Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
kâr etmeden yeniden başlayabilme gücü bulmak gerekiyordu. Kimimiz başardık, kimimiz başaramadık bunu. ¥ YİRMİ BEŞ YIL SONRA EDEBİYAT DÖNÜŞ 90’ların başlarında, Sait Faik gibi “Yazmasam çıldıracaktım” diyerek yirmi beş yıldan fazla zamandır terk ettiğiniz yazına döndünüz ve Elveda Alyoşa’daki hikâyeleri yazdınız. Yazın hayatınızda bir milat gibi Elveda Alyoşa. Sistemin çöküşünü, insanların maddi manevi alt üst oluşlarını, kapitalist dünyanın zafer gösterilerini izlemek, hele de bütün bunları Almanya’da, Berlin’de, yani o duvarın hemen dibinde yaşamak hiç kolay değildi benim için. Duvardan koparılan parçalar büyüklüğüne göre 1 Mark’a 2 Mark’a satılıyordu. Batı’ya geçenlere, yolların iki tarafına dizilmiş Batı Almanlar hayvanat bahçesinde maymunlara atar gibi muz atıyorlar ve onlar da bu muzları kapıyorlardı. Sosyalist ülkelerin bayrakları yırtılıyor, üzerlerinde tepiniliyordu. Düşünün ki yaşınız elliye dayanmış ve geride bıraktığınız bütün bir ömrü üzerine inşa ettiğiniz değerler sistemi, inançlarınız, ütopyanız yerle bir oluyor. O psikolojiyi bir biçimde aşmam gerekiyordu. Yazmak bir terapi gibi imdadıma yetişti. Yirmi yedi yıl sonra edebiyata döndüm. Elveda Alyoşa kitabındaki anlatılar o günlerin ürünüdür. Önce sadece kendim için yazıyordum. O günlerde sevgili Erdal Öz’e rastladım Frankfurt Kitap Fuarı’nda. Gönder yazdıklarını, basayım, dedi. Onun bir yayınevi kurduğunu bile bilmiyordum. Gönderdim, bastı, üstelik de o anlatılar 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandırdı bana. Böylece edebiyat yazarlığına dönmüş oldum. 47 yıl önce yirmili yaşlarınızın başında yazdığınız bir romanı yeniden yayımlarken bazı tedirginlikler yaşadığınızı ifade ediyorsunuz yeni baskının önsözünde. Neydi bu tedirginlikler ve kitabı yeniden yayıma hazırlarken birkaç sözcük ve tekrar olan bazı cümleleri çıkarmak dışında hiçbir değişiklik yapmadığınızı da belirtiyorsunuz... Belli bir yaşa gelmişseniz ve edebiyat alanında iyi kötü bir yerdeyseniz, 47 yıl önce yazdığınız bir metinden korkarsınız. Acemilikler vardır, hele de roman iddiası taşıyorsa mutlaka kurgu zaaflarına sahiptir, dili eskimiştir. Bir de “kadın züğürtlemiş, eski defterleri karıştırıyor” gibi tatsız düşünceler doğabilir. Bunların tedirginliğini duydum. Yine de yayınevimin ısrarlarına dayanamayıp, razı oldum yeniden basılmasına. Çünkü baktım ki, çok içten bir metin, çok naif ama belli bir dönemi de olduğu gibi yansıtıyor. Üstelik bugünün gençlerinin hiç bilmedikleri bir dönem. Önsözde belirttiğim gibi metni değiştirmedim; bunu ayıp ve haksız buldum. O zaman öyle yazmışım işte. Ayrıca burada biraz sivri dillilik yapayım: Kimi genç yazarların, bazıları çok satanlar listelerine bile girmiş, en azından kapaklarında bilmem kaçıncı baskı yazan öyle metinlerini okuyorum ki, 47 yıl önce yazılmış bu metinden gocunmam gereksiz diye düşünüyorum. Hiç değilse Türkçesi düzgün ve söylemeye çalıştığı bir söz var. “UMUT VE MASUMİYET ÇAĞIYDI” 60’ların duyarlı, sorgulayan, okuyan, araştıran bir genci olarak dönemin ulusal, uluslararası çalkantılarından etkilenmemeniz veya mücadelenin içinde yer almamanız kaçınılmazdı. Bu neden Oya Baydar, 47 yıl önce yirmili yaşlarının başında yazdığı romanı yeniden yayımlarken bazı tedirginlikler yaşadığına değiniyor kitabının yeni baskısının önsözünde... le, nasıl bir gençti Oya Baydar diye sormak istiyorum. Genç Oya Baydar’ın önemli bir özelliği yoktu. Benim kuşağımın çocukları, romandaki gençler gibi boylu boyunca atladılar toplumsalsiyasal dalgaların ortasına. Ben de onlardan biriydim. 1960’lar ve 1970’ler Türkiyesi’nde başka türlü olmak pek mümkün değildi. Ben umut ve masumiyet çağı diye adlandırırım o dönemi. Toyduk ama umutluyduk, inançlıydık ve alabildiğine masumduk. 1962’de başlıyor roman. Ana kişisi de gencecik bir kız. Dönem, dışarıda Küba Buhranı, ABD, Rusya, Üçüncü Dünya Savaşı korkuları; içerde 27 Mayıs koşulları, siyasal çalkantılar, toplumsal hareketlilik sarmalında şekillenen zorlu bir dönem... Genç kız da bocalıyor, korkuyor, geleceğe ilişkin sorularla yüklü. “Yirmi yaşındayım ve ölmek istemiyorum” diyor. Sevgiyi, aşkı, cinselliği tanıyor ama içi yarı ölü gibi, çok hüzünlü. Romandaki genç kız ve arkadaşları 1960 gençliğinin tümünün sureti değil kuşkusuz. Genç yazar Oya Baydar kendini referans alarak mı resmediyor o gençliği? Haklısınız; ben de kitabı okurken, anlatıcı genç kızın neden o kadar boşlukta, karamsar, hüzünlü, bunalımlı olduğunu düşündüm. Doğrusu kendimi öyle bunalımlı hatırlamıyorum pek. Tabii her genç gibi çeşitli sorunlarımız, korkularımız, bunalımlarımız vardı ama öyle kapkaranlık değildi içimiz. Belki de 1960’ların hemen başlarında aydın çevrelerde egzistansiyalizm rüzgârları esiyordu, bundan etkilenmiş olabilirim. Bir de bilinçlenerek toplumsal mücadeleye girmemiz, uğrunda mücadele edilecek bir amaç edinmemiz, kendi adıma konuşacak olursam 1963’ten sonradır. Romandaki gençlik grubu tabii ki dönemin bütün gençlerinin aynası değil ama epeyce yaygın kesimleri de yansıtıyor. Gençlik her dönem ulaşılmaz hayaller, büyük umutlar peşinde koşar. Bu onların hem güzel yanıdır hem de bir türlü erişememekten doğan bir boşluk duygusu ve hüzün de yaratır. AYRIŞMALAR VE ARKADAŞLAR… “Ben bir kişi değilim, kalabalığım. Ardımda yaşları otuza varmamışların ordusu var. Başıboşluğum, avareliğim, şaşkınlığım içinde binlerce gençten biriyim ben” diyor genç kız. “Bize uğrunda ölünecek bir inanç vermediler. Bize mutlu yarınlar vaat etmiyorlar. Yarın, ya hepimizi birden silip süpürecek bir ölüm bombası, ya uzun yıllar sürecek umutsuz bir savaş. Ya bir devrim ya da insanın içini kemiren bir korku” diyor. “Bu anlamsız kavgaların sonu gelecek mi bir gün? Korku yerini huzura bırakacak mı?” diye soruyor ardından. Gençlik özünde değişmiyor değil mi? Bugünün ne yazık ki tümünde değilse de bir kesim gencin kafasında da böylesi sorular üç aşağı beş yukarı aynıyla vaki... Savaş ÇağıUmut Çağı’nı yeniden okurken beni de şaşırtan bu oldu. Yer yer sanki bugün yazılmış gibiydi. Özellikle de savaş, kavga, çatışma ve cepheleşme ortamı, yarınlara duyulan güvensizlik, yine de umutlu olma ihtiyacı. Kitabın yeniden basılmasını kabul etmemin en önemli nedeni 47 yıl öncesinin bu inanılmaz güncelliğiydi. 28 Nisan 1960 nasıl bir milattı 60’ların gençleri için? Romanda da özgürleşiyor gençlik 28 Nisan’la, bir amaç ediniyor, mücadele, kavga, inanç, daha iyi bir dünya düsturu ve büyüyoruz... BüyümeBaydar, yirmi beş yıl ara verdiği yazın hayatına ‘Elveda Alyoşa’ adlı öykü kitabıyla 90’ların başında geri döndü. nin de romanı bu değil mi? Büyüme sancılarının romanı diyebiliriz isterseniz. 1960’daki olaylara; 28 Nisan’a, 27 Mayıs’a gelince... Bugün bu olaylar ve gelişmeler konusunda epeyce farklı düşünüyorum ama o dönemin koşullarını ve ortamını siyasalideolojik gözlükler takmadan, olduğu gibi görmeye çalışırsak Türkiye’de toplumsal hareketliliğin yükseldiği, sınıf çelişkilerinin derinleştiği ve mücadeleye yansımaya başladığı, sol düşüncenin tartışılır, sosyalizm sözcüğünün ağıza alınabilir, sosyalist partilerin kurulabilir hale geldiği yıllar olduğunu da teslim etmek gerek. Gençlik kesimleri, emekçi sınıflar, muhtevası ne olursa olsun özünde düzene muhalefet ve isyan anlamında devrim düşüncesine ve hareketine ilk kitlesel adımları o dönemde attılar. Türkiye toplumuyla birlikte büyüdü bizim kuşak. Bir sürü hata yaptık; ama daha iyi, daha özgür bir dünya amacına en güçlü şekilde inandığımız ve o amaca doğru yürümeye çalıştığımız bir dönemdi. Sonra, dünkü arkadaşlar çok uzağa düşüyorlar birbirlerinden. Düpedüz karşıtlar, hatta düşman oluyorlar birbirlerine. Süleyman sürüklemedi mi Abdullah’ı yerlerde... Bu anlattıklarınız gerçekten yaşadığınız olaylar mı? Evet, ayrışmalar, çatışmalar çok kısa bir sürede gençleri de karşıt, hatta düşman cephelere böldü. Romanda anlattıklarım bire bir olmasa da gerçekte yaşanan olaylara dayanarak kurgulanmıştır. Dönemin karmakarışıklığını betimleyen ayrıntılardan biri de, zaman zaman çocukluğuna dönen genç kızın, ailesindeki değişimleri gözleyişi... Toplumsal dengeler altüst, insanlar ya alabildiğine liberalleşiyor ya da olanca muhafazakârlaşıyor. Adnan Menderes’li Demokrat Parti’nin cazibesine kapılanlar, Saidi Nursi’ nin izinden gidenler, bir tarafta sola meyleden halk çocukları... Toplumun zihnine kovuklar oyuluyor, içine yerleşecekler var değil mi? Bu, tek tek bireylere bağlı iradi bir gelişme değil, toplumsal değişmenin ta kendisi. Türkiye toplumu 1950’lerden, 60’lardan sonra daha hızlı bir kapitalistleşme sürecine girdi, kabuğunu çatlatmaya başladı. Modernleşme o dönemde hızlandı; toplumsal sınıflar belirginleşmeye, “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle” olmadığımız anlaşılmaya başlandı. Kırsaldan şehirlere göç hızlandı ve dramatik değişimler yaşandı. Bu süreç günümüzde de başka bir boyutta ve düzeyde sürüyor. Sizin tabirinizle “toplumun zihnine o kovukları oyan”, toplumsal değişme sürecinde sahneye çıkan sınıfsal güçlerdir ve tabii ki kendi iktidarlarına yardımcı olacak ideolojik harçla doldururlar o kovukları. Mesele, kovukları hangi güçlerin nasıl bir malzeme ile dolduracağıdır. Her yeni neslin birbirine devrettiği umutlar, dilekler, özlemler: Bir türlü tamamlanmayan bir bayrak yarışı gibi... Romanın böyle bir yönü de var. Neredeyse elli yıl önce bu kitabı yazarken bunları hiç düşünmemiştim, aklımın ucundan bile geçmemişti. Ben, “bizleri” anlatmak istiyordum sadece. Ama şimdi okuyunca, size katılıyorum. Her gençlik kuşağı yaşamın acımasız akışı içinde yoruluyor, sendeliyor, hatta yeniliyor ve umut bayrağını kendisinden sonraki kuşağa devrediyor. Yaşam ve tarihin akışı dediğimiz şey de bu bitmeyen bayrak yarışı değil mi zaten? ? gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr Savaş Çağı Umut ÇağıBir Yirmi Yaş Güncesi/ Oya Baydar/ Can Yayınları/ 136 s. SAYFA 17 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1066