntüsü bir sokakla başlıyor. Önce bir sokak, evet. Okul çağına gelene değin, yalnız pencereden seyrettiğim bir sokak” “‘Neredensin?’ diye sorulduğunda, ‘Azimkâr Sokak’tanım’ deniyordu. (…) Azimkâr Sokak, üç köşesini Aksaray, Yenikapı ve Laleli’nin oluşturduğu bir üçgenin içinde yer alıyordu…” “…İstanbul olarak anılıyordu bu kesim. Yukarısı Beyoğlu, karşısı ise Kadıköy’dü.” (285 vd.) Kemal Özer’in üç yapraklı yoncaya benzettiği kentin İstanbul denilen kesimindeki o görkemli yapı, Tahsin Aydoğmuş’un Hagia Sophia/ Ayasofya’daki siyah beyaz fotoğraflarında büyüsünü sanki daha bir ele veriyor. Leonardo da Vinci’nin ışık gölge konusundaki derslerinin uygulayımına dönüşmüş bir albüm bu. Böyle oyunca Ayasofya’nın yansıması yalnız görüntüyle dolmuyor içimize, bilincimize de akıyor usulca… Aydoğmuş hiçbir zaman ayırdına varamayacağımız kimi ayrıntılarıyla yüzleştiriyor üstelik bizi yapının… Taşı, mozaiği, emeği içselleştirircesine kendimizin kılıyoruz Ayasofya’yı… Amaç da bu değil mi zaten? Kendimizin kılmak gördüklerimizi, kendimizin kılmak İstanbul’u? Ayasofya’yı ellerimizin altında biz yükseltiyormuşuz gibi bir duyguyla geziniyoruz Tahsin Aydoğmuş’un fotoğraflarında… Geçmişten bugüne bir tarihin eşliğinde, onun için dökülen terin yol göstericiliğinde… Öncekilerin ayak izlerine, dokunuşlarına, soluyuşlarına kendimizden bir şeyler ekleyerek… Demek kentle tanışmak, sıradan çabayla olmuyor. Bunun için kente yaklaşma bilinci kazanmış olmak gerekiyor süreç içinde… Peki biz bu bilinci gösterebiliyor muyuz? Bu yönde bir bilinç gerektiğinin ayırdına varabildik mi yeterince? Benim İstanbul’um’da Cengiz Bektaş, “Yalnız duyarak değil, görmeyi bilerek bakmak SAYFA 20