Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ş. Levent Deniz’le ‘Midilli’de Söğüdün Gölgesinde’ üzerine Devrolan hayatların ve ortak acıların öyküsü Mübadele öncesi Midilli’den Havran’a göç etmiş bir ailenin dördüncü KUŞAK ferdi olan Ş. Levent Deniz, ilk romanı Midilli’de Söğüdün Gölgesinde‘de yakın tarihteki o zorlu dönemeci kurguluyor. İnsanların vatanım dediği, kök saldığı toprakları bırakmak zorunda kalışı ve göçün ruhlarda yarattığı fırtınanın izini sürüyor. Maria Teyze’nin selamını “Aleykümselam” diye almak doğaldı, yoğurtçu Ethem’in, Pavlos Amcaların evladı yerinde olması da. Eleni’yi seven Türk gencinin gönlü de. Ölülerini beraber gömdüler, düğünlerini beraber yaptılar. Huzur da vardı, hoşgörü de, birlik de beraberlik de. Derken eşkıya terörü her zamanki gibi batasıca! Birlikte paskalyayı, ramazanı, kurbanı, Noel’i kutlarken nasıl bu hale geldik sorgulaması. Ruhlara akseden ve acıtan o karanlıkla mücadele. Kuşkuların yükselişi. Huzurun ve umudun yitmesi. İki arada bir derede kalma duygusu. Satır satır boğazda düğümlenen yumrular, yürekte kilitlenen anlara, anılara ve çekilen ortak acılara bir geri dönüş Midilli’de Söğüdün Gölgesinde. Ş. Levent Deniz ile romanını konuştuk. Ë Gamze AKDEMİR omanı yazmaya nasıl karar verdiniz? Bir mübadil torunu olarak mübadele sırasında yaşanan trajik olaylar her zaman ilgimi çekmişti. Üstelik bu olaylar her iki taraftan insanları da, Türkleri de Rumları da derinden etkilemişti. Yani çekilen acılar ortaktı. Buradan yola çıktım ve üç yıl önce romanın ana kurgusu şekillendi. Kitabı da ithaf ettiğim, ailemizin büyüğü Mürvet Yengemle (babamın amcasının eşi) ailemizin hikâyesi ile ilgili yaptığım bir nevi sözlü tarih çalışması sonucunda elde ettiğim bilgilerin ardından Midilli’ye gidip yerinde gözlemlerde bulundum. Romanın bir bölümünün geçtiği Ağra köyünü gezdim, oradaki insanlarla sohbet ettim. Mübadeleyle ilSAYFA 24 gili Türk ve Yunan yazarların yazdıkları onlarca kitabı okudum. Bu kitapların listesine kitabımın web sayfasından (www.midilli.tc) ulaşılabilir. Bu arada, Rum kültürüyle ilgili olarak doğru bilgilenmek için İstanbul Üniversitesi Çağdaş Yunan Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanı Yard. Doç. Dr. Esin Ozansoy’dan destek aldım. 23 Mayıs 2009 günü de romanı yazmaya başladım. Profesyonel bir işim olduğundan ancak akşamları ve tatil günleri yazabilme imkânım oluyordu. Ancak sıkı bir çalışmayla sekiz ayın sonunda kitap ortaya çıktı. “YENİDEN DOST OLMA ZAMANI” Rumlar ve Türkler… Et tırnak misali yaşadılar hep bir, hep beraber… Doğaldı bu onlar için, öyle plana programa, anlaşmalara ihtiyaç duymadan, şerhler koymadan yaşadılar ömürlerce Midilli’nin o küçük köyü Ağra’da… Bu bağlamda romanın kişisel tarihinizdeki izdüşümlerini anlatır mısınız? Aile büyüklerimden öğrendiğim, bizimkilerin de Midilli’de çok mutlu bir hayat sürdüğü, huzurlu ve mutlu olduğu. Çok iyi Rum dostları varmış oralarda. Ancak Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte ortam çok hızlı bir şekilde değişmeye başlamış, öyle ki can güvenliğinden endişe eden büyüklerim bir günde aldıkları ani kararla Anadolu’ya Havran’a göç etmiş. Hep anlatırlardı, çok zor şartlar altında küçük bir tekneyle denizi geçtiklerini. Zaten bu nedenle, soyadı kanunu çıkınca “Deniz” soyadını almışlar. Havran’da da harika dostları olmuş, yerli halk tıpkı diğer mübadillerde olduğu gibi onları da bağrına basmış. Mutlu bir hayatları olmuş ama doğdukları toprakları, Midilli’yi anmadan geçirdikleri bir gün dahi yokmuş. Ana duygunuz da kökenlerinize yolculuk doğal olarak... Mübadele öncesi göç etmek zorunda kalmış bir ailenin dördüncü nesil ferdi olarak, atalarımın hikâyesini öğrenme isteğinden çıktı roman. Yaşadıkları; ızdırapları, üzüntüleri ve sevinçleri şekillendirdi romanı ama bu duyguları aslında milyonlar paylaşıyordu. Adalar’dan Anadolu’ya göç eden Türklerin ve Anadolu’dan Adalar’a göç eden Rumların ortak duygularıydı aslında bu. Geçmişe, denizin iki yakasındaki mutlu günlere olan özlemi dile getirmeye çalıştım. Karşılıklı büyük acılar çekildi. Geçmişi geçmişte bırakıp yeniden dost olmanın zamanı gelmedi mi? Çoktan geldi! Aslında, barışın simgesi zeytin dalının, zeytin memleketlerinin çocuklarının yüreklerinde yeniden filizlenmesini diledim. Tercih ettiğiniz biçemi sormak istiyorum... Okurla konuşurca yazılması, betimlemeye boğulmadan odaklanılan konudan sapmaması ve elbette kahramanların yüreğinden izletmesi olan biteni... Özellikle mi tercih ettiniz? Evet, birinci tekil anlatıcının gözünden anlatmak istedim. Bu yüzden de romanın ilk bölümlerini romanın kahramanı Ethem’in ağzından, sonraki bölümleri ise torunu Barbaros’un ağzından anlatmayı tercih ettim. Böylece yüreklerdeki duyguyu, okuyucuyla karşılıklı konuşur gibi yazarak daha iyi verebileceğimi düşündüm. Okuyucuyu romanın bir parçası, karakteri haline getirmek, sürükleyiciliği sağladı sanırım. “AH ŞU POLİTİKACILAR OLMASA!” Fırtına öncesi sessizliğin gürültüsü kaplıyor zihinleri. Mustafa Kemal düşünülüyor sık sık, dua ediliyor onun için... Giritli çetecilerin terörüne isyan ediliyor. Dominonun taşını eşkıya deviriyor, olan Türk’ü, Rumu herkese oluyor. Ama devrilen taş bir daha yerine oturamıyor. Nefsi müdafaa hali baskın çıkınca artık Anadolu’ya, anavatana göç zamanı diyor büyükler ve apar topar oluyor ne oluyorsa göç de, kan da, ölüm de. Çok yönlü sancılar. Bir de taraf olma durumları ve önyargılar. Açar mısınız bu duyguları romandaki karakterlerin dilinden? Halil Çavuş. Romanın kahramanı Ethem’in babası. En zorlu süreci o yaşıyor. Bir yandan doğdukları yaşadıkları topraklar, adadaki Rum ve Türk dostları; diğer yandan ailenin can güvenliğinin sağlanması hususunda yaşadığı endişe. Gelgitler yaşıyor. İnanamıyor olan bitene: Kendine, “Biz kardeş değil miydik? Nasıl bu hale düştük?” sorularını soruyor. Mustafa Kemal’in ordularının başarısıyla ümitleniyor yeniden, eski mutlu günlere dönme ümidi taşıyor ama öte yandan yanı başlarında işlenen bir cinayet var, bir karar veriyor, ailesiyle Anadolu’ya göçüyor. Ethem de bu hızlı değişen yeni hayata bir anlam veremiyor, hep sorguluyor: “Neredeyse dört yüz elli yıldır Türklerle Rumlar bu adada birlikte yaşıyor, huzur ve mutluluk içinde, büyük bir hoşgörü içinde. Arkadaş, dost ve komşu olmuş. Sıkıştıklarında birbirlerinin yardımına koşmuş. Ölüle R rini beraber gömmüş. Papaz dua okurken cenazeye katılan Müslümanlar da avuçlarını kendi inançları doğrultusunda açmış, dua etmişti. Herkes kendi bildiği duayı okumuş ve kimse bunu yadırgamamıştı, çünkü aynı Tanrıya inanıyorlardı. Bir de bugün geldiğimiz duruma bak!” Onun için Anadolu’ya göç etmenin diğer bir zorluğu da sevgilisi Eleni’den ayrılacak olması. İkna ediyorlar onu, can güvenliği için bir süreliğine de olsa adadan ayrılması gerektiği hususunda. Eleni’nin de ısrarıyla istemeden ayrılıyor adadan. “Mübadele” kapıyı çalıyor. Mübadele, romanın aslında ana kahramanı demek yanlış olmaz sanırım ve mübadelenin canlara ve yüreklere kesilen faturası; romandan alıntılarsak: “Rumlar ve Türkler yakın gelecekte barış içinde yaşayamayacakları kadar karşı karşıya getirildi, karşılıklı çok büyük acılar çekildi” diyor Saffet Amca… Günümüze de sesleniyor satırlar… 2002 yılıydı. İstanbulspor Kulübü Derneği’nin yönetim kurulu üyesiydim. Takımımızın bisiklet takımı, Selanik şehrinin spor kulübü PAOK takımıyla “Pedallar Dönecek Barış ve Dostluk Sürecek” temalı bir bisiklet turu düzenledi. Selanik’ten, Atatürk’ün doğduğu evden, vefat ettiği Dolmabahçe Sarayı’na 550 km’lik bir turdu ve toplamda altı gün sürdü. Önceleri takımlardaki sporcular birbirine mesafeli durdu. Sonraki günlerde koyulaşan sohbetler, sıcak dostlukları da beraberinde getirdi; mesafeler birer birer kapanmaya başladı. Yorucu geçen altı günün sonunda, Eminönü Cankurtaran Öğretmen Evi’ne vardığımızda yaşadıklarımız ise görülmeye değerdi: Türk’ü Yunanı tüm kafile birbirine sarılıyor, hopluyor zıplıyor, birbirini tebrik ediyordu. Gözyaşlarımıza hâkim olamıyorduk. Bir yandan zorlu turu başarıyla bitirmiş olmanın verdiği rahatlamanın, diğer yandan turun temasının tüm benliğimizi sarmasının ve iki ülkenin dostluğuna bir miktar katkıda bulunmuş olmanın manevi huzurunu yaşıyorduk. Ertesi gün, hep beraber Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ün manevi huzurunda saygı duruşunda bulunduk. Ardından da Rum Patrikhanesi’ni ziyaret ettik. Önyargılarımızdan arındık ve fark ettik ki farklı değildik aslında birbirimizden; şarkılarımız, türkülerimiz, yemeklerimiz, kültürümüz o kadar çok benzerlik gösteriyordu ki. Ah şu politikacılar olmasa! Farklılıklara saygı bilinci geliştiğinde farklılıkların aslında zenginlik olduğu anlaşılacaktır. Buna tüm kalbimle inanıyorum. Midilli’ye en son ne zaman gittiniz? İki yıl önceydi. Hayat ortağımla, eşimle, aile tarihimin en değerli coğrafyasını paylaşmak istedim. ? gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr Midilli’de Söğüdün Gölgesinde/ Ş.Levent Deniz/ AYA Kitap/ 208 s. Ş. Levent Deniz CUMHURİYET KİTAP SAYI 1063