04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K lhan Selçuk, o çok sevdiği söyleyişle “tarih baba”nın koluna girdi, bize, bütün zamanlar boyunca ayna tutacak denemelerini bırakarak sonsuzluk gergefinde yerini almak üzere sessiz sedasız ilk adımını attı. O, aydınlanmamızın en güzel, kavi duruşlu bir fotoğrafı olarak yerleşecek artık toplumsal belleğimize. Ne var ki “Aydınlanma” denilen çağ, peynir dilimi gibi cırt kesilip de servis yapılırcasına hazır gelmiyor öyle insanın önüne... Türkiye’de Atatürk’le başlayan Anadolu Aydınlanması da, ta en başından bu yana Aydınlanmacıların özverili öncülükleri, dirençleriyle, âdeta birer mitoloji kahramanı halinde sergiledikleri tanrısal kararlılıklarıyla, sözün kısası binbir sıkıntının aşılmasıyla, ama yine de milim sapmadan yoluna devam ediyor... Anadolu Aydınlanmacılarının bu uğurda çektiği sıkıntılar unutulabilir mi hiç? Siyasal iktidarların, darbelerin, şeriatçı kalkışmaların, kıyımların, işkencelerin, sansürlerin, baskıların, bunun ötesinde sivil ya da asker ambalajlı sözüm ona bağımsız mahkemelerin ilk hedefinin Aydınlanmacılar olduğunu bilmeyen kaldı mı? itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Sivas bir anlar toplamı... Son çeyrek yüzyıla sığdırılmış, yani ortalama üç yılda bir verimlenmiş dokuz öykü kitabı, bunlara dağılmış yüzü aşkın öykü... Böylesi yüksek öykü verimine, türde gösterdiği direngenliğe karşın, öykü yazınımız içinde hak ettiği yerde durduğu söylenebilir mi peki Balkız’ın? Buna evet diyebilmek güç görünüyor doğrusu... Bu çerçevede, onun öykücülüğüne yönelik yapısal değerlendirmeye girişmeden önce, ilk ağızda bu öyküleri kabaca tanıtmayı, okurla bunlar arasında farklı açılardan bağlar kurmayı düşünüyorum birkaç satırla... Bir kez Balkız’ın tüm öykülerinin türdeş yapıda olduğu, kendi arasında evrelere bölünmeden birbirinin ardılı öykülemeye yaslandığı öne sürülebilir sanıyorum. Böyle olunca, öykülerdeki evrenlerin geçirgenlik taşıdığını, buna göre belirli bir anlamlandırma temeline yaslanmakla birlikte bunların anlatıma dayalı öykülemeci tutumla verimlendiğini söylemek olası. Öyleyse doğal akışlı öyküler olduğu açık bunların. Olaykonu temelinde öykü evrenlerinin genelde dört farklı düzlemde kendini koyduğu görülüyor: 1.Doğainsan çatışması, 2.Toplumbirey çatışması, 3.Sınıfsal konum, ilişkileniş göz ardı edilmeden insanın öteki insanlarla çatışması, 4.Bireyin, daha çok bir olumlama bağlamında kendi iç çatışması. Farklı yapıda öyküler yok değil elbette. Nitekim örtük de dursalar düşlemlere dayalı öyküler bu yönde örneklenebilir. Kimi öykülerde ise enikonu çizgisellik yansıttığı söylenebilir yazarın. Sözgelimi bir ölçüde röportaj havası yayan örnekler bu bağlamda alınabilir bana göre. Bunlarda doğanın, çocukların özellikle koruma altına alınmışçasına bir hava yaydığı görülebiliyor. İnsanın doğayla ilişkisinde onu değiştirmesi, bozması, sevmesi, ondan korkması, onu kollayıp koruması, onu tüketmesi hep diyalektik bütünlük içinde alınıyor öykülerde. Bu açıdan bakıldığında kırsal gerçekliklerin de bu yönde temellendirildiği söylenebilir Balkız’da. GÖRÜNENİ, GÖRÜNMEYENİYLE BALKIZ ÖYKÜCÜLÜĞÜ... Yapıca tanımaya çalıştığımız bu öykülerden kalkarak Ali Balkız’ın öykücülüğünü biraz daha deşmeye çalışalım... Orhan Kemal öykücülüğünde önemli bir yer tutan küçük insanlar, temel özellikleriyle, Ali Balkız’ın öykülerinde de yer alıyor. Yazarın Orhan Kemal gibi tıpkı sevecen, duyarlı, alçakgönüllü, halden anlayan, hoşgörülü, ağzı sıkı biri olduğu söylenebilir kahramanlarıyla ilişkisinde. Küçük insanlara, onların dünyalarına yaklaşırken öykülerde, olayı aktarıyor Balkız ama bunun yaşamdan yakalanmış kesitiyle yetiniyor. Ne ki kişiler hep aynı ele alışla, bakışla yansıtılıyor göründüğü kadarıyla. Yani yazara bağlı öykü kişileri bunlar... Bu insanların duygu, düşünce derinliklerine inildiğini söylemek zor. Çünkü yaşadıkları ruhsal çalkantı, bunalım, kararsızlık vb. yanlar üzerinde pek durulmuyor. Böyle olunca Ali Balkız verimleri, teksesli öyküler olarak görünüyor daha çok. İncecik zarla örtülü denebilir bu gövdeler; bakar bakmaz ne olup biteceğini seziyorsunuz hemen. O zaman öykülerdeki küçük insanlar da bir ölçüde çizgiselleşiyor kaçınılmaz olarak. Öyküler bir açıdan bu insanların, doğa ya da toplum karşısında sergilediği yumuşak dokulu kahramanlıkları anlatan örnekler olarak da alınabilir. Bu kalıba aykırı tek örnek doğainsan çelişkisinin temele alındığı kimi öykülerle çıkıyor karşımıza. Bireylerin kahramanlığa soyunduğu noktaya dek yaşadıkları dramlarla çatışmalardan okurun pek bilgisi olmuyor. Balkız, küçük insanın kahramanlık öncesi dönemini bir yana bırakıyor. Kişiler, kahramanlık yansıtırken var ancak. Yaşamın içinde görünmeleri birer yiğitlik yalnızca. Bu yaklaşım, bir açıdan yazarı zorunlu olarak iyimser yapıyor da denebilir. Balkız, sanki bin yıldır öyküler söyleyen biri; süslemeden, yapyalın anlatıveriyor diyeceklerini. Bunda Alevi kültüründen geliyor olmanın rolü bulunabilir, kimbilir. Yüzyıllardır akıp gelen bir sözlü anlatı geleneği yok mu bu kültürde? Ne var ki Balkız, hep halk diline yaslanarak örüntülüyor öykülerini. Bu nedenle çağrışımlarla gelişen, duygu ağırlıklı dil anlayışı egemen bu öykülerde. Öne çıkan, simgelerle örülü anlatım da bunu destekliyor bir bakıma. Ancak bu dilin düşünsel değil, duygusal örüntülere dayandığı, olgusal içkinlik taşıdığı ortada. Okur, öykünün sayfaları arasında gezinirken elbette düz anlatımdan kalkarak dış anlamı izleyebiliyor yine de. Ama okurun algıladığı bu düz anlamın ötesinde bir gizli anlam öbeği de, tıpkı anlamlandırmacı öyküde görüldüğü üzere bizimle geliyor öykü boyunca. Bu yolla kimileyin okurunu burkulma, hüzün, hatta ağıt vb. anlam yumaklarının önüne çıkardığı oluyor yazarın... Kimileyin de –gülmeceye varan boyuta ulaşsa bile öyküde alaysama olarak çıkıyor karşımıza bu. Kaldı ki Orhan Kemal gibi “şakacı” bir yazar zaten o. Nitekim çocuklarla ilişkilendiği bölümcelerde nahif bir neşeyi, içtenliği yansıttığı gözleniyor yazarın. Hele doğa da giriyorsa işin içine, değmeyin keyfine, doğayla sevişircesine bir dile sarılıyor âdeta, alabildiğine kıpırdak anlatımla, delimsirek coşkuyla... Üstelik kentli ya da köylü diye ayırmıyor çocukları... Biraz da kadınlarından söz edelim mi yazarın?... Nedense geleneksel ödev, yükümlülükler sırtlanmış görünüyor kadınlar. Yemek yapıp çocuklarıyla ilgilenen, ev işlerinin hayhuyunda yitip giden, dırdırcı insanlar bunlar. Dişilik albenisi dağılmış varlıklar erkeğin bakışıyla. Bu geleneksel çizginin dışında kadınlar da var kuşkusuz, ne ki kadınların hep bu doğrultuda alınması eğilimi dikkati çekmiyor değil yazarın. Bütün yaşananlar bir anlar toplamı olabilir, olgusal evrenle içlidışlı halde bizlere böyle görünebilir bu, ama “Aydınlanma” bir çağlar, zamanlar toplamı yine de... An, anlar gelir geçer belki, kapitalizm de kendi hız ideolojisinin içinde bunun merkezkaç itisiyle savrulup gider kuşkusuz ama tarihin zaman dönenceleri inadına kalıcıdır! Ateş, tekerlek bulunduktan sonra böyle bir aşamaya varılmamış gibi yapılabilir mi? Aydınlanma da böyle... Sivas’ın şairleri, yazarları, sanatçıları, büyük deneme yazarı İlhan Selçuk bir bakıma bu kalıcı zamanın tanıkları işte! Nitekim Balkız, Karın Altı Kardelen’i “Sivas’ta kaybettiğimiz 35 canın anısına” sunarken, bunu vurguluyor bir bakıma. Cılız bir iki destek dışında rağbet görmediğini düşünsem de, on beş yıldır sürdürdüğüm söylemle sonlandıracağım yazıyı: 2 Temmuz Dünya Aydınlanma Gününüz kutlu olsun efendim! ? SAYFA 25 İ İlhan Selçuk’u içimizdeki çökeltiyle binlerce yıllık bir ağuyla uğurluyoruz bu nedenle... Çünkü son bir iki yılda reva görülenler, incinen yüreğini dağlarken onun, toplum olarak önüne geçemedik bu hain bombardımanın... Onca şairi, yazarı Sivas’ta alevlerin ortasından çekip alamadığımız gibi... Şimdi birer anlar toplamı olarak yeniden yeniden gözlerimiz önünden geçerken görüntüler, birer karabasan gibi sürekli irkiltiyor, sırtımızı ürpertip gün ortasında yerimizden sıçratıyor bizi... Hızlı kurguyla gelin şimdi o anlar toplamına kuşbakışı göz atalım birlikte... HIZLI KARELER EŞLİĞİNDE BİR ÖMÜR TÖRPÜSÜ... Hız, kapitalizmin bir ideolojisi bağlamında tüm yaşamımıza yayılmış durumda... Uluslararası sermaye, pamuk helva yaparcasına hepimizi aynı çubuğa dizerken “ham yapmak” için, emeğin buna seyirci kaldığı bir dünya düzeninde yaşıyoruz... Süre olarak bir saniyenin de altına inen kareler eşliğinde hızlı akışlı görüntüler bir tayftan dökülürcesine üzerimize iniyor sanki: İlhan Selçuk, sabaha doğru evinden alınıyor, bir sandalye üzerinde saatlerce sorgulanıyor, kendisine telefonlar soruluyor, yıllar önce yaşadığı işkence böylece yeniden canlanıyor... Bellekte canlanan eski işkenceler mi yalnız? Bu da işkence değil mi? Sonra birden bir alev sarıyor her yanı; görüntüler bu kez de Sivas’la akmaya koyuluyor... Bir çığırtkan kalabalık, ateşe verilmiş, alevlerin ortasında kalmış oteli, otelde kalanları seyrediyor... Aynı hızla içeri giriyoruz... Üç şair oturuyor merdivenin basamaklarında, görüntü, üçünün de bu saldırıyı durdurmak için kendilerince bir şeyler yapmaya çalıştıklarını yansıtıyor, ama yapıp yapabileceklerinin sınırlılığı içinde çaresizliklerini de ele veriyor aynı zamanda. Hızla dönüyor dünya, hızla dönüp sarılıyor yaşanan kıyımlar, saldırılar, terör, cinayetler, işkenceler görüntü kareleri eşliğinde... İlhan Selçuk’un kitapları, özellikle onun deneme yazınımız içindeki yeri, önemi üzerinde duracağım ileride. Bunu, genelde denemeyi cumhuriyetle, Anadolu Aydınlanmasıyla ilişkilendirerek 29 Ekim’e rastlayan haftalarda tasarlıyorum... 2 Temmuz 1993’ün yıldönümünde bir kez daha Sivas’a dönmek istiyorum bu yazıda. Bunun için Hacı Bektaş Veli toprağıyla hemhal olan İlhan Selçuk’u yitirdiğimiz şu günlerde Alevi örgütlenmesinin de önde gelen adlarından Ali Balkız’ın öykülerine getireceğim sözü... O, bir öykü kitabına verdiği adla “Yaşam bir anlar toplamıdır” diyordu. Evet, Sivas da öyle... ÖYKÜNÜN ÇEYREK YÜZYILLIK ADI: ALİ BALKIZ... Ali Balkız, kuşatılıp boğdurulan Sivas etkinliğinin düzenleyicilerindendi anımsadığım kadarıyla, üstelik Sivas’taki yangından süzülen bir yazardı aynı zamanda... 1980 sonrası öykücülüğümüzde sergilediği süreğen verimlilik, öykü türünde gösterdiği direngenlik, yirmi beş yıla varan süre boyunca öykü kitapları verimlemekte ayak direyen kararlılık onu belirgin bir yere taşıyor elbette. Bütün bunlar göz önüne alınırsa, üzerinde durulması gereken bir öykücü olduğu sezilebilir onun... Ali Balkız’ın bugüne dek verimlediği öykü kitaplarının adlarını anayım ilkin: Güller Kitaplara (Cem, 1988), Dolmuşta Bir Kadın (Cem, 1990), Karadeniz Dağ Kartalı (Cem, 1991), Karın Altı Kardelen (Cem, 1993), Yaşam Bir An’lar Toplamıdır (Cem, 1995), Bütün Ülke Yeşil Vadi (Öteki, 1997), Dil Bağı (Cem, 1999), Yüzüstü Düşler (Evrensel, 2007), Giz Üstü Mektup (Evrensel, 2007). Ali Balkız CUMHURİYET KİTAP SAYI 1063
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle