Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Kemal Ateş’ten ‘Dil Hurafeleri’ Bitmez bu dilin çilesi! Ë Eray AK nsanlar genelde dil üzerine yazılmış kitapları okumaktan kaçınır. Bu, okuyucuların belki sayfaları açtığında ekine köküne ayrılmış kelime yığınlarıyla karşılaşma korkusundan, belki de ilkokul sıralarından beri dil üzerine dinlediklerinin, yaratımdan uzak soğukluğunu her an duyumsamasındandır, bilinmez. Dil üzerine yazılmış kitapların, ilgi çekecek nitelikte kaleme alınmamasını da ekleyebiliriz söylenenlerin bir köşesine. Gerçekten de, dil ve güncel sorunları üzerine yazılmış kitaplara bakıldığında, bunlar arasında nitelikli olanların sayısının bir elin parmağını geçmediği görülür. Tüm bunlar bize, okuyucuların dil üzerine yazılmış kitaplara neden pek ilgi duymadığını yüzeysel de olsa ortaya koyar. Kemal Ateş, yeni yayımlanan kitabı Dil Hurafeleri’nde, insanlar tarafından korkuyla yaklaşılan bu meselesinin güncel bir panoramasını çıkarmaya çalışıyor. Yer yer katıl(a)madığım bazı fikirlerine karşın Ateş, bu kitabıyla dil meselesinin bilinen o “soğuk” tarafını, zihinlerden silmek için çaba veriyor. Dille uğraşmanın aslında sanıldığı kadar sıkıcı olmadığını, sıradan bir okuyucunun da bu konudan zevk duyabileceğini medya, sokak ve siyaset malzemeleri arasından dikkatle seçtiği “güncel” örneklerle vurgulamaya çalışan yazar, Türkçenin bir türlü çözülememiş, “kadim” sorunlarına da çözüm önerileri getiriyor. İ TÜRKÇEDEKİ KARMAŞA Ateş, Türkçenin kronikleşmiş sorunlarının anlatımına ayırmış kitabının büyük bir kısmını. Özellikle, Türkçeyi doldurulan ve Ömer Seyfettin’in “Yeni Lisan” hareketiyle arıtmaya çabaladığı Arapça ve Farsça kelime yığınlarından sıkça yakınılıyor kitapta. Türkçenin bu Arapça ve Farsça kelimelerin yerine yenilerini üretebilecek kadar “zengin” bir dil olduğunu, konunun geçtiği hemen her satırda vurgulayan Ateş, Osmanlıcanın artık “ölü” bir geleneğin temsilciliğini yaptığını da öne sürüyor. Ateş, Arapça ve Farsça istilasından sonra birçok Türkçe sözcüğün belleklerden silindiğini, oysa bunların yerine kullanılanların da anlam bakımından aynı olguları karşıladığını söylüyor. Bu konuda çeşitli çözüm önerileri de sunuyor yazar. Kendisinin kaleme aldığı hikâyelerde ve romanlarda da kullandığı, yok olmuş sözcükleri “tarama ve derleme yoluyla” edebiyat eserlerinde kullanılarak tekrar gündeme getirme anlayışı, yazarın üzerinde durduğu “canlandırma” yöntemleri içinde en önemlileri arasında yer alıyor. Ateş’in, yazının başında belirttiğim “katıl(a)madığım” fikirlerinden ve kitapta dikkati çeken, kanımca “tutarsız” görünen en önemli nokta da işte tam burada baş veriyor. Ateş, “ölmüş” bir kültürün temsilcisi olarak gördüğü Osmanlıca yerine, “KökTürk” zamanından kalma sözcüklere yönlenmeyi uygun görüyor ve dilin böylelikle duru hale gelebileceğine inanıyor. Yani Ateş, eski Osmanlıca kelimeler yerine, daha eski; fakat öz olarak Türkçe kelimelere yönelmeyi öneriyor. Eskiyi yenileştirme çabası anlaşılabilir, desteklenebilir, desteklenmelidir ama bunu, daha eski unsurlarla sadeleştirmeyi önermek pek uygun bir fikirmiş gibi gelmiyor kulağa. Bunun yanında, Osmanlıcadan günümüze kadar gelmiş ve dile yerleşmiş, yabancıymış hissi uyandırmayan birçok sözcüğün nasıl değiştirileceğine, yerlerine Türkçe karşılıkların nasıl Türkçenin güncel ve kronikleşmiş birçok sorununun ele alındığı Dil Hurafeleri, okuyucuyu dil üzerine yazılmış kitapların “soğukluğundan” arındıracak nitelikte. Çalışmadaki bazı zıtlıklara rağmen, yerinde tespitlerle eleştirdiği pek çok kişinin, kurum ve kavramın yanında, su yüzüne çıkardığı çekişmelerle de dikkat çekiyor. Kemal Ateş’in kitaptaki yazılarında, dille ilgili konuların sosyal arka planı da ihmal edilmiyor. bulunabileceğine dair yeterli çözüm önerileri de sunulmuyor kitapta. Aralarında yüzyıllar bulunan, biri Şaman inanışlarıyla, öbürü İslam kültürüyle yoğrulmuş farklı bu iki kültürün hangisinin daha önce tarih sayfalarına karıştığı da biliniyorken, Ateş’in bu fikirleri biraz havada kalmış izlenimi veriyor. Ateş, bu konuda bir başka çözüm önerisi daha ileri sürüyor: “Lisanı avam” olarak adlandırılan ve genelde edebiyat dilinden uzak tutulan halk diline yönelmeyi gündeme getiriyor. Fakir Baykurt, Yaşar Kemal, Orhan Kemal gibi Türk edebiyatının dönüm noktalarında bulunan isimlerin bunu başarabildiğini söyleyen yazar, onların takip ettiği yolu izleyerek dili durulaştırmanın önünü açabileceğimizi vurguluyor. Ateş’in bu konuda örnek verdiği yazarlar hakkında söylenebilecek tek kelime bulunamaz, fakat kitabın ileriki sayfalarında örnek gösterdiği yazarlar arasında edebiyatımızın önemli isimlerinden Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yer alması burada bir tezatlık oluşturuyor. Bu noktada sorun, anılan ismin “Tanpınar” olmasından kaynaklanmıyor. Zaten, Tanpınar “Türkçeyi” mükemmel kullanışıyla bilinirken, sorunun o olması düşünülemez! Burada tezat, Tanpınar’ın yeni nesillere birkaç kelime öğretilemediği için kapısına büyük bir kilit vurulduğuna inandığı Osmanlıcayı savunmasından kaynaklanıyor. Ateş’in, Türkçenin duru hale getirilmesine dair kendince öne sürdüğü fikirleri, Tanpınar örneğiyle beraber kanımca sapmaya uğruyor. TDK’NİN İÇ YÜZÜ Dil Hurafeleri, yukarıda belirttiğim bazı tezatların dışında, oldukça yerinde birçok tespiti içinde barındırıyor. Ateş’in özellikle Türk Dil Kurumu (TDK) hakkında gündeme getirdiği eleştiriler dikkati çekiyor. Yazar, geçmişten bugüne uzanan bir TDK portresi çıkarıyor ve doğrusuyla yanlışıyla okuyucuya bunları açıklıyor. Ateş’in özellikle bugünkü TDK hakkında söyledikleri, dil konusunda yaşanan tartışmaların gerisinde neler yaşandığının anlaşılması noktasında çok yardımcı oluyor. Her yıl değişen dil kurallarının, kurum içindeki çekişmelerin, “dil için ve dile rağmen” verilen iktidar kavgalarının arkasında yatanları okudukça, Türkçenin bugünkü durumu pek de şaşkınlık yaratmıyor. Yazar, çok basit bir şekilde çözümlenebilecek konuların bile, kurum içi çekişmeler yüzünden, içinden çıkılmaz bir hal aldığını da iddia ediyor. “TDK kılavuzlarındaki sunuş yazıları mesleki kıskançlığın, üstünlük taslama çabalarının, önce üniversitelerde başlayıp sonra kuruma sıçrayan iktidar kavgalarının açık işaretleriyle dolu” olduğunu söylüyor Ateş. İşte bu yüzden, dilimizdeki çok kolay çözümlenebilecek birkaç yazım sorunu dahi kafaları karıştırmaya devam edip çözümsüzlüğünü sürdürüyor. Kitap, sadece kurumsal çekişmeleri konu edinmesi ve kavram karmaşalarını gündeme getirmesiyle öne çıkmıyor. Kitabı, dilin o “soğuk” olarak kabul edilen dünyasından uzaklaştıran en önemli nokta da tam olarak bu. Yazar, okuyucuyu eğlendiren kendine veya başkasına ait, “ders niteliğindeki” anılardan da bahsediyor. Sait Faik Abasıyanık’ı, üniversiteden kaçıran Uygurca, Harezmce gibi dil derslerinin hikâyelere konu olan zorluğuna değiniyor örneğin. Bu derslerin, şimdi lise müfredatına kadar indiğinden bahseden yazar, bunların yalnızca “meraklısına” öğretilmesi gerektiğini düşünüyor. Gerçekten de, üniversitelerin Türk dili ve edebiyatı bölümlerinde okuyan öğrencilerin, tek isteği bu olsa gerek, çünkü pek çok insan Sait Faik’in kaderini paylaşmak zorunda kalıyor. Bu dersler yüzünden, güç bela kazandıkları, edebiyat hevesiyle geldikleri okullarından, arkalarına bakmadan kaçmaya fırsat kollar duruma geliyorlar. Buna benzer biçimde okuyucunun yüzüne “tokat” gibi çarpan bir anıya daha yer veriyor Ateş kitapta. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, Türkçe yazıp Kürt şairi olduğunu söyleyen bir genci, “Hangi dille yazıyorsan, o dile aitsin!” diyerek ikna etmeye çalıştığını anlatıyor. Günümüzün de önemli tartışma konularından olan “dilaitlik” meselesinin çözümüne dair kanımca çok önemli bir yargı Dağlarca’nınki. Türkçe dışında başka bir dille eser verip daha sonra, kendinin bu kültüre ait olduğunu söyleyenlere de itiraz edilemeyecek bir kaynaktan cevap ayrıca. Ayrıca, geçtiğimiz dönemlerde Murathan Mungan’ın Türkçe yazdığı için “Kürt Şairleri Antolojisi”ne alınmamasıyla da aynı durum. Dağlarca’nın ortaya koyduğu bu yorumdan hareketle, bazı yazarların da bu kültürle anılmaması gerekmiyor mu? Dil Hurafeleri’ne, sadece dille ilgili sorunları anlatan bir kitap olarak bakmak doğru olmaz. Yine dille bağlantılı da olsa, giderek “yeşillenen” ders kitaplarından, “aydınların” Türkiye’ye yararlı saydığı bakış açılarına, Türkologlara açılması gereken iş sahalarına kadar pek çok sosyal konunun da üzerinde duruluyor. Kitapta ayrıca, edebiyatımıza yerel dilin ne zaman ve kimlerle girdiği hakkında, konuyu ana hatlarıyla özetleyecek nitelikte yazılar da yer alıyor. ? e.erayak@gmail.com Dil Hurafeleri/ Kemal Ateş/ İmge Kitabevi/ 148 s. SAYFA 19 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1069