03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

D oethe’nin sözü; “İnsan bildiği kadar görür” yeterince doğru mu? Kuru bilgi insana görmeyi öğretebilir mi? O bilgiyi özümsemek, yorumlamak, yaşama deneyiminde sınamak gerekmez mi? Dahası, o bilgiye duyarlık kazandırılmazsa, kuru bilgi, yeterli olur mu? Bu sorular bir yazarı biçem arayışına götürür. Kuşkusuz bir yazarın ne söylediği önemlidir. Ama nasıl söylediği daha önemlidir. Köşe yazarlığında “ahkâm kesmek” kolaydır. Ama Jacques Rigaut gibi “Et si J’affirme, J’interroge encore” (Kesin de söylesem gene sormaktayım) demesini bilmek, kendinin gerisinde durmak gerekir. Tekke eğitiminden geçip “tasavvuf ehli” olmak kolay değildir. “Ölmezden önce ölmek” kendindeki kötüyü yenmek anlamına gelir. Günümüzün köşe yazarları siyaset günlerinin etkisiyle az çile çekmemiştir. Bunu da bir gönül eğitimi saymak gerekir. Böyle bir gönül eğitiminden geçip “bilge” kişiliğini kazanan kaç yazar vardır? Kuşkusuz İlhan Selçuk böyle bir yazardır: Kişiliğiyle yazdıkları birbiriyle bütünleşen bir yazar. Bir köşe yazısına deneme tadı kazandıran, kendinin uzağında duran bir yazar. Kendini eğitirken “ölmezden önce ölmesini” bilen, nice işkencelerden geçerken kişiliğinden ödün vermeyen bir bilgeyazar. eğinmeler MUSTAFA ŞERİF ONARAN G Bu dünyadan İlhan Selçuk geçti hazırlanmış bu stratejisine mahkemeniz teslim olmamalıdır.” Belki yargılama sonunda bu kuşatma yarılacak, “içerdeki insan” özgürlüğüne kavuşacaktır. Keşke İlhan Selçuk’un bozulan sağlık dengesi kendini sabırda sınayıp düzelseydi de, sonsuz özgürlüğü ölüme sığınmakta aramasaydı. ÖDÜN VERMEYEN BİR KİŞİLİK İlhan Selçuk deneme tadındaki yazıları, bilge kişiliğiyle en çetrefil konuları yavaşça söylemesini bilen bir köşe yazarıydı. Hakan Akpınar’ın kitabından yola çıkarak köşe yazarlığının sorunları üzerinde durduğum bir yazıda şöyle bir gözlemimi belirtiyordum (Cumhuriyet KİTAP, Onların Hikâyesi, 5 Haziran 2008): “Gazetecilik mesleği; aç kalmak, dövülmek, işkence görmek, hapis yatmak gibi sıkıntıları yaşamanın yanında; işini bilenler, arkadaşlarını satanlar, kendine saygısını yitirenler için, bir başka üne ulaşma, varlıklı olma yoludur.” Çetin Altan, gazetecilikte çektiği çileler yetmiyormuş gibi, TİP milletvekili olduğu zaman bile dövülmekten kurtulamaz. TBMM’de Faruk Sükan’ın suçlamalarına karşı, “En büyük şairdi Nâzım Hikmet” diyen Çetin Altan acımasızca dövüldü. Çetin Altan “Ben Milletvekili İken” adlı kitabında bu dövülme olayını şöyle anlatır: “... O gece sırtımdaki gömlekteki tekmelerin ayak izleri kaç kez yıkandığı halde çıkmadı. Ve bir süre morarmış vücudumla, göğüs kemiklerim sızlayıp durdu. En çok da Anayasa ve Adalet Komisyonu’nun AP’li üyeleri gelip vurmuş, çiğnemiş, tekmelemişlerdir.” Ama İlhan Selçuk’un saygı duyulan kişiliğinde; işkenceden geçmesine karşın, düşüncelerinden ödün vermeyen bir “aydınlanma bilgesi” oluşu var. Elli yıla yaklaşan bir zaman dilimi içinde “Pencere”sinden insanlara, olaylara bakarken, yazarlık bilincinin, insanı değiştirmek, sömürünün olmadığı bir uygarlık düzeninde yaşatmak için bilinçlendirmek olduğuna inanarak yazdı. Her gün kendini bir sıkıdüzene sokarak, yeni bir umut için yazısını hazırlamak, kendine olan saygıyı yitirmeden, insanın kurtuluşuna uzanan yolda “Aydınlanmanın Işıklı Penceresi”ni açık tutmaktı onun işi. Bir köşe yazısı hazırlanırken hangi öğeleri kapsaması gerektiğine inanıyordu: “Bir yazının üç boyutu vardır. Bunun biri zamandır. Bir yazı, eğer zaman (geçmiş ve gelecek) içinde düşünülmezse o yazının boyutu eksik kalır. Aynı zamanda, bir yazının derinliği önemlidir; bu yazdığınız konunun en uç noktasına kadar kavranabilmelidir. Bir yazının genişliği de vardır, yaşadığımız dünyanın, yaşadığımız mekânın ufuklarını iyi tanımamız gerekir” (Aydınlanma Bilgesi İLHAN SELÇUK , Alpay Kabacalı ile Söyleşi: İlhan Selçuk Yaşamını ve Görüşlerini Anlatıyor, Gürer Yayınları, 2007). Her yazar kendince bir yorumla bakıyor İlhan Selçuk’a. Yazdıklarını okuyarak böyle bir yoruma varmaktansa, kendini anlatmasına kulak vererek onu tanımak daha gerçekçi bir yaklaşım olur. Deneme duyarlığıyla da olsa, değişik konulara bakan bir yazarın kendini yinelemesi gibi sakıncalı bir durum vardır. Ama belli bir konunun bilinmez ayrıntılarını işlemek kendini yinelemek anlamına gelmez. Bir olayın görünmez yönlerinde, insan ilişkilerindeki sonsuzlukta görmesini bilen YARGI SORUMLULUĞU Nâzım Hikmet’in yargılanmasında, Şerif Budak adında bir savcı, “Biz bu davada delil arayacak kadar saf değiliz” buyurmuştu. Nâzım’ı yıllarca “içerde” tutan bu anlayıştır. Ne zaman sonuçlanacağı belli olmayan yargılamalarda sanıkların “içerde” tutulması işkencedir. Gülten Akın işkence yapan adamın o ellerle çocuğunu nasıl okşayacağını merak ediyordu. Ama işkence yalnız elle yapılmıyor ki! Bir uzak duruş, aldırmayış bile yerine göre işkencedir. Onlar öylesine kanıksamıştır ki bu davranışı, “içerde” tuttukları insanın suçsuzluğunu anlasalar bile, korkularını bastırmak için duyarsız kalırlar. Gülten Akın’ın dizelerinde tanıyalım onları: “Zalimin gecesi mazlumun gecesiyle birdir ve daha uzundur zulme karar verenin gecesi Çünkü acıların, çığlıkların, kargışların sesi İğne deliğinden geçer olur Dokuna dokuna kıyıcıya cellada Varır, sebebin kapısında durur.” Varlığımızı dengede tutan, devinmemizi sağlayan güç nasıl bir baskıyla bozulur? O bozulma dönüşü olmayan bir ivme kazanınca nasıl bir sürükleniş içine gireriz? Yargılanmanın sorumluluğunu taşıyan görevliler buna özen göstermezse, kendi yanlışlarını örtmek için suçlamada direnirlerse, gerçekleri gizlemiş olurlar. Fransız hukukunda geçerli olan anlayışı anımsamakta yarar var: “On suçlu aklansın, yeter ki bir suçsuz ceza görmesin.” Ama önyargı ile bir karara varılmışsa, kamuoyunda suçsuzluğun benimsenmesi anlamını yitirir. Dargın bir topluma yol açar. SOKRATES’IN SAVUNMASI GİBİ Deneme; edebiyata, felsefeye, siyasete, bilime açılan bir kapıdır. Deneme öncelikle biçem özelliği gerektirir. Bir yazarın biçem edinmesiyse ömür törpüsüdür. Aydınlanmaya giden yolu gösteren öyle çok yazar var ki! Neden İlhan Selçuk’a ayrıca önem veriliyor? Çünkü o, yazılarıyla bütünleşen bir “gönül eri”dir. Aydınlanma’ya inanan okurlar bir yana, Aydınlanma’dan korkan okurların ezberini bozan bir yazardır. “Sokrates’in Savunması” nasıl yüzyıllardır insanoğlunun “amentü”sü sayılmışsa, “İlhan Selçuk’un Savunması” da başucu kitabı olarak aydınlanmaya ışık tutacak, kendimize güven duymamızı sağlayacaktır. Düşünceleri yüzünden tutuklanıp “içeri” atılan pek çok yazar var. İlhan Selçuk “Ziverbey Köşkü”nde işkenceden geçtiği “12 Mart Muhtırası” döneminde, daha kırk yaşlarında, genç sayılabilecek bir yazardı. Gerek ruh sağlığı, gerek beden sağlığını dengede tutarak varlığını korumasını bildi. Varlığımızın direnme gücü yerindeyse, bir yazar, baskı dönemlerinden daha bilinçli, daha güçlü çıkabilir. O denge bozulmayagörsün, ölüme direnecek gücü kalmaz. İlhan Selçuk’u güçlü kılan “sömürüsüz uygarlık” için savaşım vermesiydi. Barışçı bir anlayışla savaşım vermek anlamlı bir çelişkidir. Ancak İlhan Selçuk gibi bilge kişiliği olan bir yazar böyle bir savaşımın üstesinden gelebilir. Yargıçların bağımsız kişiliğine güven duymasa, “ucu açık”, “sonu olmayan” Ergenekon yargılamasında, duruşmaların anahtarı olabilecek şu temel soruyu sormayacaktı: “Fikriyatı Amerika’da yuvalanmış polis odaklı ve Ergenekon savcılığının kurnazlık ve ustalıkla için, ayrıca anlatılması gereken ayrıntılar vardır. İlhan Selçuk bu yazı çalışmasını şöyle anlatıyor: “Herhangi bir olayı incelemek için çalışmak zorundasınız, analize gitmek zorundasınız. Bu zorunluluk insanın itici gücüdür. Ama eğer tembelseniz ve bu çalışmayı yapmazsanız, o zaman içi boş bir çuvala dönersiniz. Köşe yazarlığını sürdürmek, bir kemancının her gün sekiz saat antrenman yapmasına benzer; bir piyanistin her gün en aşağı altı yedi saat, belki daha fazla, çalışmasına benzer. Çalışmadığı zaman çaptan düşer. Atletler, futbolcular için de aynı şey geçerli. İnsan, çalışmadığı zaman çaptan düşer.” KARŞIDEVRİM Kötülük toplumunda bir yazarın kendini kurtarmaya çalışması suç işlemek anlamına gelebilir. Osmanlı Devleti’nde başlayan Batılılaşma eylemi ümmetçi bir toplumun değişmesini sağlayan köklü değişimler içermiyordu. Ancak Cumhuriyet döneminde “aydınlanma” anlayışıyla laik bir topluma geçildi. Ama devrim, süreklilik isteyen bir devinimdir. Karşıdevrim eylemleri “aydınlanma”nın ışığını karartmaya yönelikti. Karşıdevrim eylemleri yüzünden cumhuriyet kültürünü yerleştirmekte zorlanıyoruz. İlhan Selçuk diyor ki: “Cumhuriyet devrimi ilan edildiği zaman Türkiye’de 1213 milyon insan var, bunun yüzde 90’a yakını okuma yazma bilmiyor. Böyle olunca yazılı kültürden uzak bir toplum var demektir. Bu toplum tam yazılı kültüre geçerken televizyon çıkıyor, yazılı kültürü atlayıp görsel kültüre doğru yöneliyor insanlar. Böyle olunca yazarların işi zor.” Cumhuriyet kültürünü yaşatmak için bizi “aydınlanma”ya çağıran bir bilge yaşadı aramızda. Sonra da “bir halden bir hale geçer gibi” ölüme sığındı. Nâzım Hikmet’in yargılanmasında savcı Şerif Budak ne demişti: “Biz bu davada delil arayacak kadar saf değiliz.” Ergenekon savcıları İlhan Selçuk için ne diyor: “İlhan Selçuk’un ‘tecrübeli, uyanık, zeki’ olduğu ve ‘açık vermemeye çok dikkat ettiği’ ileri sürülerek kendisini suçlayacak delillerin neden eksik ve yetersiz olduğu konusunda mazeret beyan ediliyor. Daha başka deyişle savcı şöyle konuşuyor: İlhan Selçuk hakkında yeterli delil yoktur, ama bu ‘zeki, uyanık, tecrübeli’ olduğu içindir.” Bu dünyadan “aydınlanma bilgesi” bir İlhan Selçuk geçti. Görevini onurla yapmanın sorumluluğu içinde ardına bakmadı bile. ? Bu sayfayla iletişim kurabilmek için dergilerinizi ve kitaplarınızı aşağıdaki adrese gönderiniz: Mustafa Şerif Onaran Hekimköy Sitesi 20. Sok. No: 8 06800 ÜmitköyAnk. Tel.: (0312) 235 91 11236 23 46 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1066 SAYFA 22
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle