03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K Fethi Naci itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Eleştiri devekuşu mudur? “…Parasal saptamanın… son derece kışkırtıcı olduğu açıktır. (…) …Roman türünün tecimsel şansının küçümsenemeyeceği anlaşılmaktadır.” “Satıştan başka elimizde hiçbir yazınsal ölçüt kalmadı. Bir romanı roman yapan değerlerin ve bir romanın yeniliğinin ne olduğunu kimse soruşturmuyor. Eline kalem alan her okuryazarın, potansiyel romancı olduğuna inandırılmış durumdayız.” “Yazınsal magazin basını, son aylarda gözden kaçmayacak ölçekte eleştirmen de üretiyor. …Yeni romancıyla birlikte onun yeni eleştirmecisi de zuhur ediyor. Bu yeni eleştirmecilerin yazınsal/düşünsel birikimlerinden pek emin olamasak bile yazılarındaki kendini beğenmişlikten, aşırı özgüvenden kaynaklanan pervasızlıktan ve hepsinden öte, reklamcıpazarlamacı biçim/biçemden emin olamazlık edemeyiz.” At izinin it izine karıştığı böylesi bir dönemde yazınsal temelde değer taşıyan, belli nitelikteki romanlar kendilerine nasıl yer bulacak? Birkaç yıl önce Damar dergisi yönetmeni şair Özgen Seçkin’den aldığım yazılı kısacık not, bu alanda çekilen sıkıntının ipucu gibi görülebilir: “Bir dostumun… romanını gönderiyorum. Değerlendirmeni bekliyorum.” Böyle bir nota gönül koymak olası mı? Özgen bir kayırma değil, değerlendirme bekliyor, belli ki romancı arkadaşının bu yönde sıkıntı çekeceğini düşünmüş. Yazınımıza şunca yıl katkıda bulunmuş birinin böyle bir istekte bulunması çok mu görülmeli kendisine? YAZARELEŞTİRMEN ARASINDAKİ KIRILGAN İLİŞKİ Geçen yıl tiyatro mevsiminin açılışına rastlayan 1 Ekim tarihli “Kitaplar Adası” yazısını, özellikle genç oyun yazarlarına özgülemiş, bu arada A.Kadir Bozkurt’un dosya halinde okuduğum Ölümün Kıyısında adlı oyununa da değinmiştim. Yazının ardından Bozkurt’tan bir ileti aldım: “…Cumhuriyet gazetesinin kitap ekindeki yazınızda adımı görünce teşekkür etme gereksinimi duydum…/ Özellikle “güne yanıt verecek oyunlar” kavramı düşünmeme yol açtı. Aynı dönemlerde yazılan oyunların olumlu ya da olumsuz birçok ortak noktalarının bulunması da beni şaşırttı; yalnızca kendinizin yaptığınızı düşünerek yazıyorsunuz ama bakıyorsunuz ki, aynı dönemde birçok yazar sizin yaptıklarınızdan farklı bir şeyler yapmamış…// O oyun dışında yazdıklarımı ayrıntılı olarak anlatmak yerine (…) roman(lar)ımı Kitaplar Adası’nın arşivinde yer alması için tarafınıza iletmek isterim.” A.Kadir Bozkurt, Ölümün Kıyısında adlı dosyasındaki düzeyli soyutlayımı, bunun dilsahne bağlamındaki yansımasında sergilediği özenli tutumuyla dikkatimi çekmemiş değildi. Bu kez yayımlanmış iki romanını ulaştırdı genç yazar çabucak: A.Kadir B. imzasıyla Pentagram tarafından yayımlanan iki roman: Bitimsiz Yol (2007), Kibrit Kutusu (2008). 28 Ocak’taki “Kitaplar Adası”nda bunlara yer açınca A.Kadir B.’den bir ileti daha geldi: “Yazınızı görünce, daha doğrusu yazınıza hazırlıksız yakalanınca büyük bir şaşkınlık içinde kalAhmet Oktay Tam bir yıl önce “Kitaplar Adası”ndaki bir yazımdan ötürü (Bak.: “Dişil Eleştiri”, 30.7.09) Lacivert dergisinde (EylülEkim 09) yer alan “yanıt”ının ardından, 13.12.09’da bu kez Adımdan Önce (Siyah Beyaz, 2009) adlı kitabını imzalayıp yollamasın mı Mürselin Kurt? İlk kitap, ilk roman, bir romanik… Herkeslerin ilk kitaplarını öpüp başıma koyarken Kurt’a sırt dönecek değildim ya? İLK ROMANIYLA MÜRSELİN KURT... Mürselin Kurt, yayınevine gönderirken belli ki “Roman Hakkında” sunuş eklemiş dosyasına, “saygılarımla” deyip nokta koymuş… Ne olur olmaz tümünü okumazlarsa yapıt üzerine bilgilenmiş olurlar diye düşünmüş herhalde… Yayıncının böylesi bilgi notunu romana eklemesinin başka açıklaması olabilir mi? Kurt, erişkin yaşa gelmiş anlatıcının, çocukluğuna geri dönerek annesibabası, ablasıyla yaşadığı günlerini getiriyor önümüze… Anne baba, köy yaşamının ağır koşulları altında sürekli aralarında kavga edip kızlarına bağırıp çağırırken öte yandan yaşamla boğuşurlar. 1970’ler; elektriği bile olmayan bir ev, ablanın sokak lambası altında ders çalıştığı günler, ağır tarım işçiliği kadar boylarını aşan ev işleri… Bütün bunlara karşın sessiz sevinçler, özlemlerle yaşanan çocukluk. Kızların anne baba şiddetiyle, yalnızlıkla geçen yılları hep incinmişlikle sürer. Yıllar sonra yaşadığı şiddeti şöyle yorumlayacaktır anlatıcı: “…Şiddetin şekli ne olursa olsun, işlevi aynı: teslim almak. (…) Aslında hepimizinki güçlü olana bir çeşit teslimiyet değil mi? Elbette güçlü olanı bir gün alt edebileceğimiz yolu keşfedene kadar.” (80) Yaşadığı şiddete ileride taciz de eklenecektir anlatıcının. Ayrıca annesinin kendini sevmediği kaygısı duyar anlatıcı hep. Ablasını adıyla çağırırken ona bir kez bile seslenmemiştir annesi. Ne var ki biz anlatıcının adına (Gülce) 168 sayfalık romanın 84. sayfasında rastlıyoruz ilk kez. “…Birine (.) yalnızca daha sık Gülce dediği, adı(n)ı diğerlerinden daha ahenkli söylediği için âşık olduğu”nu (86) söyler anlatıcı. Düşündüm, annesi tarafından anılmayan roman kahramanı nasıl tepki verir? Annesi gibi mi yapar, sıklıkla anar mı adını? Yazar, anlatıcının çocuklukla erişkinlik arasındaki günlerini bakışımsız, ardışımsız bir sırayla yerleştiriyor. Köpürtülü bir dile sahip Kurt; eksiltiyi savsaklamayan, diyeceklerini kısa tümcelerle, yapyalın söyleyiveren bir biçem. Ah bir de “şiddet” konusunda ille bir şeyleri araya sıkıştırıverme gibi evecenliği olmasa yazarın… Bu arada içeriden bakışla getirdiği iki çocuğun yanında annebaba, dede (annenin babası), Gülümser Teyze vb. kahramanların da iyi yapılandırıldığı gözleniyor. Sonuçta ilk roman olarak düzeyli, nitelikli bir kitap sayılmalı Adımdan Önce. Ama kitap keşke bir gençlik romanı olarak kotarılsaydı diye düşünmeden de edemedim doğrusu. ROMANCI “FABRİKA”SI, ELEŞTİRMEN “ZUHUR”U... Son haftalarda on kadar roman üzerinde durdum. Bunların büyük bölümü ilk romandı… Kim üzerinde duracak bu romanların? Günümüzde öylesine roman yayımlanıyor, bu öylesine pompalanıyor ki, şaşmamak elde değil! İnsanlar okumuyor, ama belli, durmadan yazıyor… Öyle yazarlarımız var ki yazdıkları okuduklarından kat kat fazla sanki. Gelin Ahmet Oktay’ın o unutulmaz Romanımıza Ne Oldu?’da (Bak.: Emperyalizm, Roman ve Eleştiri içinde, İthaki, Bütün Yapıtlarına Doğru, 5. Cilt, 2010, 196 vd.) dile getirdiklerini anımsayalım… Bakın ne diyor Oktay, hem de on yıl önce: “…Türkiye kitap endüstrisi (.) romancılar üretiyor. (…) Sanki İstanbul’un çeşitli semtlerinde ve yeraltında romancı fabrikaları kurulmuş.” Fethi Naci’ye, nicedir birikmiş gönül borcuyla… leştiriyi devekuşu gibi gören çok insan var… Bunların bir bölümü eleştiriyi deve, öteki bölümü kuş gibi görebiliyor… Kim bunlar? Yazarlar elbette… Çünkü eleştiriyi bir “erk sorunsalı” bağlamında almaya eğilimli duruyor bir bölük yazar… Eleştirmen, yazısıyla erkini sarsıyor demek ki böylelerinin… Oysa eleştiri de bir yazınsal tür ilk önce. Ama yazar, romanının değil kendisinin ele alındığı kaygısı duyarsa olacağı bu! Gel çık o zaman işin içinden… Yazınsal ürünler, sağlıklı uslamlama yetisine sahip okura yönelik değil midir? Aptal olmayan okurun, bir romanla bunun üzerine yazılmış eleştiriyi değerlendirip ayırt etmede yetersiz kalacağı düşünülebilir mi? Bu çerçevede yazarın, kendini tutamayıp eleştiriye yanıt vermeye kalkışması ya da eleştirinin bir biçimde okuru yanıltacağı kaygısıyla buna karşı çıkması yalnız okuru aşağılamakla kalmaz, kendini de küçük düşürür… Uygar insan, yazanları değil, yazılanları konu edinir kendine. Bunu alınganlık konusu yapmaz. Ataç, beğenilmeyen eleştiriye kulak tıkamayı önerirdi denemelerinde. Bir başkasının kaleme aldığı yazıdır madem, ilgilenmezsiniz! E dım. Size teşekkür etmek istiyorum. …Yaşadığım duygu ve düşüncelerimi blog sayfamda dile getirmeye çalıştım… /…/ Yazdıklarıma karşı gösterdiğiniz duyarlılığa tekrar teşekkür ediyorum…” Kadir’in sözünü ettiği, bana da bir kopyasını gönderdiği yazısı, “Yazarlık Yolculuğunda Bir Adım Daha…” başlığını taşıyor. Bu yazısında şunları söylüyor A.Kadir B.: “Ben yazarların ya da yazdıklarının eleştirmenler tarafından değerlendirilmesi için bir tanıdık, bir hatır gönül, bir çıkar ilişkisinin zorunlu olduğunu düşünürdüm. 28 Ocak 2010 tarihli Cumhuriyet gazetesinin kitap ekinde, M. Sadık Aslankara’nın ‘Kitaplar Adası’ köşesindeki yazısını okuyunca, benim öngördüğüm düşüncenin bir önyargıdan öte olmadığını anladım.” Yazısının burasında, oyun dosyasından kalkarak yaşadıklarını anlatan Bozkurt, şunları ekliyordu: “Hiç tanımadığım birinin, işi bu tür yazıları köşesine taşımak olsa bile, önüne gelen çok sayıda dosyanın arasından iki romanımı okuması ve değerlendirme yazısını ‘Kitaplar Adası’ köşesine taşıması eleştiri kurumuna bakışımı bütünüyle değiştirdi. Yazarlık yolculuğunda yol almaya çabalarken hatır gönül ilişkisinin zorunlu olmadığını gösteren M. Sadık Aslankara’ya teşekkür etmeyi bir görev kabul ediyorum. / Bu satırlarım da yazmaya meraklı olanlara umut ışığı olsun!/ Bir eleştirmenin yazdıklarını değerlendirme konusuna gelince de; kimini beğenirsiniz, kimini beğenmezsiniz, bazen yüksek beklentilerinizle aradığınızı bulamazsınız, bazen tam tersidir, çoğu zaman yanlış anlaşıldığınızı düşünürsünüz; önemli olan sizin için yararlı olanını yazının içinden çekip almaktır. Eğer yeterince üretkenseniz, değerlendirme yazılarına yenileri eklenir ve zamanı geldiğinde siz yaşıyor olursunuz ya da olmazsınız emeğinizin karşılığını alırsınız…/ En azından ben böyle düşünüyorum…” Yukarıdaki satırlar bir olgunluğun, alçakgönüllülüğün dile getirilişi elbette. Ama yazarla eleştirmen arasındaki ilişkinin bir kırılganlık zemininde yol aldığını ele veriyor aynı zamanda. Ateşin Külü Suyun Mili (Pupa, 2008) adlı romanına değindiğim Meliha Akay’dan da şöyle bir ileti geldi: “Bugün Cağaloğlu’nda bir dostumuzu ziyarete gitmiştim. Daha hatır bile sormadan bana yazıyı gördünüz mü, diye sordu. Ne yazısı, nerede der demez Cumhuriyet’in Kitap Eki’ni önüme koydu. Bir solukta okudum. Gerçekten sürpriz oldu benim için… /Eleştiriniz için, romanıma sayfanızda uzunca yer verdiğiniz için, emeğiniz için içtenlikle teşekkür ederim.” Bunlar, kırılganlığa yol açmayan ilişkileniş biçimleri. Bir de Hulki Aktunç’un dile getirişi var: “Hepimizin tanıdığı bir tip: Beni yargılayacak eleştirmen yoktur, der. Varsa, ya beni övmeli ya da beni övmelidir. Beni yermekteyse, ne eleştirmeni kardeşim, böyle eleştiri zaten yoktur. Hatta yok edilmelidir.” (Cumhuriyet, 21.6.2010) Kendi payıma hiçbir zaman, hiçbir ortamda eleştirmen olduğumu söylemedim. Bu yöndeki yargımı yazılarımda da paylaşıyorum zaten. Ne ki pek çok kişi, yazarlığımın yanında eleştirmenliğime vurgu yapıyor. Yazınsal eleştiri, öteden beri ilgi duyduğum bir alan. Bundan ötürü, bu yönde sürecek bir kol kolalığın yazarlığımı besleyeceğini düşünürüm kendi payıma. Peki bütün bunların ardından eleştiriye devekuşu olarak mı bakacağız? Deve değil iki ayaklı, kuş değil, uçamıyor… Ama siz, siz olun yazınsal eleştiriyi, kendi algınıza göre değerlendirip başkalarına gülme fırsatı tanımayın… İlle bir kuş yakıştırması yapılacaksa eleştiriye, kartal deniverir, olur gider… Dağları mesken tutmuş o kuşun vakarına bakarak siz de katılabilirsiniz belki böyle bir yargıya… Hadi gelin haftaya, yazarların eleştiriden neler kazanabileceğine göz atalım birlikte… ? SAYFA 21 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1066
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle