27 Aralık 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Altay Öktem’den ‘Sonsuz Sıkıntı’ Başıboş oklar Fotoğraf: Mehmet Turgut rin beyninin gezegenin kurtuluşu için geliştirilen aygıtın en önemli parçası olarak kullanılması gibi. Toplumsallık her an karabasanlı, düzenlenemez, ehlileştirilemez bir atmosfere, ruh haline sürüklüyor karakterleri. EKSİKLİK KÖPRÜSÜ “Camilla Köprüsü” isimli öyküde, Camilla’nın bir ağacın arkasından ya da bir mezarın içinden gelmesi arasında fark yok gerçekten. Camilla, o yaşlı ve genç, ölü ve diri haliyle Fuentes’in Aura’sını andırıyor. Bu öyküde her şey bir müdahaleyle başlıyor. Camilla tarafından vurulan baş karakter, yeni bir yaşama geçiyor, eksilerek. Önce parçalanan dalağı alınıyor, sonra artık oynatamayacağı sağ elinin bileğine platin takılıyor. (Sağ elin kaybedilmesine Boyut Belası’nda da rastlıyoruz.) Kadın ona bunu neden yapıyor, bilmiyor. Durum, bir gün kapısının altından atılan bir zarfla karmaşıklaşıyor. Zarfın içindeki kâğıdın üzerinde kurşun kalemle çizilmiş bir ok var sadece. Ok nereyi gösteriyor? Fark eder mi? Gombrowicz’in Kozmos’unda baş karakter, tavanda gördüğüne inandığı küçük bir okun nereyi gösterdiğini bulmaya çalışarak dedektiflik yapmaya başlar. Okun gösterdiği yön, hem her şeyi belirler, bir olaylar silsilesinin açığa çıkışında rol oynar, hem de hiçbir şey yapmaz. Zaten bir ok olup olmadığı da belli değildir. Oklar ya belli belirsizdir ya da kurşunkalemle çizilmiştir; her an silinmeye mahkumdur. Aslında kurşunkalemle çizilmiş okla, bir köprü daha kuruluyor öyküde. Diğer köprüyse, baş karakterin sağ eli ile Camilla’nınki; ikisi de işlevsiz ve ölü. Köprüyü kuran, eksikliğin kendisi. Camilla ona her zarar verdiğinde, o köprüden geçmesi gerekir adamın ve artık bunu yapabilecek güçte değildir. Tek yol, Camilla’yı, yani kendisini öldürmektir. Böylece Camilla’nın olduğuna inandığı, üzerinde bir ok işareti olan mezara, onun “evine” kendisini gömer, mezarın içinde usulca uzanıp ölmeyi bekler. “Camilla Köprüsü”nde okların yönünün önemi olmadığı gibi, yaşayan biri için ölmekle ölü biri için ölmek arasındaki farkın da önemi yoktur sanki. Yazarın karakterlerle kurduğu ilişki, temalarıyla kurduğu ilişkiye benziyor; duyular bolluğu içinde türemiş sıkı ve kırılgan bir iletişim. Karakterleri her an yeniden keşfetme eğilimi seziyorsunuz yazarda. Bu eğilimi belirleyen en büyük etmen, cesaret belki de; sınırlardan beslenmek değil, sınırlarla uğraşmak. Bu kurulum, okuyanı olan bitene dahil etmekle şekilleniyor. Burası onların olduğu kadar senin de oyun alanın, deniyor bize. Belki bu nedenle, karakterler lineer bir kurguya karşı çıkan eylemler yaparken buluyor kendini. Çoğalıyor, işleri karmaşıklaştırıyor ölüler dirilere, diriler ölülere karışıyor “Bu kadar çoğalmanın, hem de bu kadar cansız çoğalmanın ne anlamı vardı?” gibi sorular dökülüyor dudaklarından. Eyleyerek yazıldıklarını hissettiriyor hep. Düşünceler eylemlerden doğuyor gerçekten de. Altay Öktem’in karakterleri, dudaklarını ısırıp kanatıyor, süzülen kanı parmak ucuna sürüp sevgililerinin yüzüne bıyık yapıyor, sonra da işitmesi güç bir kahkahayla titriyor. Ama bu durum, öyle senfonik bir yüceliğe yanaşan cinsten değil; aksine, yücelmenin itinayla bir çöküş ve düşüş olarak kavranışına yol veriyor. Sonra şöyle soruyoruz kendimize: “Zaten düşmenin neresi kötü?..” ? Sonsuz Sıkıntı/ Altay Öktem/ Everest Yayınları/ 186 s. SAYFA 15 Altay Öktem’in yeni ve eski öykülerini topladığı kitabı Sonsuz Sıkıntı, birbirini yerinden eden kavramların, sayfalar üzerinde ter içinde çarpışmasını sahneliyor sanki: Bu çarpışmada en çok zararı alan beden gibi görünse de, aslında onun oldukça şanslı olduğunu fark etmek zaman almıyor; çünkü ona ayrı bir karşılık edinme, kendini araştırma imkânı sunuluyor. Ë Ilgın YILDIZ onsuz Sıkıntı’da, kimi sözcükler takas edilebilir halde sergiliyor kendisini. Başlıktan başlıyor bu durum: Sonsuz bir sıkıntı ve “sonsuzun” sıkıntı olması durumu. Sonsuz, gerçekten de sıkıntı olsa gerek, aynı isimli öyküye bakacak olursak. Dolayısıyla, açılışta bizi bir çatışma ama uzlaşma durumu karşılıyor. Tek başına sözcüklerin, belirli bir tasarıda yer almak üzere uzlaşması. Tasarı derken, olsa olsa, kavramların topyekun (kendilerinebirbirlerine) gerçeğe sataşmasından, onunla flört edip onu yüz üstü bırakmasından, pataklayıp haddini bildirmesinden ve sonra da okşayıp öpücüklere boğmasından bahsedebiliriz belki. Kitapta sık karşılaşılan kavramlar, aşk, saplantı, beyin, beden manüpilasyonu, taklitçi arzu, eksiklik, pek tabii ölüm ve onunla yer değiştirebilecek yaşam. Yaşam ile ölümün, içi boşaltılmış imgeler halinde belirmesinin altı çiziliyor. Yer değiştirebilmeleri, takas edilebilirlikleri bu yüzden. Yazar, itinayla müdahale ediyor bu sözcüklere ve denk geldikleri kavramlara. “Sonsuz Sıkıntı”, “Yeşil Erik”, “Balkon”, “Ölüm Figürü” gibi öykülerde, ölümü yaşam, yaşamı ölüm olarak düşündüğünüzde, aslında metnin atmosferinden hiçbir şey yitirmediği, bu okuyucu müdahalesinin metne işlemediği fark edilebilir. Bu, öykülerin etrafının dikenli tellerle çevrili oluşundan, karakterlerin kendini olumlama saplantısına sahip olmasından, yazarın okuyucuyu belirli bir mesafede tutma eğiliminden kaynaklanmıyor. Tam aksi, yazarın metne, kurguya beklenmedik her müdahalesi, bu eylemi ifşanın kendisi, okuyucuyu çekip içine gömen ve metnin içinde başka aramalara girmesini tetikleyen şey. KABUK KAYGISI Altay Öktem’de dilin bir eylem olarak şekillenmesi, şiddetin bilhassa şiirsel algılandığı öyküleri doğurmuş gibi. İçsel dolayımın yönlendirdiği ilişkiler söz konusu burada; tarafların sınırı bulanıklaştırılıyor, köşeleri törpüleniyor, bağlantı yerleri “5.0 ipek”le dikiliyor, izden eser kalmıyor. Üretenle üretilen arasındaki ayrım da, LeviStrauss’un brikolajında olduğu gibi muğlak. Taraflar genellikle aynı çatının altında; bu çatı bir ev de olabilir, beyninizin içi de. Beyninizin içinde her nasılsa bir anda ortaya çıkan bir hayvanla uğraşmak zorunda kalabilirsiniz örneğin. “Ağaçkakan”da, baş karakter, beynini kemiren bir ağaçkakanla baş etmenin yollarını arar. Kafasını ıslatarak (çünkü ağaçkakanların ıslak odunu kemirmediklerini okumuştur bir yerlerde) bu soruna geçici bir çözüm bulur fakat az da olsa, hâlâ yerlere dökülen odun kırpıntıları görebiliyordur. Sonunda, ağaçkakanın altından bir heykelini odanın ortasına diktiğinde, tüm yaşamını ağaçkakanı araştırmaya adadığında, beyni kemirilmekten kurtulur. Adamın dünyasında “ağaçkakanın” ideolojisi hüküm sürer. Ondan tam bir sadakat bekler ve bu talebi karşılanmadığı sürece de adamın beynini kemirmeyi sürdürür. Adam, ağaçkakanı, o “düşünceyi” süblimleştirdiğinde, yolu sadece yarılamış gibidir. Ağaçkakanın arzusunu gerçekleştirdiğinde, yani altından bir heykelini dikip onun müridi olduğunda, aslında öykü başlangıç noktasına yeni ulaşmıştır. Adam, beynindeki fikri somutlaştırmanın verdiği rahatlamayla, “kırk yılda bir de olsa” yanlış yapıp yapmadığını düşündüğünde, beyninde küçük tıkırtılar hafiften kendilerini hissettirir. Bu bir uyarı mıdır? Adam, ağaçkakanı daha ne kadar “gerçek”leştirebilir ki? “Ağaçkakan”ın bittiği noktaya “mutlu son” demek mümkün belki. Paranoyayla, semptomla bir özdeşleşme söz konusu çünkü. “Sırtımdaki Bıçak” ise paranoyayı unutuyor ya da onunla fazlaca uzlaşıyor, çünkü olaylar baş karakteri ölümüne götürüyor. Haz ile ölümün incelikli dengesizliğinde parmak uçlarında dolaşırken sendeleyip düşüyor. Bu öyküde bir üçlü var: Kadın, adam ve bıçak. “Aylarca sürdü üçümüzün ilişkisi; S aylarca ve gece gündüz. Bıçak, bedenimin bir parçası olmuştu artık. Daha doğrusu, kendi bedenim falan kalmamıştı, üçümüz tek bir beden olmuştuk. Soğuk, ürperten ve çıldırtan tek bir beden” (s. 158). Kadına eklenerek adamın yaşamına giren bıçak, bu üçlü ilişkide gitgide tek başına en önemli yeri işgal ediyor. Kadınla adamın bir ortaklık içinde paylaştıkları arzu, adamın tekil arzusuna dönüşüyor sanki. Kadın gitse de, bıçak olduğu sürece aralarında bir bağ var; bıçak olsun yeter. Adamın bedeni, bıçakla yeni bir anlama kavuşuyor; sanki organsız bir bedenmiş, bıçak onu yeniden düzenlemiş, ona yaşam vermiş gibi. Bıçağın yaratacağı tasarıma, onun bedenine önereceği şeye ihtiyaç duyuyor. Bıçak ona ölümü önerdiğinde, ölüyor ve ölürken “Gitme” diyor kadına, son gidişi olduğunu biliyor çünkü. Aslında ikisi birden ölüyor, kadın bıçağı adamın sırtına sapladığında. Kabuğun, tenin, organların içinde kıyametler kopuyor. Karakterler, dış dünyanın kabuğuna temas ettiklerinde ise katman katman bir gerilimle hırçın bir mizah arasında savruluyorlar. Toplumsallık, toplumsal kimlik, sosyalleşmek, şiddete olduğu kadar mizaha da yol veriyor öykülerde. Radarda kaybolan, hatta muhtemelen dünyadan da kaybolan bir uçağın ve bu gizemli durumu çözmeye çalışan bir grup yetkilinin hikâyesinin anlatıldığı “Hava Korsanları”nda, Albay bu olayı üstlerine nasıl açıklayacağını düşünüyor ve sonra şöyle diyor: “Umarım... Umarım uçaktaki yolcular gittiği yerde dünyamızı en iyi şekilde temsil eder” (s. 25). “Sınav”da, ne olduğu belirsiz bir teşkilata girmek için mülakata giden bir doktor, nişanlısı üzerinde yaptığı sadakat sınayıcı seksüel deneyi bir güzel diğerleriyle paylaştıktan sonra, “Artık ben de vatanın birlik ve beraberliği, bölünmez bütünlüğü için çalışan o ayrıcalıklı insanlardan biri olacaktım” diyor (s. 104). Sapkınlık da, politika gibi toplumsal birliği vurgulayan klişe deyişlerle kuruyor dilini bu öykülerde. Genellikle seksüelliğin politikliği ve politikliğin sapkınlığı dile geliyor. Hükmetmek, bastırmak, terörize etmek: Hepsinin erotik karşılığı sayfalarda yerini alıyor. Karakterlerin cezalandırılma biçimleri de politik mekanizmalara özgü nitelikler Altay Öktem’in öykülerinde, ölümü yaşam, yaşamı ölüm taşıyor; “Kâbus”taki “beyin teolarak düşündüğünüzde, metnin atmosferinden hiçbir cavüzü”, “Satıcı”da baş karakteşey yitirmediğini farkediyorsunuz... CUMHURİYET KİTAP SAYI 1066
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle