24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Oya Baydar’la ‘Savaş Çağı Umut ÇağıBir Yirmi Yaş Güncesi’ne dair ‘Toyduk ama umutluyduk’ Oya Baydar’ın Savaş Çağı Umut Çağı romanı, “Bir Yirmi Yaş Güncesi” alt başlığı da eklenerek kırk yedi yıl sonra yeniden yayımlandı. Çocukluğundan beri yazar olmayı düşlemiş ve ilk romanını da 17 yaşındayken yazan Baydar, sonraki yıllarda devrim ve sosyalizm mücadelesine girince, kendi deyişiyle kuşağının pek çok genci gibi kendini kabaran sol dalgalara atıyor ve edebiyatı bütünüyle bırakıyor. Üniversitelerde sosyoloji asistanlığı yapıyor, sosyolojik araştırmalarla, toplumsal yapı çözümlemeleriyle uğraşıyor, siyasal metinler yazıyor, daha sonra da gazetelerde köşe yazarlığı. 12 Mart’ta tutuklanıyor, 12 Eylül’de yurtdışına kaçmak zorunda kalıyor. Sonra duvarın yıkılışı, sosyalist sistemin çözülüşü, yaşanan şok ve acılar. Yıllar sonra yeniden edebiyata dönüyor; bütün bu yaşanmışlıklarla dolu olarak ve bütün bu yaşanmışlıkların ağırlığını duyarak. Yazmak hem sağıltıcı oluyor hem de içinde biriken sözleri paylaşma, insanın ve dünyanın hali karşısında yüreğine bastıran isyanı haykırma olanağı sağlıyor ona. Baydar’la hem yaşamından kimi kesitleri hem de yıllar sonra yeniden yayımlanan gençlik romanı Savaş Çağı Umut Çağı‘nı konuştuk. Ë Gamze AKDEMİR lk romanınızı 17 yaşında yazmışsınız. O sıralarda Merhaba Hüzün romanıyla Fransa’da ve dünyada çok ünlenen on sekiz yaşındaki Françoise Sagan’a öykünmüş olabileceğinizi ve bu ilk romanınızı sarı müsvedde defterine yazdığınızı anlatıyordunuz bir söyleşinizde. Kitabın adı neydi? Allah Çocukları Unuttu muydu? Başınıza dert de açmıştı galiba. O süreci anlatır mısınız? 17 yaşındayken yazdığım ilk roman 1958’de Hürriyet gazetesinde tefrika edilmişti. Gençliğin verdiği cüret ve pervasızlıkla gazetenin “neşriyat müdürü” Tahsin Öztin’den randevu almış, sonra da sarı deftere kurşun kalemle yazılmış romanımı koltuğumun altına sıkıştırıp karşısına çıkmıştım. O günlerde Fransa’da Françoise Sagan adlı bir genç kız 18 yaşında yazdığı Merhaba Hüzün adlı romanıyla pek meşhur olmuştu. Gazete, herhalde bu yüzden benim romanı basmayı kabul etti. Türk Sagan’ı diye sansasyonel bir tanıtımla lanse ettiler beni. Ama o roman Allah Çocukları Unuttu değildi; benim verdiğim ad neydi, gerçekten hatırlamıyorum. Hürriyet kendisi uygun gördüğü bir ad koymuştu: Kalbimin Erkeği veya benzer bir şey. Allah Çocukları Unuttu ikinci romanımdı, üçüncüsü de şimdi yıllar sonra yeniden yayımlanan Savaş ÇağıUmut Çağı. Hürriyet’te roman yayımlandığında lise sondaydım. Çok disiplinli, çok tutucu bir okuldu. Tabii kıyamet koptu, bir genç kız nasıl roman yazarmış, üstelik kalbimin aradığı erkek falan diye. İnsafızlar beni Maarif Vekâleti üst disiplin kuruluna verdiler son sınıftan ihraç istemiyle. Neyse ki uzaklaştırma kararı mezuniyetimden sonra geldi de kurtuldum. DENİZ GEZMİŞ REKTÖRLÜĞÜ BASIYOR! Sosyalist mücadeleniz malum, tekrar soracak değilim ama “Türkiye’de İşçi Sınıfının Doğuşu” konulu doktora tezinizin başına gelenleri sormadan olmaz. Anlatır mısınız biraz? Hani Deniz Gezmiş ve öğrenciler doktoranız reddedildi diye rektörlüğü basıyor... O sıralarda İstanbul Üniversitesi’nde sosyoloji asistanıydım. Tez hocam ve jüri kabul ettiği halde, konunun ne olduğunu bile bilmeyen fakülte profesörler kurulu iki defa reddetti. Asıl nedeni fakültedeki siyasal ideolojik çatışmaydı. İşçi sınıfı dediğiniz an İ Oya Baydar ve Gamze Akdemir birlikte... da komünist sayılıyordunuz, ayrıca da ben Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesiydim, solda aktif olarak yer alıyordum. 1968’in aralık ayının sonuydu; gençliğin ayakta olduğu, işgallerin boykotların gırla gittiği günler. Tezimin ikinci kez reddinden sonra, vermekte olduğum toplumsal düşünce tarihi dersinde düşünce özgürlüğünün gelişimi konusunu işledim. Çok masum olduğumu sanmıyorum; herhalde epeyce ajitatif bir konuşma veya dersti. O gün anfi çok kalabalıktı, normalde altmışyetmiş öğrenci olması gerekirken birkaç yüz kişi vardı. Bir hazırlık olduğu belliydi. Nitekim ders bitip de odama girdikten kısa süre sonra kapı açıldı, uzun boylu, hani filinta gibi derler ya öyle bir delikanlı, “Ben Deniz Gezmiş’im, teziniz reddedildiği için rektörlüğü işgale gidiyoruz” dedi ve benim tek söz söylememe fırsat kalmadan gitti. Rektörlüğün işgal edilmesinin doktoramın kabulünü sağlamayacağını öğrenciler de ben de biliyorduk, ama protesto işte. Tabii bu olay benim İstanbul Üniversitesi’nde ve akademik kariyerde sonumu getirdi. Teze gelince, eksiklerine rağmen kötü değildi, çok uzun yıllar alanındaki birkaç kaynaktan biri olarak kaldı, sonra başka arkadaşlar daha iyilerini yaptılar tabii. En komiği de benim Deniz’i görmüşlüğüm o birkaç saniyeden ibarettir ama 12 Mart’tan sonra Ankara’da ikide birde gelir benim evde Deniz Gezmiş ararlardı. 12 Mart döneminde Hacettepe Üniversitesi’nde ders verirken sınıftan alınıp tutuklanıyorsunuz. Ne kadar kaldınız hapiste, neler yaşadınız? Bundan on yıl kadar sonra 12 Eylül darbesi sırasında da yurtdışına çıkmak zorunda kaldınız ve uzun süre sürgünde yaşadınız yanlış bilmiyorsam? Evet, İstanbul Üniversitesi’nden ayrılınca Hacettepe’ye girdim. 12 Mart muhtırası verildi, bir süre sonra sıkıyönetim ilan edildi, 18 Mayıs 1971’de de adı Balyoz Harekâtı olan bir operasyonla, aralarında Mümtaz Soysal gibi adların da olduğu yüzlerce, hatta binlerce solcu aydın ve genç tutuklandı. O sırada beni de aldılar içeri. Mayısın son günüydü, kürsüde ders anlatıyordum, Dekan Osman Okyar başta olmak üzere, silahlı milahlı birileri gelip yaka paça götürdü. Önce gözaltı, işkence, sonra Yıldırım Bölge kadınlar koğuşunda yedisekiz ay kaldım, 72 başında ara tahliyeyle çıktım. Yedi buçuk yıl yedim ama 1974 affıyla kurtuldum. Mültecilik ve sürgün macerası on yıl kadar sonra. 12 Eylül 1980 darbesinin ardından yurtdışına kaçtım. Çeşitli davalardan hakkımda toplam 27 yıl hapis cezası isteniyordu, ayrıca afişlerle aranıyordum. Mültecilik yaşamı 12 yıla yakın sürdü. 1991’de çıkan afla dönebildim ancak. 1989’da, siz Almanya’da sürgünde yaşarken sosyalist sistem çöktü. Berlin Duvarı’nın yıkılışı yaşamınızda nasıl bir dönüm noktasıydı? Bu çöküşü ben çok içinden yaşadım. Berlin Duvarı’nın yıkılması bir simgeydi, duvarla birlikte üç sosyalist kuşağın değerleri, inançları, yaşamları da yıkılıyordu. Bir süre yaşadığım sosyalist ülkelerde; Sovyetler Birliği’nde, Doğu Almanya’da, bu çöküşün yakın olduğunu, sistemin içinden çatladığını, insanlara vaat edilen özgürlükleri sağlayamadığını, bunun patlamalara yol açabileceğini hissetmiştim, yine de çok güç günlerdi. Sadece benim değil benim sol kuşağımın tümü için bir dönüm noktasıdır duvarın yıkılışı. Korkmadan yüzleşmek, nerede yanlış yaptığımızı sorgula¥ mak, kendimizi ve ütopyamızı in SAYFA 16 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1066
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle